GÖRÜŞ - Musul Operasyonu, Yeni Dönem Türk Politikaları Ve İran
İran’ın Arap dünyasına yönelik yayılmacı tavırları Irak ile sınırlı değil. Tahran yönetimi Akdeniz’den Kızıldeniz’e ve oradan Aden Körfezine uzanan bölgedeki nüfuzunu artırabilmek için çoğunlukla devlet dışı aktörlerle yakın işbirliği içine giriyor Türkiye’nin Irak ve Suriye’de askeri olarak sahaya inmekten kaçınmayacağını deklare etmesi ve bunu uygulamaya geçirmesinin, on yıllardır bu bölgede istediği gibi at koşturan ve kısmi netice elde eden örgütleri ve devletleri rahatsız edeceği aşikardır
HAKKI UYGUR - Irak Başbakanı Haydar el-İbadi 17 Ekim’de Irak ordusunun ve koalisyon güçlerinin DEAŞ terör örgütünün kontrolündeki Musul’u kurtarmak için geniş kapsamlı bir operasyon başlattıklarını açıkladı.
Haziran 2014'ten beri örgütün elinde bulunan şehre yönelik operasyonun başlamasından yaklaşık bir hafta kadar önce, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile İbadi arasında sert bir polemik yaşanmış, Türkiye’nin operasyonda yer alma talebini reddeden Irak hükümeti, Musul’un kuzeyinde bulunan Başika kampındaki Türk askerlerin bir an önce ülkeyi terk etmesini istemişti. Erdoğan’ın İbadi’ye yönelik “haddini bil” açıklaması, diplomatik teamüllere aykırı olduğu gerekçesiyle eleştirilse de Türkiye’nin Musul konusundaki endişelerinin derinliği ve ciddiyeti, meselenin bu düzeyde seslendirilmesine neden oldu.
Türkiye son dönemde her fırsatta ve en üst perdeden, Irak ve Suriye krizlerinin geldiği noktadan duyduğu rahatsızlığını ortaya koyuyor. 'Arap Baharı' sürecinin başında Ankara’nın insanî ancak 'naif' denilebilecek yaklaşım ve değerlendirmeleri bölgenin sert gerçekleriyle karşılaşınca, tabiri caizse “dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olunmasına” yol açtı.
- İran'ın bölgesel etkinliği ve hırsları
Bölge ülkelerinde yerel değerlerle barışık demokratik hükümetlerin tesisi bir yana, güney sınırlarımız, ülke içinde kanlı saldırılar düzenleyen PKK ve DEAŞ gibi terör örgütlerinin üssüne dönüştü, Ankara’nın Arap dünyasıyla kara bağlantısı kopma noktasına geldi. Türkiye’nin son birkaç yıldaki bölgesel kayıplarının ardında, derin bir güven krizi yaşadığı ABD gibi geleneksel müttefikleri tarafından yalnız bırakılması kadar, bölgesel etkinliğini ve hırslarını iyi hesap edemediği İran’ın da önemli rolü oldu.
Devrimin başından beri dış dünyayla yaşadığı güven bunalımını aşamadığı için kendisini sürekli tehdit altında hisseden ve devrimi takip eden on yıllar boyunca birçok badireler atlatan İran, 2003 Irak işgaliyle birlikte kendisine ket vuran en önemli tehditten kurtuldu ve işgal sonrası Irak’ta ciddi bir nüfuz alanı elde etti.
İran-Irak savaşı esnasında baskı gören Şii nüfusun bir bölümünün İran’a kaçması, 20 yıllık bu dönem içinde yarı Iraklı, yarı İranlı melez bir neslin yetişmesi ve Suriye'de ya da Avrupa’da yaşayan önemli Şii figürlerin Saddam sonrası Irak siyasi sahnesinde dış destek bulabilmek için İran’a yaklaşmaları gibi etkenler, İran’ın kısa süre içinde Irak’taki etkisini derinleştirdi. Bu durumda Suriye dahil Arap komşularının ve bölge ülkelerinin farklı sebeplerle de olsa yeni yönetime hasmane bir tavır takınmaları ve 'direnişçi grupları' desteklemeleri de etkili oldu.
- Irak eleştirilerine Tahran'dan yanıt
Nitekim Irak’ın işgali öncesinde İran’a mesafeli olmasıyla bilinen ve bu nedenle Ayetullah Muhammed Bakır el-Hakim liderliğindeki Irak Yüksek İslami Devrimi Konseyi ile sorunlar yaşayan Dava Partisi liderleri İbrahim Caferi ve sonrasında Nuri Maliki gibi isimlerin idaresindeki Irak, tam olarak İran etkisi altına girdi. Özellikle Maliki’nin gittikçe otoriterleşerek ülkedeki Sünnileri dışlaması ve adeta Şii bir Saddam Hüseyin kılığına bürünmesi, Sünni ve Kürt gruplarda tepkiye yol açtı ve dışlayıcı politikaların neden olduğu güvenlik krizi neticesinde Musul, merkezi yönetimden rahatsız kesimlerin de zımnî teyidi ile kısa süre içinde DEAŞ terör örgütünün eline geçerken Maliki de koltuğunu kaybetti.
Maliki’nin görevden ayrılması ve yerine Haydar el-İbadi’nin geçmesi, İran’ın ülke içindeki nüfuzunun azalmasını sağlamadı, aksine son Türkiye-Irak polemiğinde görüldüğü üzere, Irak’a yapılan eleştirilere cevap Tahran’dan geldi ve Türk Büyükelçisi İran Dışişleri Bakanlığına çağrıldı. İranlı yetkililer nispeten uzunca bir zamandır Bağdat’ı da tıpkı Şam, Beyrut ya da Sana gibi kendilerine bağlı bir başkent olarak görme eğilimini saklamıyorlar. Bu sebeple Türkiye’nin haklı tarihî ve insanî gerekçelere dayanan çıkışlarına cevabın 'İslamî Uyanış' Konferansına katılmak için Bağdat’ta bulunan dini lider Ayetullah Ali Hamaney’nin Dış Politika Danışmanı Ali Ekber Velayeti’den ve ardından Cumhurbaşkanı Ruhani’den gelmesi şaşırtıcı olmadı.
- İran'ın yayılmacı politikaları
İran’ın Arap dünyasına yönelik yayılmacı tavırları Irak ile sınırlı değil. Tahran yönetimi Akdeniz’den Kızıldeniz’e ve oradan Aden Körfezine uzanan bölgedeki nüfuzunu artırabilmek için, çoğunlukla devlet dışı aktörlerle yakın işbirliği içine giriyor ve bu amaçla Husiler örneğinde görüldüğü üzere, söz konusu grupları en ileri silahlarla donatmaktan çekinmiyor.
Bununla birlikte İran’ın temel stratejisini dayandırdığı ve uğruna yüzbinlerce sivilin öldürülmesini meşrulaştırdığı 'direniş ekseni’nin ana hattı, Irak ve Suriye’deki müttefiklerinin hakimiyeti altındaki bölgeler üzerinden geçen bir İran- Lübnan koridoru. İran uzun vadeli enerji nakli projelerinden, bölgedeki 'vekillerine' silah desteği sağlamaya kadar uzanan hedefleri için böyle bir koridoru zorunluluk addediyor. Ancak çatışmaların coğrafyası göz önüne alındığında İran’ın işi çok da kolay görünmüyor.
İlk olarak Suriye’nin doğu bölgelerinin muhaliflerin eline geçmesi ile Esed rejimiyle Irak arasındaki sınır kapanmış, ardından Irak’ta Musul eyaletinin tamamen DEAŞ’ın eline geçmesi İranlıların hayati olarak değerlendirdikleri bu koridorda bin kilometreyi aşan koca bir boşluk oluşturmuştur. Dolayısıyla Suriye savaşındaki son kazanımlarıyla inisiyatifi eline geçirdiği düşünülen İran, aslında söz konusu 'ekseni' çoktan yitirmiş durumda ve böyle bir kuşağı ihya edilebilmesi için 5 yıldır sağlayamadığı mutlak askeri zaferin yanı sıra (söz konusu iki ülkedeki Sünni Arap nüfusun İran karşıtı duyguları göz önüne alındığında) kitlesel göçlere yol açacak ölçüde çok ciddi bir demografik değişime ihtiyaç duymaktadır.
- PKK'nın Sincar'a yerleşme hedefi
Bu nedenle, bahis konusu demografik yapı ve fizikî coğrafya sebebiyle, 'Şii Koridoru' ya da 'Direniş Ekseni' için İran’ın farklı partnerler bulması kaçınılmaz görünüyor. Son yıllardaki gelişmeler sonucunda Irak ve Suriye’nin kuzeyinde ortaya çıkan Kürt bölgeleri, bu yeni ortağın Kürtler olabileceği düşüncesini uyandırıyor. Gerçekten de Musul’un kuzeyinden geçerek Türkiye’nin güney sınırları boyunca ilerleyen bir Kürt kuşağının, Akdeniz’e ulaşım yolunda İran’a epey yardımcı olacağı açıktır.
Ancak Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile soğuk ilişkiler içinde bulunan Tahran’ın, Kürdistan Yurtseverler Birliği ve Goran’ı kullanarak Barzani’yi devirme çabalarına karşı, Barzani’ye yakınlığı ile bilinen İran Kürdistan Demokratik Partisi’nin son dönemde İran içinde Devrim Muhafızlarını hedef alan şiddet eylemlerini artırması, İran’ın bu planlarını baltalıyor.
Buna karşılık Türkiye-Suriye sınırında geniş bir bölgede denetimi ele geçiren PKK'nın, Irak-Suriye-Türkiye sınırına yakın bir noktadaki Sincar’da dağlık bölgeye yerleşme çabasına girmesi de düşündürücü. Bölgeyi yeni bir Kandil yapma niyetinde olduğu anlaşılan örgütün bu çabaları, Lübnan Hizbullahı-Suriye Baas Rejimi ve İran İslam Cumhuriyeti arasındaki stratejik işbirliğine yeni bir aktörün katılabileceği düşüncesini doğuruyor. Her ne kadar PKK ve türevi terör örgütleri son yıllarda başta ABD olmak üzere Batılı ülkelere angaje olmuşlarsa da, Suriye örneğinde görüldüğü üzere, zaman zaman farklı aktörlerle de taktik işbirliğine gidebiliyorlar.
- Kuşatıcı söylem geliştirilmeli
Bununla birlikte İran’ın Musul operasyonuyla ilgili tek seçeneği PKK değil. Özellikle Musul’un batısında yer alan Telafer kasabasındaki Şii Türkmen nüfus üzerinden bölgeye nüfuz etmeye çalışan İran etkisindeki Haşdi Şabi milislerinin, DEAŞ’ı destekledikleri suçlamasıyla Sünni Türkmenlere baskı yaparak bölgeyi boşaltmayı amaçladıklarına dair iddialar ciddiye alınmalıdır. Türkiye ile tarihi ve kültürel bağlara sahip Şii Türkmenlerin nasıl olup da İran’ın etkisine açık bırakıldığı meselesi bağımsız bir şekilde ele alınmayı hak ediyor. Ancak bölgeye aktif bir şekilde dönmenin hazırlıklarını yapan Türkiye’nin, öncelikli olarak bölgedeki çeşitli dinî- etnik topluluklara yönelik özel ve uygun bir dil geliştirmesi gerekiyor.
Geçmişte Araplara karşı kullanılan genelleyici ve dışlayıcı dil önemli ölçüde terk edilse de, bu coğrafyanın aslî unsurlarından olan ve 3-5 yıl öncesine kadar Türkiye ile kurulu bağlarından gurur duyduklarını ifade eden toplulukların küstürülmesi, yalnızca Türkiye’nin alandaki gücünü sınırlayacak ve rakiplerine hizmet edecek. Gezegenin öbür ucundan gelen 'alakasız' güçler, Irak içindeki Ezidîlerden Şebeklere kadar, çok küçük ve marjinal kabul edilebilecek topluluklar için bile özel stratejiler ve söylemler geliştirirken, bölgede özel bir tarihî misyona sahip olan Türkiye’nin kuşatıcı bir söylem geliştirmesi hayati bir önem taşıyor.
- Türkiye'nin sahaya dönmesinden rahatsızlar
Özetle Türkiye’nin Irak ve Suriye’de askerî olarak sahaya inmekten kaçınmayacağını deklare etmesi ve bunu uygulamaya geçirmesinin, on yıllardır bu bölgede istediği gibi at koşturan ve kısmi netice elde eden örgütleri ve devletleri rahatsız edeceği aşikardır. Özellikle İran, Suriye ve Irak’ta kendisine karşı mücadele eden güçlere önemli darbeler indirdiği bir sırada, Türkiye’nin ağır ancak emin adımlarla sahaya inmesinden ve bölgesel planlarını bozmasından hoşlanmayacaktır.
Nitekim 26 Ekim’de, İran'ın dini lideri Hameney’e bağlı Keyhan gazetesinde yer alan Sadullah Zâreî imzalı başyazıda, Türkiye Cumhurbaşkanın şahsına yönelik iftira ve hakaretlere yer verilmesi, Tahran’ın Türkiye’nin yeni stratejisine karşı öfkesini yansıtması bakımından önemli. Yine aynı gün, aynı odağa bağlı Cumhuri-yi İslami gazetesinin isimsiz baş yazısında da benzer şekilde Cumhurbaşkanına ve yakınlarına yönelik çirkin iftiraların tekrarlanması ve Türkiye’nin İsrail ve ABD’nin kuklası olmakla itham edilmesi de, İran’ın yeni dönemde Türkiye’nin Suriye ve Irak özelinde attığı ve atacağı adımlar karşısında nasıl bir tutum takınacağını gözler önüne seriyor.
[Dr. Hakkı Uygur İran Araştırmaları Merkezi'nin (İRAM) başkan yardımcısıdır]
Kaynak: AA
Haziran 2014'ten beri örgütün elinde bulunan şehre yönelik operasyonun başlamasından yaklaşık bir hafta kadar önce, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile İbadi arasında sert bir polemik yaşanmış, Türkiye’nin operasyonda yer alma talebini reddeden Irak hükümeti, Musul’un kuzeyinde bulunan Başika kampındaki Türk askerlerin bir an önce ülkeyi terk etmesini istemişti. Erdoğan’ın İbadi’ye yönelik “haddini bil” açıklaması, diplomatik teamüllere aykırı olduğu gerekçesiyle eleştirilse de Türkiye’nin Musul konusundaki endişelerinin derinliği ve ciddiyeti, meselenin bu düzeyde seslendirilmesine neden oldu.
Türkiye son dönemde her fırsatta ve en üst perdeden, Irak ve Suriye krizlerinin geldiği noktadan duyduğu rahatsızlığını ortaya koyuyor. 'Arap Baharı' sürecinin başında Ankara’nın insanî ancak 'naif' denilebilecek yaklaşım ve değerlendirmeleri bölgenin sert gerçekleriyle karşılaşınca, tabiri caizse “dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olunmasına” yol açtı.
- İran'ın bölgesel etkinliği ve hırsları
Bölge ülkelerinde yerel değerlerle barışık demokratik hükümetlerin tesisi bir yana, güney sınırlarımız, ülke içinde kanlı saldırılar düzenleyen PKK ve DEAŞ gibi terör örgütlerinin üssüne dönüştü, Ankara’nın Arap dünyasıyla kara bağlantısı kopma noktasına geldi. Türkiye’nin son birkaç yıldaki bölgesel kayıplarının ardında, derin bir güven krizi yaşadığı ABD gibi geleneksel müttefikleri tarafından yalnız bırakılması kadar, bölgesel etkinliğini ve hırslarını iyi hesap edemediği İran’ın da önemli rolü oldu.
Devrimin başından beri dış dünyayla yaşadığı güven bunalımını aşamadığı için kendisini sürekli tehdit altında hisseden ve devrimi takip eden on yıllar boyunca birçok badireler atlatan İran, 2003 Irak işgaliyle birlikte kendisine ket vuran en önemli tehditten kurtuldu ve işgal sonrası Irak’ta ciddi bir nüfuz alanı elde etti.
İran-Irak savaşı esnasında baskı gören Şii nüfusun bir bölümünün İran’a kaçması, 20 yıllık bu dönem içinde yarı Iraklı, yarı İranlı melez bir neslin yetişmesi ve Suriye'de ya da Avrupa’da yaşayan önemli Şii figürlerin Saddam sonrası Irak siyasi sahnesinde dış destek bulabilmek için İran’a yaklaşmaları gibi etkenler, İran’ın kısa süre içinde Irak’taki etkisini derinleştirdi. Bu durumda Suriye dahil Arap komşularının ve bölge ülkelerinin farklı sebeplerle de olsa yeni yönetime hasmane bir tavır takınmaları ve 'direnişçi grupları' desteklemeleri de etkili oldu.
- Irak eleştirilerine Tahran'dan yanıt
Nitekim Irak’ın işgali öncesinde İran’a mesafeli olmasıyla bilinen ve bu nedenle Ayetullah Muhammed Bakır el-Hakim liderliğindeki Irak Yüksek İslami Devrimi Konseyi ile sorunlar yaşayan Dava Partisi liderleri İbrahim Caferi ve sonrasında Nuri Maliki gibi isimlerin idaresindeki Irak, tam olarak İran etkisi altına girdi. Özellikle Maliki’nin gittikçe otoriterleşerek ülkedeki Sünnileri dışlaması ve adeta Şii bir Saddam Hüseyin kılığına bürünmesi, Sünni ve Kürt gruplarda tepkiye yol açtı ve dışlayıcı politikaların neden olduğu güvenlik krizi neticesinde Musul, merkezi yönetimden rahatsız kesimlerin de zımnî teyidi ile kısa süre içinde DEAŞ terör örgütünün eline geçerken Maliki de koltuğunu kaybetti.
Maliki’nin görevden ayrılması ve yerine Haydar el-İbadi’nin geçmesi, İran’ın ülke içindeki nüfuzunun azalmasını sağlamadı, aksine son Türkiye-Irak polemiğinde görüldüğü üzere, Irak’a yapılan eleştirilere cevap Tahran’dan geldi ve Türk Büyükelçisi İran Dışişleri Bakanlığına çağrıldı. İranlı yetkililer nispeten uzunca bir zamandır Bağdat’ı da tıpkı Şam, Beyrut ya da Sana gibi kendilerine bağlı bir başkent olarak görme eğilimini saklamıyorlar. Bu sebeple Türkiye’nin haklı tarihî ve insanî gerekçelere dayanan çıkışlarına cevabın 'İslamî Uyanış' Konferansına katılmak için Bağdat’ta bulunan dini lider Ayetullah Ali Hamaney’nin Dış Politika Danışmanı Ali Ekber Velayeti’den ve ardından Cumhurbaşkanı Ruhani’den gelmesi şaşırtıcı olmadı.
- İran'ın yayılmacı politikaları
İran’ın Arap dünyasına yönelik yayılmacı tavırları Irak ile sınırlı değil. Tahran yönetimi Akdeniz’den Kızıldeniz’e ve oradan Aden Körfezine uzanan bölgedeki nüfuzunu artırabilmek için, çoğunlukla devlet dışı aktörlerle yakın işbirliği içine giriyor ve bu amaçla Husiler örneğinde görüldüğü üzere, söz konusu grupları en ileri silahlarla donatmaktan çekinmiyor.
Bununla birlikte İran’ın temel stratejisini dayandırdığı ve uğruna yüzbinlerce sivilin öldürülmesini meşrulaştırdığı 'direniş ekseni’nin ana hattı, Irak ve Suriye’deki müttefiklerinin hakimiyeti altındaki bölgeler üzerinden geçen bir İran- Lübnan koridoru. İran uzun vadeli enerji nakli projelerinden, bölgedeki 'vekillerine' silah desteği sağlamaya kadar uzanan hedefleri için böyle bir koridoru zorunluluk addediyor. Ancak çatışmaların coğrafyası göz önüne alındığında İran’ın işi çok da kolay görünmüyor.
İlk olarak Suriye’nin doğu bölgelerinin muhaliflerin eline geçmesi ile Esed rejimiyle Irak arasındaki sınır kapanmış, ardından Irak’ta Musul eyaletinin tamamen DEAŞ’ın eline geçmesi İranlıların hayati olarak değerlendirdikleri bu koridorda bin kilometreyi aşan koca bir boşluk oluşturmuştur. Dolayısıyla Suriye savaşındaki son kazanımlarıyla inisiyatifi eline geçirdiği düşünülen İran, aslında söz konusu 'ekseni' çoktan yitirmiş durumda ve böyle bir kuşağı ihya edilebilmesi için 5 yıldır sağlayamadığı mutlak askeri zaferin yanı sıra (söz konusu iki ülkedeki Sünni Arap nüfusun İran karşıtı duyguları göz önüne alındığında) kitlesel göçlere yol açacak ölçüde çok ciddi bir demografik değişime ihtiyaç duymaktadır.
- PKK'nın Sincar'a yerleşme hedefi
Bu nedenle, bahis konusu demografik yapı ve fizikî coğrafya sebebiyle, 'Şii Koridoru' ya da 'Direniş Ekseni' için İran’ın farklı partnerler bulması kaçınılmaz görünüyor. Son yıllardaki gelişmeler sonucunda Irak ve Suriye’nin kuzeyinde ortaya çıkan Kürt bölgeleri, bu yeni ortağın Kürtler olabileceği düşüncesini uyandırıyor. Gerçekten de Musul’un kuzeyinden geçerek Türkiye’nin güney sınırları boyunca ilerleyen bir Kürt kuşağının, Akdeniz’e ulaşım yolunda İran’a epey yardımcı olacağı açıktır.
Ancak Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile soğuk ilişkiler içinde bulunan Tahran’ın, Kürdistan Yurtseverler Birliği ve Goran’ı kullanarak Barzani’yi devirme çabalarına karşı, Barzani’ye yakınlığı ile bilinen İran Kürdistan Demokratik Partisi’nin son dönemde İran içinde Devrim Muhafızlarını hedef alan şiddet eylemlerini artırması, İran’ın bu planlarını baltalıyor.
Buna karşılık Türkiye-Suriye sınırında geniş bir bölgede denetimi ele geçiren PKK'nın, Irak-Suriye-Türkiye sınırına yakın bir noktadaki Sincar’da dağlık bölgeye yerleşme çabasına girmesi de düşündürücü. Bölgeyi yeni bir Kandil yapma niyetinde olduğu anlaşılan örgütün bu çabaları, Lübnan Hizbullahı-Suriye Baas Rejimi ve İran İslam Cumhuriyeti arasındaki stratejik işbirliğine yeni bir aktörün katılabileceği düşüncesini doğuruyor. Her ne kadar PKK ve türevi terör örgütleri son yıllarda başta ABD olmak üzere Batılı ülkelere angaje olmuşlarsa da, Suriye örneğinde görüldüğü üzere, zaman zaman farklı aktörlerle de taktik işbirliğine gidebiliyorlar.
- Kuşatıcı söylem geliştirilmeli
Bununla birlikte İran’ın Musul operasyonuyla ilgili tek seçeneği PKK değil. Özellikle Musul’un batısında yer alan Telafer kasabasındaki Şii Türkmen nüfus üzerinden bölgeye nüfuz etmeye çalışan İran etkisindeki Haşdi Şabi milislerinin, DEAŞ’ı destekledikleri suçlamasıyla Sünni Türkmenlere baskı yaparak bölgeyi boşaltmayı amaçladıklarına dair iddialar ciddiye alınmalıdır. Türkiye ile tarihi ve kültürel bağlara sahip Şii Türkmenlerin nasıl olup da İran’ın etkisine açık bırakıldığı meselesi bağımsız bir şekilde ele alınmayı hak ediyor. Ancak bölgeye aktif bir şekilde dönmenin hazırlıklarını yapan Türkiye’nin, öncelikli olarak bölgedeki çeşitli dinî- etnik topluluklara yönelik özel ve uygun bir dil geliştirmesi gerekiyor.
Geçmişte Araplara karşı kullanılan genelleyici ve dışlayıcı dil önemli ölçüde terk edilse de, bu coğrafyanın aslî unsurlarından olan ve 3-5 yıl öncesine kadar Türkiye ile kurulu bağlarından gurur duyduklarını ifade eden toplulukların küstürülmesi, yalnızca Türkiye’nin alandaki gücünü sınırlayacak ve rakiplerine hizmet edecek. Gezegenin öbür ucundan gelen 'alakasız' güçler, Irak içindeki Ezidîlerden Şebeklere kadar, çok küçük ve marjinal kabul edilebilecek topluluklar için bile özel stratejiler ve söylemler geliştirirken, bölgede özel bir tarihî misyona sahip olan Türkiye’nin kuşatıcı bir söylem geliştirmesi hayati bir önem taşıyor.
- Türkiye'nin sahaya dönmesinden rahatsızlar
Özetle Türkiye’nin Irak ve Suriye’de askerî olarak sahaya inmekten kaçınmayacağını deklare etmesi ve bunu uygulamaya geçirmesinin, on yıllardır bu bölgede istediği gibi at koşturan ve kısmi netice elde eden örgütleri ve devletleri rahatsız edeceği aşikardır. Özellikle İran, Suriye ve Irak’ta kendisine karşı mücadele eden güçlere önemli darbeler indirdiği bir sırada, Türkiye’nin ağır ancak emin adımlarla sahaya inmesinden ve bölgesel planlarını bozmasından hoşlanmayacaktır.
Nitekim 26 Ekim’de, İran'ın dini lideri Hameney’e bağlı Keyhan gazetesinde yer alan Sadullah Zâreî imzalı başyazıda, Türkiye Cumhurbaşkanın şahsına yönelik iftira ve hakaretlere yer verilmesi, Tahran’ın Türkiye’nin yeni stratejisine karşı öfkesini yansıtması bakımından önemli. Yine aynı gün, aynı odağa bağlı Cumhuri-yi İslami gazetesinin isimsiz baş yazısında da benzer şekilde Cumhurbaşkanına ve yakınlarına yönelik çirkin iftiraların tekrarlanması ve Türkiye’nin İsrail ve ABD’nin kuklası olmakla itham edilmesi de, İran’ın yeni dönemde Türkiye’nin Suriye ve Irak özelinde attığı ve atacağı adımlar karşısında nasıl bir tutum takınacağını gözler önüne seriyor.
[Dr. Hakkı Uygur İran Araştırmaları Merkezi'nin (İRAM) başkan yardımcısıdır]