Almanya'ya Panzer, Khedira'ya önlibero, Klose'ye santrfor diyeni...
Çok şükür çeyrek finaller zevkli geçti, biri dışında penaltılara kalmadı. Gana-Uruguay maçının...
Çok şükür çeyrek finaller zevkli geçti, biri dışında penaltılara kalmadı. Gana-Uruguay maçının penaltı atışlarını da kaçan bir pe-naltıya borçluyuz zaten. Oynanan futbola, özellikle de Almanya ve Brezilya’ya bakınca, “de ja ecrit”, bir yerlerde yazmıştım, duygusuna kapılıyorum.
‘Mannschaft’ ne demek?
“Bir zamanlar futbolun kitabını yazdıklarını sanan ve başka ülkelere sistem ihraç eden Almanya bu kupaya anti-Alman bir hocayla ve özgür ve genç futbolcularla katılıyor. Bana da ilk kez sempatik geliyor... ‘Teknik direktörlük kariyeri yok’ denen Klinsman, ‘kazanan-winner’ ruhuyla Almanya’ya özgür futbol oynatıyor. Atak iştahına şapka çıkarırsınız” demişim, 2006 Dünya Kupası sırasında.
2008 Avrupa Kupası’nda eklemişim: “Hareketli ve hızlı bir düzen içinde Almanya... 2006’dan beri göze hoş gelen bir futbol oynuyorlar zaten. 4-3,5-2,5 gibi diziliyorlar. Savunma önündeki altılı birbirinin içine geçiyor. Atakta en az 4, zaman zaman da 7 kişiler... Löw dış bekler dahil atak formasyonlu ve iştahlı futbolcular koymuş takıma... Organize hız üretiyorlar.”
Bunlara ekleyecek çok az lâfım var şimdi. Löw’ün bu kadroya geçen yılın Avrupa şampiyonu Ümit Milliler’i çok iyi monte ettiğini söyleyebilirim. O Ümit Takım için fazla acemi bulunan Thomas Müller’i bile, elbette Van Gaal’in de katkısıyla, yıldızlar sırasına soktu bu kupada.
Daha da önemlisi etnik ve kültürel çeşitliliği bir futbol zenginliği olarak sahaya yansıtıyorlar. Nasıl 1988 Hollanda’sındaki futbolculara Felemenk, 1998 Fransa’sında futbolculara Fransız diyemeyeceğimiz gibi bu Almanya’da oynayanlara da ‘Alman’ diyemeyiz, ‘Almanyalı’ deriz ancak.
Hatırlarsınız, Dünya Kupası maçları bizde yayımlanmaya başladığında bir Almanya hayranlığı sarmıştı TRT spikerlerini... Güce ve kazanana hayranlığımızdan olacak, 2. Dünya Savaşı’ndaki Nazi savaş makinesinden mülhem ‘Panzerler’ adı takılmıştı Almanya’ya. Sarkık libero önündeki iri kıyım stoperlerle kalesini kapatan ve sabırla rakibin hatasını kollayan bir ‘makine’ydi o Almanya...
Yeni Almanya’da hangi futbolcunun nereden geldiğini anlayamıyorsunuz. Küme düşen takımın savunmacısı Friedrich gidip son adam olarak gol atıyor... “Lig takımları milli takımlara fark atar” düşüncemin tek istisnası Almanya. Her futbolcu takımındaki performansının üzerine çıkıyor. Bu Almanya İnter’le, Barça’yla ya da benzer topu oynayan Chelsea’yle karşılaşsa ne güzel olur değil mi?
Kısacası, şimdiki takıma ‘panzer’ diyeni futbol tanrısı çarpar. Onların zaten ‘Mannschaft’ diye çok güzel bir adları var. Türkçe karşılığı ‘takım’ ama ‘team’den farklı bir sözcük bu. Hiç aramın olmadığı Almanca’ya girip hata yapmayayım ama ‘Bir gövdenin etrafındaki dallar ve yapraklar’ gibi bir araya gelmiş toplulukları anlatıyor daha çok... Bir okur dostum, Özil Almanya’yı seçince, zamanın milli takımlar sorumlumuzun, “Löw onu kaç maçta oynatacak ki?” dediğini hatırlattı bana. ‘Mannschaft’ konseptiniz varsa işte böyle oynar, ‘One man schaft’ınız varsa oynamaz. Mesut’un performansını görünce, “Nuri Şahin Almanya’yı seçseydi, nerede olurdu şimdi?” diye düşünmeden edemiyorum ben de.
Önliberoya gömülen Brezilya
Sıkıcı 1994’ten sonraki canlanma döneminin bir konsolidasyonu oluyor 2010... Şimdi oturmakta olan yeniliklerin içinde, pek yakışan adlarıyla Sambacıların olmaması üzücü. 2002’de Brezilya’ya dinamik bir top oynatan Scolari’nin hakkını yemeyelim tabii.
Yine eski defterleri açalım: ‘Güzel futbol’la özdeşleşen Brezilya bu unvana ne kadar layık oluyor? Brezilya, Brezilya gibi oynuyor mu? Dönüm noktası olarak 1994 ABD Dünya Kupası gösterilebilir. Dünya Kupası’nın 0-0 biten tek finalinde kupayı penaltılarla kazanmışlardı. Samba değil beton savunma yapmışlardı. Hocaları Parreira, kilit oyuncuları ise Parreira’nın savunma önüne çaktığı Dunga’ydı.
Şimdi takımın başında tarihin en başarılı ‘ön liberosu’ Dunga var. Maçlar boyunca dörtlü savunmanın önüne iki defansif orta alan oyuncusunu, Gilberto Silva ve Melo’yu çaktı Dunga. Ancak bu altı kişilik savunma çok hızlı çıkan Mısır’dan üç gol yemekten kurtulamadı.”
Tam bir yıl önce, Konfederasyonlar Kupası’ndan sonra yazmıştım bunları... Ekleyecek bir şeyim yok şimdi. Yine de kanlarında olan ‘Güzel futbol’la ve gol kokusuyla buralara kadar geldiler. Başka taraftan kurulacak bir Brezilya futbol gönlümüzü nasıl uçururdu, hayıflanmamak elde değil.
Hollanda da Brezilya maçına, Van Bommel ve De Jong’u ileri çıkarmayarak başladı.
İkinci yarıda bu oyuncuları da katarak hızlı ataklar yaptı. Duran toptan kazandıkları iki gol statik dizilişlerini gizliyor hâlâ.
Ayrıntılı grafikler için yerimiz yok ne yazık ki... Almanya’da orta alanın kanatlarındaki Müller ve Podolski’nin atağa katkısı malum. Ama savunmaya da geliyorlar. Ve ortada Schweinsteiger ile özellikle Khedira artık ‘iki onsekiz arasında’ değil ‘iki avut çizgisi arasında’ dikine oynuyor.
Bunlara ‘önlibero’ diyen de çarpılır vallahi. Üstelik bu futbolcular oyunun gelişimine göre dikine yer değiştiriyor ve ileriye doğru uzun paslarla oynuyorlar. Arjantin’in zayıf sağ kanadına üçlü dörtlü yüklenirken yaptıkları gibi... Organize temponun nedeni bu: Topu ileriye hızlı yollamak ve gereksiz pas yapmamak. Şili ve Gana’nın oyun anlayışı kendi çaplarında böyleydi. Uruguay’ın da böyle.
Santforsuz futbola doğru
Aslında bu futbol İspanya’dan bekleniyordu. Oysa ‘Boğalar’, hâlâ Barcelona’nın yavaş ve silik bir kopyası gibiler. Çok ekstra pas ve hareket yapıyorlar ve sona doğru bunlar etkisizleşiyor. Busquets savunma önünden çok az ayrılıyor. Iniesta sağ kanatta fazla dışarıda. O ortadan serbest geldi, yarı finali getiren golü attılar. Sade oynayan Xabi Alonso’nun yerine yaratıcı Fabregas’ın girmesi ve kaleye yakın bölgelere sızması da etkili oldu yengide.
Arjantin için ne demeli? Maradona gibi türü kendine özgü bir takım onlar. Mahkemeye giden mafya babası şıklığıyla kenarda dua eden Maradona belli ki hesaba, taktiğe falan itibar eden biri değil. Kupayı kazanma hayaliyle takımı sahaya sürmüş. Messi’yi de, kendisinin 1986’deki kopyası gibi, orta alanın iyice içlerine çekti, ona buradan fantastik ataklar başlatma görevi verdi. Tamam, futbol doğaçlamaya en yatkın oyun ama bazen de tutmuyor. Üstelik aradan 24 yıl geçmiş. Savunma önünden çıkamayan Mascherano orta alanın yükünü çekemedi. Kötü giden bir mahalle maçındaymışlar gibi herkes kendi kafasına göre oynadı. Saha içinde ve dışında büyülü zafer ve yenilgilerin adamı Maradona’ya kızamadım, kızamıyorum. Bize 0-4’lük şahane bir yenilgi izletti.
Messi benim için hâlâ Messi... Maradona rolünde elinden geleni yaptı. Ancak her futbolcu başkasını tekrar ederek değil kendi tarzıyla yıldızlaşıyor. Messi, altyapıdan beri Barcelona’da farklı oynuyor. Kenarlara çekilerek birden enine hızlanıyor ve onsekiz önündeki kuşaktan ya araya sızıyor ya da bitirici pas ve şutlar atıyor.
Onun işini David Villa yapıyor 2010’un İspanya formalı Barça’sında. Villa’nın özelliği de zaten hiçbir yerde durmaması ve bir anda vites attırarak oyuna girmesi... Tur getiren golleri hep böyle 18 dışından serbest gelerek attı.
2006’nın hızlı golcüsü Torres uzun sakatlığın hemen ardından Kupa’ya geldiği ve belki de Jabulani’yle bir samimiyet kuramadığı için ağır kalıyor. Artık futbolun hızlı ve yer değiştiren forvetlerle oynandığının kesin ilanı oldu bu durum. Ibrahimoviç’in Barça’yla uyuşamamasını hatırlayın. ‘Pivot’ ya da ‘nokta’ ya da ‘sırtı dönük’ ya da ‘sabit’ santrfor meraklıları, Kupa tarihinin gol krallığına giden Klose’yi başka takımda görse bırakın santrfor, forvet bile saymaz.
Hollanda hareketli ileri üçlüsü ve aralarına giren Sneijder sayesinde devam ediyor Kupa’ya. Uruguay da turnuvanın yıldızı Forlan’ın yönettiği Forlan-Suarez-Cavani değişimleriyle... Gana, Asamoah Gyan’ın dar bir alanda oynamasının kurbanı oldu. Arjantin ise Higuian ile Tevez’i dar alandan çıkaramamasının.
İyinin iyisi
Lig futbolunun geldiği düzeyi geçti mi, tartışılır ama bu Kupa’nın futbol ufkumu açtığı kesin. Tamam, ‘En iyi teknik direktör’ Löw. Ne ki Şili’nin hocası Bielsa’ya da ayrı bir yazı borcum var.
Her hakem hatasında “Bizim hakemlerimiz bunlardan iyi” demeyi bırakalım. Bir takım biraz sıkıntıya girdiğinde “Biz niye burada değiliz? diye sormayı da. Kötüye bakıp kendini bir şey sanmak hoş değil. Çeyrek finallerde hakemler harikaydı. İyi de top oynandı. “Biz onlardan da iyi olabilir miyiz?” Buna bakalım.
Radikal