Elif Şafak 'intihal'e cevap verdi
'Sözünü Sakınmadan'ın konuğu olan Elif Şafak, tartışılan konulara cevap verdi: ''Müslüman coğrafyadan gelmiş kadın yazar diye yaftalanmayı sevmiyorum... Türkiye'de edebiyat eleştirisinin yerine yazara saldırmak yaygın. Bu ülke sanatı besliyor ama sanatçıyı yıpratıyor.''
“Müslüman coğrafyadan gelmiş kadın yazar” diye yaftalanmayı sevmiyorum!
İstanbul Modern’in bahçesinde düzenlenen Sözünü Sakınmadan bu ay sürpriz bir konukla üçüncü kez takipçileriyle buluştu! Semih Gümüş ve Ömer Türkeş’in konuğu bu kez Elif Şafak’tı.
Sabit Fikir ve İstanbul Modern işbirliğiyle düzenlenen Sözünü Sakınmadan, aylık düzenini bozarak sürpriz bir konuk ağırladı. İlgiyle takip edilen etkinliğin usta eleştirmenleri Ömer Türkeş ve Semih Gümüş, İstanbul Modern’in bahçesinde bu sefer Elif Şafak’ı konuk ettiler. Yaklaşık 750 kişinin katıldığı etkinlikte soru ve yorumlarıyla okurlar da etkinliğin önemli bir parçasıydı.
Haberin devamı ↓reklam
Bir odanın kapısı kapandığında ardında ne yaşanır?
Söyleşi yazarın çok tartışılan son romanıyla başladı. Semih Gümüş İskender’in üç özelliğinin kendisi için önemli olduğunu vurguladı: “Birincisi, çok acı barındıran ve roman sanatında çok işlenen bir konu olan göçmenlik olgusunu ele alması. İkincisi, hem Türk hem Kürt, ne Kürt ne Türk olan bir aileyi ele alarak bizim toplumumuzda yaşadığımız birtakım gerçekliklere değmesi. Üçüncüsü ise elbette ailenin ve romanın kahramanı İskender.”
Bu romanı yazabilmek için uzun zaman İngiltere’de bulunan Elif Şafak, yazma sürecinin 1,5 sene sürdüğünü, bunun neredeyse yarısının araştırmak, hissetmek ve gözlemekle geçtiğini belirtti. Doğu-Batı, gitmek-kalmak gibi ikiliklerin her zaman ilgisini çektiğini söyleyen Şafak, farklı coğrafyada yaşayanların bu gözlem sürecinde kendisine yüreklerini açtıklarını dile getirdi. “Tabii ki Toprak ailesi kurgu; ama gördüklerim minik minik romana sızdı,” diyen yazar, her karaktere özen göstermeye çalıştığını ekledi.
Yazar uzun zamandır aile konusuna odaklanmayı arzu etmesine rağmen olgunlaşmayı beklediğini söyledi. “Belki de bugünü seçmiş olmamın, annelikle ilgisi var” diyen yazar konunun kendisi için her zaman ilgi çekici olduğunu vurguladı: “Aynı çatı altında bu kadar yakınken nasıl bu kadar uzak düşüyoruz? Ailenin bir ferdinin yüreğinde fırtınalar koparken, diğeri ne hisseder? Bir odanın kapısı kapandığı zaman, o kapının ardında anne çocuğun ya da çocuk annenin ne yaşadığını biliyor mu?”
“Her ne kadar kadın yazar erkeği, erkek yazar kadını anlatamaz yargısına katılmasam da bir güçlük olduğu muhakkak. İskender karakterinde bunu yaşadınız mı?” sorusuna Şafak, “Bu görüşe ben de katılmıyorum. Edebiyat tarihinde her ikisinin de pek çok iyi örneği var. İskender karakteri zordu ama bunun nedeni karakterin bir yumak gibi olmasıydı. Sırça yürekli ama tepkisel, kırıcı bir karakter. Hızlı büyümek zorunda kalan, ailenin reisi olan ya da olduğunu sanan bir oğlan çocuğu. Bu yumağı çözmek zordu” diyerek yanıt verdi.
“Töre cinayeti” demek kadına yönelik şiddeti öteliyor
Konu şiddete geldiğinde Semih Gümüş, Elif Şafak’ın ilk romanlarından sonra “her tür şiddete karşı olmak” gibi genellemeler yapmanın doğru olmadığını söylediğini hatırlatarak, bugün aynı fikirde olup olmadığını sordu.
“Yazmak da yıkıcı bir eylem. Yazarken bozmak da gerekiyor. Orada da yazarın kendisine uyguladığı bir şiddet var,” diyen yazar toplumsal şiddetten psikolojik şiddete, şiddeti tanımlarken ayrım yapmak gerektiğini vurguladı: “Mesela kadına yönelik şiddet, ismiyle tanımlanmalı. Ben, ‘töre cinayeti’ tabirinden hep kaçındım. Böyle söylendiğinde, bu şiddeti gelişmemiş bir yerde, bizden uzakta algılıyor, sorunu kelimelerle öteliyoruz. Halbuki kadına yönelik şiddetin doğusu, batısı, etnik kökeni yok. Hatta kadınlar bile işin içinde. Bu yüzden romanımda da bunu bu şekilde isimlendirmek önemliydi.”
İskender atmosferi yansıtıyor mu?
Ömer Türkeş, şiddet konusunun devamında, İskender romanının atmosferi veremediğini söyledi: “Romanda şiddet bize ilişkin, o ailenin geleneği içinde bir şey gibi duruyor. Hâlbuki göçmenlik konusu etrafında İngiltere’nin şiddeti daha fazla. Ama ben o atmosferi çok göremedim. Hikâye, bir iç hikaye gibi kalmış.”
Öncelikle aileye odaklandığını dile getiren Elif Şafak, atmosferin ne kadar hissedildiğinin karakterlere bağlı olduğunun altını çizdi: “Yurtdışında yaşayıp da o ülkeyi görmeyen, o atmosferi solumayan çok aile var. Özellikle kadınlar. Coğrafyayla ilişki karakterden karaktere değişiyor. Evet, mesela 70’lerde göçmenlere karşı düşmanlık çok. Bunu İskender karakteri üzerinden daha fazla görebiliyoruz çünkü o sokaklarda. Ama onda da başka tür çatışmalara tanık oluyoruz.”
Yazar, okuyuculardan gelen “Esma karakteri hakkını alamamış gibi. Erkek karakterlerin daha detaylı olduğunu hissettim. Esma tek boyutlu mu kaldı?” sorusuna ise, “Düşüneceğim. Esma’yı severek yazdım aslında. Annelerini seven ama anneleri gibi yaşamak istemeyen, ağabeylerinin ayrıcalıklı olduğunu hep hisseden ama ailesine bakmayı da üstlenen o kadar çok genç kız var ki... Benim için en önemli seslerden biriydi. Bu yüzden onun konuşmalarını birinci tekil şahıstan bırakmaya çalıştım. Ama biraz daha kenarda tutmak istedim, İskender’i çözmek önemliydi,” diyerek cevap verdi.
Kimlik konusu, temel sorunlar ve hikâyenin öne çıkması
Her iki eleştirmen de Elif Şafak’ın ilk romanlarında kimlik konusunun ağırlıklı bir yer tutuğunu, Bit Palas romanlarının temel konusu olduğunu belirtirken, bunun giderek değiştiğini, örneğin İskender’in hikâyenin öne çıktığı bir roman görünümde olduğunu vurguladı. Pinhan’daki, Şehrin Aynaları’ndaki gibi temel sorunların yerini hikâyenin almasının Şafak’ın romanını zayıflatan bir unsur olup olmadığı sorusuna yazar, “Tam tersi de olabilir. Bir kitapta önemli olan sizde kalan tortu, çıktığınız yolculuktur. Buradan buraya bir gidişat var. Kendimi tekrar ettiğimi sanmıyorum. Her kitap farklı, çünkü ben değiştim. Her gün değişiyoruz. Aşk’tan önce başka bir insandım, onu yazmayı bitirip dosyanın kapağını kapattığımda başka. Her kitap için böyle. Okumak gibi yazmak da değiştiriyor ve bu kıymetli. Belki başka bir romanda yine bir meseleyi tartışacağım. Kavram bulmayı isteyeceğim. Bunu planlı bir şekilde yapmak istemiyorum,” diyerek yanıt verdi.
Çok tartışılan konu: İngilizce yazmak
Elif Şafak’ın romanının Bit Palas’a kadar yükseldiğini, sonra ise düşüşe geçtiğini düşündüğünü söyleyen Ömer Türkeş, bunda başka bir dilde yazmaya geçmenin rol oynadığını düşündüğünü söyledi: “Dilin bir hafızası var. Başka bir dilde yazılmaz demiyorum. Ama değişimde dil değiştirmenin rol oynadığını, bu dil değişimiyle birlikte bir önceki kurgu ve kavramlar düzleminden hikâye anlatımına geçtiğinizi, bunun ben de ‘bir eksiklik var’ hissi yarattığını düşünüyorum.”
Çok tartışılan iki dilde yazmak ve dildeki üslup değişimi konusunda Elif Şafak şunları söyledi:
“Edebi dil anlamında benim hiçbir zaman tek bir dilim olmadı. Pinhan, Mahrem gibi romanların üslupları farklıdır. Hatta Mahrem romanında Osmanlı döneminde geçen bölümlerin dili de farklıdır. Ne kadar başardım tartışılır, ama arayışım bu. Nüanslara kıymet veriyorum; “tesadüf” kelimesi de “rastlantı” kelimesi de yaşasın ama “tevâfuk” kelimesi de yaşasın. Dil benim için yalnızca çatal gibi bir araç değil. O bir mekan, bir kıta. Bu yüzden hep yeni kelimeler arayışında oldum. İngilizce yazmak da bu arayışın bir parçası, seyahatin bir sonraki adımı. Bir başka dilde kendini yakalama gayreti var.
Üstelik aynı zamanda Türkçe yazmaya devam ediyorum. Kitaplarımı okurken birebir çeviri okumuyorsunuz. Yeniden yazıyorum. Çok kıymetli çevirmenlerle çalışıyorum ama onlardan sonra yeniden gözden geçiriyor, tekrardan yazıyorum. İki kat emek demek bu, ama bundan büyük keyif alıyorum. Kendi sesimi yeniden yakalıyorum. Bu süreçte bir kelimeye takılıp “Bu kelimenin kültürel anlamı ne?” diye düşünürken toplumu da daha yakından görüyorum. Bunun verdiği özgürlükten keyif alıyorum. Hep bir yerde kaldığınız zaman, bazen görmediğiniz ayrıntıları, çıkıp tekrar döndüğünüzde fark edersiniz. İngilizce ve Türkçe arasında gidip gelirken bu çalakalem yazmama değil, daha çok dikkat etmeme neden oluyor.”
“Eğer bir dilde rüya görüyorsanız, o dilde öykü, şiir yazabilirsiniz. Hele ki bu yüzyılda neden olmasın. Üstelik benim yaptığım yeni bir şey de değil. Osmanlının son döneminden itibaren iki dilli yazarlarımız vardı. Bize sonraları garip gelmeye başladı bu durum.”
Elif Şafak yine de Ömer Türkeş’in farklı dilde yazmanın formu değiştirdiği yönündeki yargısına katıldı.
Elif Şafak Türk edebiyatının neresinde?
Söyleşide, Elif Şafak’ın Türk edebiyatına ait olup olmadığı yönündeki güncel tartışmaya da yer verildi. Semih Gümüş, hem dünyadan hem de Kürt edebiyatı tartışmasından örneklerle kategorize etmenin zorluğunu ve çok da doğru olmadığını vurgularken, Elif Şafak, “Geçtiğimiz yüzyılın dar kalıplarının içinden konuşmaktan vazgeçmeliyiz. Bu yüzyılda çok örneği var, daha da artacak. Almanya’da ya da Hollanda’da yaşayan ve hatta mekik dokuyan iki kültürlü insanlar, iki dilde yazıp okuyan insanlar var. Yazdıklarım bence Türk edebiyatına aittir. Ama daha esnek bakmak gerekir, çünkü artık her şey daha akışkan. Ben kendimi o akışkanlık içine koyabilirim. Benim yazdıklarım aslında oldukça buralı. Ama pergel gibi, bir ayak burada sabit , diğeri çember çiziyor. Bunu sanatla edebiyatla da yapmayacaksak, neyle yapacağız?” yorumunda bulundu.
Ömer Türkeş ise şiirde “dil” unsurunun son derece belirleyici ve baskın olduğunu, ancak romanın aidiyetini, yapısından ötürü, kültür, kimlik vb. gibi konularla; işlediği meselelerle belli ettiğini söylerken, tartışmanın başka bir yönüne de vurgu yaptı: “Bu ülkede hangimiz için Dostoyevski ya da Balzac yabancıdır?”
Elif Şafak kendisinin Türk edebiyatı içindeki yerini ve post-modern yazar yakıştırmasına katılıp katılmadığı yönündeki görüşlerini ise şöyle açıkladı: “Yazarın kendine sıfat vermesi o kadar zor ki. Eleştiriye ve eleştirmene ihtiyaç burada da ortaya çıkıyor. Yazar çağının, döneminin ürünüdür. Bir dönemden bir dönem geçişi yakalayacak, gösterecek kişi ise eleştirmen. Buna ihtiyaç var. Ama kendi kendime kaldığımda kendimi “hikâye anlatıcı” olarak görüyorum. En evrensel, en kadim sanatlardan birisi bu. Diğer her şey değişken. Bir kitap post-modern olabilir, diğerleri olmayabilir. Edebiyat eleştirmenlerinin nasıl değerlendirdiği önemli, ben kendimi yalnızca edebiyatçı olarak görüyorum, o kadar.”
“Müslüman coğrafyanın kadın yazarı” yaftası
Yazarları başka türlü yaftalama biçimleri de olduğunu söyleyen Elif Şafak, Batı’da kendisine yer yer nasıl bakıldığından örnek verdi: “Batı’da “Müslüman coğrafyadan gelmiş kadın yazar” diye bakılabiliyor. Bu doğrultuda yazman bekleniyor. Bu anlamda yaftalanmayı sevmiyorum. Aslında yaratıcı yazım kursları ve üniversitelerde “bildiğiniz şeyi yazın” derken öğretilen de biraz bu. Edebiyat böyle sınırlandırılmamalı.”
Şafak, Batı’da Türk edebiyatı ile algıların zenginleştiğini vurguladı: “Bazen ne yeterince doğulu ne yeterince batılı bulunduğunu düşünüyorum. Türkiye, kategorilerle anlaşılacak bir ülke değil ve bu hız çağında kategoriler dışında anlamaya çalışmaya vakti yok. Biraz bunun sıkıntısı var. Ama Türk edebiyatı ilgi konusu ve bizim burada kendimize yaptığımızdan daha soğukkanlı ve iyimser değerlendirmeler okuyorum. Nevi şahsına münhasır bir ülke burası, bu yüzden bizim burada tartıştığımız konuların bütün dünya için de önemli olduğunu düşünüyorum. Bu ülke sanatı besliyor ama sanatçıyı yıpratıyor.”
İntihal tartışması ve Türkiye’nin kültürel eliti
Yazar, yalnızca ikiz kardeşler, göçmenlik olgusu, pencere meselesi gibi bir benzerliklerle intihal iddiasında bulunulmasının doğru olmadığını söylerken; bugüne kadar 8 romanı ve 11 kitabı bulunduğunun ve her zaman kendi emeğinden yola çıktığının altını çizdi.
Türkiye’de edebiyat eleştirisinin yerine yazara saldırmanın yaygın olduğunu söyleyen yazar, bizde hep yazarın konuşulduğuna, oysa yazılanların konuşulmasına ihtiyaç olduğuna vurgu yaptı. Hakkında çıkan dedikodular gibi saldırıların da, internetin zemin hazırladığı bilgi kirliliğinden ötürü kolaylaştığını söyledi. Bu gibi saldırıların dar bir çevreden, kültürel bir elitten çıktığını, basına da oradan yansıdığını vurgulayan yazar, “Türkiye’nin tamamı böyle değil. Okur başka bir yerde. Okur, ilk 20 sayfadan sonra o kitabı beğenmediğine karar verdiyse kimse ona o kitabı okutamaz, beğendiyse de söylenenlere aldırmaz. Bunları birbirinden ayırabiliyorum” dedikten sonra seyircilerden alkış aldı.
Türkeş’in “Edebiyat eleştirinin bu kadar magazinsel olmasının nedeni pop kültürünün her alanı etkilemesi. Futbol ve siyasette de böyle. Biz edebiyata geldiğinde şaşırıyoruz. Ama biz de o kanalları kullanıyoruz. Bizi de bu şekilde içine çekmiyor mu?” sorusuna Elif Şafak şu şekilde cevap verdi: “Kurduğunuz bağı anladım ama bence bu durum popüler kültürden değil, kültürel elit içinde adacıklardan çıkıyor. Basın da onları çevreliyor. Bizdeki elitizm popüler kültürü de küçümsüyor. Çok satıyorsa yozdur gibi. Bu bir halkı küçümsemektir. Az satsa sevecek belki sizi. Halkın okuduğunu sevmiyor. Benim düşüncem şu: Bir yazar 5000 de satabilir 5 milyon da. Ama herkesin okuması biriciktir. Her okur kendi nazarını, gözünü getiriyor. Parmak izleri gibi. Böyle bakıyorum. Türkiye’de örtük bir elitizm var. Ben okurun üstüne, karakterlerin üstüne koymuyorum kendimi, mesaj verme, öğretme kaygım yok. Tabii ki yazdıktan sonra fazla insan okumasını isterim. Camus: “okunup okunmamayı önemseyemeyen yazarı alkışlayın ama inanmayın” demiş. Ben yazarken hayali bir aleme gidiyorum. Ama sonra bitince okura ulaşmasını istiyorum, bunun için uğraşıyorum.”
Reklam okurla kitap arasına girmek mi?
Semih Gümüş, “Reklam kişisel bir tercih, karışılmaz. Ama yazdığınız romanla okur arasına giriyor olmuyor musunuz? Sizin dediğiniz gibi her okurun okuması farklı. Ama siz araya girerseniz onu bozabilir, özgür okumayı engelleyebilirsiniz. Yazarı tartışmak tabii ki yanlış ama yazar kendisini çok öne çıkarıyorsa, buna kendi de neden olabilir,” yorumunda bulunurken, Elif Şafak, okurla temas etme ve tanıtım sürecinin yazarın asosyalliğini dengeleyen bir süreç olduğunu düşündüğünü, bununla birlikte okura rehberlik eden bir tutumdan kaçındığını belirtti: “Kitabım çıktığı zaman, konuyu özellikle kitaba çekmek şartıyla ortalarda gözüküyorum. Özel yaşama ilişkin sorulardan olabildiğince uzak duruyorum. Sanıldığının aksine pek çok fotoğraf çekimi ve röportaj teklifini de reddediyorum. Zaten yalnız bir meslek bu; bu yüzden şişkin egolar ediniyoruz, karakterler yaratarak insanların kaderini belirlediğimizi sanıyoruz. Ben bu tanıtım süreçlerine kamusal alanla asosyallik arasında sarkaç gibi bakıyorum. Bittiği zaman zaten çekiliyorum yine kendi kozama.”
Şafak çok satma konusuna da değindi: “Ankara-İstanbul-İzmir üçgeninin dışına çıkabilmek, okur kazanmak önemli. Biraz da bunun için önem veriyorum bu konuya. Yazarken beni gölgelemedikçe ben okura ulaşma çabasından yanayım. O okur bende kalmayacak, başka şeyler de okuyacak. Erzurum’daki Ayşe Teyze’nin okumasını eleştiri olan söyleyen oldu benim için. Bu benim için eleştiri değil. Edebiyat herkese açık olmalı, bu elitistliği kırmak gerek. Erzurum’daki Ayşe teyze için yazmak başka bir şey tabii ki.”
Kişisel olan politiktir
Etkinliğe katılanlardan gelen “Artık pek politik açıklamanız olmuyor. Bunun 301’den muzdarip olmakla mı ilgisi var?” sorusuna Şafak’ın yanıtı şöyle oldu: “Politika ‘erk’le ilgili. Güçle ilgili. İktidarla, yalnızca siyasal iktidarla değil her tür iktidar ilişkisiyle ilgili. Politika hayatın içinde her yerde var. Feminist hareketin en önemli getirilerinden biri “kişisel olan politiktir” yaklaşımı oldu. Eleştirdiğim pek çok şeyi söylüyorum. Tepeden söylememeye çalışıyorum, insanı anlamaya çalışıyorum. Bu bile böyle bir ülkede politik bir duruş. ama kastettiğiniz polemikler, basında kavgalar vs. ise bunu yapmayacağım. Bu benim mizacım değil.”
Kendi içimde bir monarşi varmış
Elif Şafak, magazine karşı olduğunu söylemesine rağmen Siyah Süt’te kendini anlattığına dikkat çekmesi üzerine, “Romanlarımın hiçbirinde kendimden yola çıkmadım. Kendimi anlatmayı sevmem. Siyah Süt tek istisna. Orada da özel hayatımı anlatmadım. Kendi içimde yaşadığım yaratmak ne demek gibi soruların peşine düştüm, kendi içimdeki sesleri dinledim, kendimle dalga da geçtim. Edebiyatçılar bunu bir dönemlerinde yaparlar. O kitap öncesinde yoğun bir depresyon da yaşadım. Benim içimde bir monarşi varmış, onu fark ettim. Ben ona “Sinik Entel Hanım” diyorum. Bir de “Can Derviş Hanım” olarak gördüğüm daha sufi bir tarafım var. Diğerlerini, diğer sesleri ise bastırdım. Benim için iç demokrasiye geçisin öyküsü aslında. Birçoğumuzda da ortak damarlar yakaladığına inanıyorum,” yorumunda bulundu.
İstanbul Modern’in bahçesinde düzenlenen Sözünü Sakınmadan bu ay sürpriz bir konukla üçüncü kez takipçileriyle buluştu! Semih Gümüş ve Ömer Türkeş’in konuğu bu kez Elif Şafak’tı.
Sabit Fikir ve İstanbul Modern işbirliğiyle düzenlenen Sözünü Sakınmadan, aylık düzenini bozarak sürpriz bir konuk ağırladı. İlgiyle takip edilen etkinliğin usta eleştirmenleri Ömer Türkeş ve Semih Gümüş, İstanbul Modern’in bahçesinde bu sefer Elif Şafak’ı konuk ettiler. Yaklaşık 750 kişinin katıldığı etkinlikte soru ve yorumlarıyla okurlar da etkinliğin önemli bir parçasıydı.
Haberin devamı ↓reklam
Bir odanın kapısı kapandığında ardında ne yaşanır?
Söyleşi yazarın çok tartışılan son romanıyla başladı. Semih Gümüş İskender’in üç özelliğinin kendisi için önemli olduğunu vurguladı: “Birincisi, çok acı barındıran ve roman sanatında çok işlenen bir konu olan göçmenlik olgusunu ele alması. İkincisi, hem Türk hem Kürt, ne Kürt ne Türk olan bir aileyi ele alarak bizim toplumumuzda yaşadığımız birtakım gerçekliklere değmesi. Üçüncüsü ise elbette ailenin ve romanın kahramanı İskender.”
Bu romanı yazabilmek için uzun zaman İngiltere’de bulunan Elif Şafak, yazma sürecinin 1,5 sene sürdüğünü, bunun neredeyse yarısının araştırmak, hissetmek ve gözlemekle geçtiğini belirtti. Doğu-Batı, gitmek-kalmak gibi ikiliklerin her zaman ilgisini çektiğini söyleyen Şafak, farklı coğrafyada yaşayanların bu gözlem sürecinde kendisine yüreklerini açtıklarını dile getirdi. “Tabii ki Toprak ailesi kurgu; ama gördüklerim minik minik romana sızdı,” diyen yazar, her karaktere özen göstermeye çalıştığını ekledi.
Yazar uzun zamandır aile konusuna odaklanmayı arzu etmesine rağmen olgunlaşmayı beklediğini söyledi. “Belki de bugünü seçmiş olmamın, annelikle ilgisi var” diyen yazar konunun kendisi için her zaman ilgi çekici olduğunu vurguladı: “Aynı çatı altında bu kadar yakınken nasıl bu kadar uzak düşüyoruz? Ailenin bir ferdinin yüreğinde fırtınalar koparken, diğeri ne hisseder? Bir odanın kapısı kapandığı zaman, o kapının ardında anne çocuğun ya da çocuk annenin ne yaşadığını biliyor mu?”
“Her ne kadar kadın yazar erkeği, erkek yazar kadını anlatamaz yargısına katılmasam da bir güçlük olduğu muhakkak. İskender karakterinde bunu yaşadınız mı?” sorusuna Şafak, “Bu görüşe ben de katılmıyorum. Edebiyat tarihinde her ikisinin de pek çok iyi örneği var. İskender karakteri zordu ama bunun nedeni karakterin bir yumak gibi olmasıydı. Sırça yürekli ama tepkisel, kırıcı bir karakter. Hızlı büyümek zorunda kalan, ailenin reisi olan ya da olduğunu sanan bir oğlan çocuğu. Bu yumağı çözmek zordu” diyerek yanıt verdi.
“Töre cinayeti” demek kadına yönelik şiddeti öteliyor
Konu şiddete geldiğinde Semih Gümüş, Elif Şafak’ın ilk romanlarından sonra “her tür şiddete karşı olmak” gibi genellemeler yapmanın doğru olmadığını söylediğini hatırlatarak, bugün aynı fikirde olup olmadığını sordu.
“Yazmak da yıkıcı bir eylem. Yazarken bozmak da gerekiyor. Orada da yazarın kendisine uyguladığı bir şiddet var,” diyen yazar toplumsal şiddetten psikolojik şiddete, şiddeti tanımlarken ayrım yapmak gerektiğini vurguladı: “Mesela kadına yönelik şiddet, ismiyle tanımlanmalı. Ben, ‘töre cinayeti’ tabirinden hep kaçındım. Böyle söylendiğinde, bu şiddeti gelişmemiş bir yerde, bizden uzakta algılıyor, sorunu kelimelerle öteliyoruz. Halbuki kadına yönelik şiddetin doğusu, batısı, etnik kökeni yok. Hatta kadınlar bile işin içinde. Bu yüzden romanımda da bunu bu şekilde isimlendirmek önemliydi.”
İskender atmosferi yansıtıyor mu?
Ömer Türkeş, şiddet konusunun devamında, İskender romanının atmosferi veremediğini söyledi: “Romanda şiddet bize ilişkin, o ailenin geleneği içinde bir şey gibi duruyor. Hâlbuki göçmenlik konusu etrafında İngiltere’nin şiddeti daha fazla. Ama ben o atmosferi çok göremedim. Hikâye, bir iç hikaye gibi kalmış.”
Öncelikle aileye odaklandığını dile getiren Elif Şafak, atmosferin ne kadar hissedildiğinin karakterlere bağlı olduğunun altını çizdi: “Yurtdışında yaşayıp da o ülkeyi görmeyen, o atmosferi solumayan çok aile var. Özellikle kadınlar. Coğrafyayla ilişki karakterden karaktere değişiyor. Evet, mesela 70’lerde göçmenlere karşı düşmanlık çok. Bunu İskender karakteri üzerinden daha fazla görebiliyoruz çünkü o sokaklarda. Ama onda da başka tür çatışmalara tanık oluyoruz.”
Yazar, okuyuculardan gelen “Esma karakteri hakkını alamamış gibi. Erkek karakterlerin daha detaylı olduğunu hissettim. Esma tek boyutlu mu kaldı?” sorusuna ise, “Düşüneceğim. Esma’yı severek yazdım aslında. Annelerini seven ama anneleri gibi yaşamak istemeyen, ağabeylerinin ayrıcalıklı olduğunu hep hisseden ama ailesine bakmayı da üstlenen o kadar çok genç kız var ki... Benim için en önemli seslerden biriydi. Bu yüzden onun konuşmalarını birinci tekil şahıstan bırakmaya çalıştım. Ama biraz daha kenarda tutmak istedim, İskender’i çözmek önemliydi,” diyerek cevap verdi.
Kimlik konusu, temel sorunlar ve hikâyenin öne çıkması
Her iki eleştirmen de Elif Şafak’ın ilk romanlarında kimlik konusunun ağırlıklı bir yer tutuğunu, Bit Palas romanlarının temel konusu olduğunu belirtirken, bunun giderek değiştiğini, örneğin İskender’in hikâyenin öne çıktığı bir roman görünümde olduğunu vurguladı. Pinhan’daki, Şehrin Aynaları’ndaki gibi temel sorunların yerini hikâyenin almasının Şafak’ın romanını zayıflatan bir unsur olup olmadığı sorusuna yazar, “Tam tersi de olabilir. Bir kitapta önemli olan sizde kalan tortu, çıktığınız yolculuktur. Buradan buraya bir gidişat var. Kendimi tekrar ettiğimi sanmıyorum. Her kitap farklı, çünkü ben değiştim. Her gün değişiyoruz. Aşk’tan önce başka bir insandım, onu yazmayı bitirip dosyanın kapağını kapattığımda başka. Her kitap için böyle. Okumak gibi yazmak da değiştiriyor ve bu kıymetli. Belki başka bir romanda yine bir meseleyi tartışacağım. Kavram bulmayı isteyeceğim. Bunu planlı bir şekilde yapmak istemiyorum,” diyerek yanıt verdi.
Çok tartışılan konu: İngilizce yazmak
Elif Şafak’ın romanının Bit Palas’a kadar yükseldiğini, sonra ise düşüşe geçtiğini düşündüğünü söyleyen Ömer Türkeş, bunda başka bir dilde yazmaya geçmenin rol oynadığını düşündüğünü söyledi: “Dilin bir hafızası var. Başka bir dilde yazılmaz demiyorum. Ama değişimde dil değiştirmenin rol oynadığını, bu dil değişimiyle birlikte bir önceki kurgu ve kavramlar düzleminden hikâye anlatımına geçtiğinizi, bunun ben de ‘bir eksiklik var’ hissi yarattığını düşünüyorum.”
Çok tartışılan iki dilde yazmak ve dildeki üslup değişimi konusunda Elif Şafak şunları söyledi:
“Edebi dil anlamında benim hiçbir zaman tek bir dilim olmadı. Pinhan, Mahrem gibi romanların üslupları farklıdır. Hatta Mahrem romanında Osmanlı döneminde geçen bölümlerin dili de farklıdır. Ne kadar başardım tartışılır, ama arayışım bu. Nüanslara kıymet veriyorum; “tesadüf” kelimesi de “rastlantı” kelimesi de yaşasın ama “tevâfuk” kelimesi de yaşasın. Dil benim için yalnızca çatal gibi bir araç değil. O bir mekan, bir kıta. Bu yüzden hep yeni kelimeler arayışında oldum. İngilizce yazmak da bu arayışın bir parçası, seyahatin bir sonraki adımı. Bir başka dilde kendini yakalama gayreti var.
Üstelik aynı zamanda Türkçe yazmaya devam ediyorum. Kitaplarımı okurken birebir çeviri okumuyorsunuz. Yeniden yazıyorum. Çok kıymetli çevirmenlerle çalışıyorum ama onlardan sonra yeniden gözden geçiriyor, tekrardan yazıyorum. İki kat emek demek bu, ama bundan büyük keyif alıyorum. Kendi sesimi yeniden yakalıyorum. Bu süreçte bir kelimeye takılıp “Bu kelimenin kültürel anlamı ne?” diye düşünürken toplumu da daha yakından görüyorum. Bunun verdiği özgürlükten keyif alıyorum. Hep bir yerde kaldığınız zaman, bazen görmediğiniz ayrıntıları, çıkıp tekrar döndüğünüzde fark edersiniz. İngilizce ve Türkçe arasında gidip gelirken bu çalakalem yazmama değil, daha çok dikkat etmeme neden oluyor.”
“Eğer bir dilde rüya görüyorsanız, o dilde öykü, şiir yazabilirsiniz. Hele ki bu yüzyılda neden olmasın. Üstelik benim yaptığım yeni bir şey de değil. Osmanlının son döneminden itibaren iki dilli yazarlarımız vardı. Bize sonraları garip gelmeye başladı bu durum.”
Elif Şafak yine de Ömer Türkeş’in farklı dilde yazmanın formu değiştirdiği yönündeki yargısına katıldı.
Elif Şafak Türk edebiyatının neresinde?
Söyleşide, Elif Şafak’ın Türk edebiyatına ait olup olmadığı yönündeki güncel tartışmaya da yer verildi. Semih Gümüş, hem dünyadan hem de Kürt edebiyatı tartışmasından örneklerle kategorize etmenin zorluğunu ve çok da doğru olmadığını vurgularken, Elif Şafak, “Geçtiğimiz yüzyılın dar kalıplarının içinden konuşmaktan vazgeçmeliyiz. Bu yüzyılda çok örneği var, daha da artacak. Almanya’da ya da Hollanda’da yaşayan ve hatta mekik dokuyan iki kültürlü insanlar, iki dilde yazıp okuyan insanlar var. Yazdıklarım bence Türk edebiyatına aittir. Ama daha esnek bakmak gerekir, çünkü artık her şey daha akışkan. Ben kendimi o akışkanlık içine koyabilirim. Benim yazdıklarım aslında oldukça buralı. Ama pergel gibi, bir ayak burada sabit , diğeri çember çiziyor. Bunu sanatla edebiyatla da yapmayacaksak, neyle yapacağız?” yorumunda bulundu.
Ömer Türkeş ise şiirde “dil” unsurunun son derece belirleyici ve baskın olduğunu, ancak romanın aidiyetini, yapısından ötürü, kültür, kimlik vb. gibi konularla; işlediği meselelerle belli ettiğini söylerken, tartışmanın başka bir yönüne de vurgu yaptı: “Bu ülkede hangimiz için Dostoyevski ya da Balzac yabancıdır?”
Elif Şafak kendisinin Türk edebiyatı içindeki yerini ve post-modern yazar yakıştırmasına katılıp katılmadığı yönündeki görüşlerini ise şöyle açıkladı: “Yazarın kendine sıfat vermesi o kadar zor ki. Eleştiriye ve eleştirmene ihtiyaç burada da ortaya çıkıyor. Yazar çağının, döneminin ürünüdür. Bir dönemden bir dönem geçişi yakalayacak, gösterecek kişi ise eleştirmen. Buna ihtiyaç var. Ama kendi kendime kaldığımda kendimi “hikâye anlatıcı” olarak görüyorum. En evrensel, en kadim sanatlardan birisi bu. Diğer her şey değişken. Bir kitap post-modern olabilir, diğerleri olmayabilir. Edebiyat eleştirmenlerinin nasıl değerlendirdiği önemli, ben kendimi yalnızca edebiyatçı olarak görüyorum, o kadar.”
“Müslüman coğrafyanın kadın yazarı” yaftası
Yazarları başka türlü yaftalama biçimleri de olduğunu söyleyen Elif Şafak, Batı’da kendisine yer yer nasıl bakıldığından örnek verdi: “Batı’da “Müslüman coğrafyadan gelmiş kadın yazar” diye bakılabiliyor. Bu doğrultuda yazman bekleniyor. Bu anlamda yaftalanmayı sevmiyorum. Aslında yaratıcı yazım kursları ve üniversitelerde “bildiğiniz şeyi yazın” derken öğretilen de biraz bu. Edebiyat böyle sınırlandırılmamalı.”
Şafak, Batı’da Türk edebiyatı ile algıların zenginleştiğini vurguladı: “Bazen ne yeterince doğulu ne yeterince batılı bulunduğunu düşünüyorum. Türkiye, kategorilerle anlaşılacak bir ülke değil ve bu hız çağında kategoriler dışında anlamaya çalışmaya vakti yok. Biraz bunun sıkıntısı var. Ama Türk edebiyatı ilgi konusu ve bizim burada kendimize yaptığımızdan daha soğukkanlı ve iyimser değerlendirmeler okuyorum. Nevi şahsına münhasır bir ülke burası, bu yüzden bizim burada tartıştığımız konuların bütün dünya için de önemli olduğunu düşünüyorum. Bu ülke sanatı besliyor ama sanatçıyı yıpratıyor.”
İntihal tartışması ve Türkiye’nin kültürel eliti
Yazar, yalnızca ikiz kardeşler, göçmenlik olgusu, pencere meselesi gibi bir benzerliklerle intihal iddiasında bulunulmasının doğru olmadığını söylerken; bugüne kadar 8 romanı ve 11 kitabı bulunduğunun ve her zaman kendi emeğinden yola çıktığının altını çizdi.
Türkiye’de edebiyat eleştirisinin yerine yazara saldırmanın yaygın olduğunu söyleyen yazar, bizde hep yazarın konuşulduğuna, oysa yazılanların konuşulmasına ihtiyaç olduğuna vurgu yaptı. Hakkında çıkan dedikodular gibi saldırıların da, internetin zemin hazırladığı bilgi kirliliğinden ötürü kolaylaştığını söyledi. Bu gibi saldırıların dar bir çevreden, kültürel bir elitten çıktığını, basına da oradan yansıdığını vurgulayan yazar, “Türkiye’nin tamamı böyle değil. Okur başka bir yerde. Okur, ilk 20 sayfadan sonra o kitabı beğenmediğine karar verdiyse kimse ona o kitabı okutamaz, beğendiyse de söylenenlere aldırmaz. Bunları birbirinden ayırabiliyorum” dedikten sonra seyircilerden alkış aldı.
Türkeş’in “Edebiyat eleştirinin bu kadar magazinsel olmasının nedeni pop kültürünün her alanı etkilemesi. Futbol ve siyasette de böyle. Biz edebiyata geldiğinde şaşırıyoruz. Ama biz de o kanalları kullanıyoruz. Bizi de bu şekilde içine çekmiyor mu?” sorusuna Elif Şafak şu şekilde cevap verdi: “Kurduğunuz bağı anladım ama bence bu durum popüler kültürden değil, kültürel elit içinde adacıklardan çıkıyor. Basın da onları çevreliyor. Bizdeki elitizm popüler kültürü de küçümsüyor. Çok satıyorsa yozdur gibi. Bu bir halkı küçümsemektir. Az satsa sevecek belki sizi. Halkın okuduğunu sevmiyor. Benim düşüncem şu: Bir yazar 5000 de satabilir 5 milyon da. Ama herkesin okuması biriciktir. Her okur kendi nazarını, gözünü getiriyor. Parmak izleri gibi. Böyle bakıyorum. Türkiye’de örtük bir elitizm var. Ben okurun üstüne, karakterlerin üstüne koymuyorum kendimi, mesaj verme, öğretme kaygım yok. Tabii ki yazdıktan sonra fazla insan okumasını isterim. Camus: “okunup okunmamayı önemseyemeyen yazarı alkışlayın ama inanmayın” demiş. Ben yazarken hayali bir aleme gidiyorum. Ama sonra bitince okura ulaşmasını istiyorum, bunun için uğraşıyorum.”
Reklam okurla kitap arasına girmek mi?
Semih Gümüş, “Reklam kişisel bir tercih, karışılmaz. Ama yazdığınız romanla okur arasına giriyor olmuyor musunuz? Sizin dediğiniz gibi her okurun okuması farklı. Ama siz araya girerseniz onu bozabilir, özgür okumayı engelleyebilirsiniz. Yazarı tartışmak tabii ki yanlış ama yazar kendisini çok öne çıkarıyorsa, buna kendi de neden olabilir,” yorumunda bulunurken, Elif Şafak, okurla temas etme ve tanıtım sürecinin yazarın asosyalliğini dengeleyen bir süreç olduğunu düşündüğünü, bununla birlikte okura rehberlik eden bir tutumdan kaçındığını belirtti: “Kitabım çıktığı zaman, konuyu özellikle kitaba çekmek şartıyla ortalarda gözüküyorum. Özel yaşama ilişkin sorulardan olabildiğince uzak duruyorum. Sanıldığının aksine pek çok fotoğraf çekimi ve röportaj teklifini de reddediyorum. Zaten yalnız bir meslek bu; bu yüzden şişkin egolar ediniyoruz, karakterler yaratarak insanların kaderini belirlediğimizi sanıyoruz. Ben bu tanıtım süreçlerine kamusal alanla asosyallik arasında sarkaç gibi bakıyorum. Bittiği zaman zaten çekiliyorum yine kendi kozama.”
Şafak çok satma konusuna da değindi: “Ankara-İstanbul-İzmir üçgeninin dışına çıkabilmek, okur kazanmak önemli. Biraz da bunun için önem veriyorum bu konuya. Yazarken beni gölgelemedikçe ben okura ulaşma çabasından yanayım. O okur bende kalmayacak, başka şeyler de okuyacak. Erzurum’daki Ayşe Teyze’nin okumasını eleştiri olan söyleyen oldu benim için. Bu benim için eleştiri değil. Edebiyat herkese açık olmalı, bu elitistliği kırmak gerek. Erzurum’daki Ayşe teyze için yazmak başka bir şey tabii ki.”
Kişisel olan politiktir
Etkinliğe katılanlardan gelen “Artık pek politik açıklamanız olmuyor. Bunun 301’den muzdarip olmakla mı ilgisi var?” sorusuna Şafak’ın yanıtı şöyle oldu: “Politika ‘erk’le ilgili. Güçle ilgili. İktidarla, yalnızca siyasal iktidarla değil her tür iktidar ilişkisiyle ilgili. Politika hayatın içinde her yerde var. Feminist hareketin en önemli getirilerinden biri “kişisel olan politiktir” yaklaşımı oldu. Eleştirdiğim pek çok şeyi söylüyorum. Tepeden söylememeye çalışıyorum, insanı anlamaya çalışıyorum. Bu bile böyle bir ülkede politik bir duruş. ama kastettiğiniz polemikler, basında kavgalar vs. ise bunu yapmayacağım. Bu benim mizacım değil.”
Kendi içimde bir monarşi varmış
Elif Şafak, magazine karşı olduğunu söylemesine rağmen Siyah Süt’te kendini anlattığına dikkat çekmesi üzerine, “Romanlarımın hiçbirinde kendimden yola çıkmadım. Kendimi anlatmayı sevmem. Siyah Süt tek istisna. Orada da özel hayatımı anlatmadım. Kendi içimde yaşadığım yaratmak ne demek gibi soruların peşine düştüm, kendi içimdeki sesleri dinledim, kendimle dalga da geçtim. Edebiyatçılar bunu bir dönemlerinde yaparlar. O kitap öncesinde yoğun bir depresyon da yaşadım. Benim içimde bir monarşi varmış, onu fark ettim. Ben ona “Sinik Entel Hanım” diyorum. Bir de “Can Derviş Hanım” olarak gördüğüm daha sufi bir tarafım var. Diğerlerini, diğer sesleri ise bastırdım. Benim için iç demokrasiye geçisin öyküsü aslında. Birçoğumuzda da ortak damarlar yakaladığına inanıyorum,” yorumunda bulundu.