Oscar'da yeni moda eleştir ama incitici olma

Oscar ödülleri galibi 'The Hurt Locker', ABD'nin hem iç hem de dış politikasını eleştiriyor gibi görünseler de fazla ileri gitmekten imtina ediyorlar. Oscar ödülleri bu yıl oldukça olaylı geçti.

Oscar'da yeni moda eleştir ama incitici olma
Bu hafta gösterime giren ‘Precious' ve ikinci kez vizyona taşınan Oscar galibi ‘The Hurt Locker', ABD'nin hem iç hem de dış politikasını eleştiriyor gibi görünseler de fazla ileri gitmekten imtina ediyorlar. Bush döneminde acımasız olan Hollywood, Obama'ya biraz iltimas geçiyor gibi.

82. Oscar Ödülleri'nin sahiplerini bulmasının ardından, çeşitli dallarda ödül kazanan filmler de bu hafta salonlara akın etti. Gösterimi devam eden "Avatar"ın yanı sıra ekim ayında gösterime giren ancak fazla ilgi görmeyen "The Hurt Locker-Ölümcül Tuzak" da yeniden vizyonda. Öte yandan bu hafta iki yeni film daha var. İlki en iyi yardımcı kadın oyuncu ve uyarlama senaryo ödülünü kazanan "Precious-Acı Bir Hayat Öyküsü", ikincisi ise en iyi erkek oyuncu ve şarkı dallarında Oscar alan "Crayz Heart-Çılgın Kalp."

"Avatar" hakkındaki görüşlerimizi vizyona girdiği tarihte paylaştığımız, "Çılgın Kalp"i ise izleme fırsatı bulamadığımız için "Precious" ve "The Hurt Locker" ile ilgili kısa değinmeler yaparak "Oscar Haftası"nı ele alalım. Öncelikle iki filmin buluştuğu noktalara dikkat çekmek gerekiyor. Her iki film de "bağımsız" karakterli ve dev prodüksiyonların yanında mütevazı bütçeleriyle dikkat çekiyor. "Precious" 10 milyon, "The Hurt Locker" ise 15 milyon dolarlık, ABD ölçeğinde düşük bütçeli yapımlar. Öte yandan ikisi de ABD için oldukça yakıcı sorunları ele alıyor. İlki aile içi şiddet, yoksulluk, eğitim sorunları, sağlık sistemindeki çürüme ve çözülen toplumsal değerler üzerine. İkincisi ise Irak'ta devam eden savaşta yer alan bir grup askeri ele alıyor.

Sisteme ‘sistemli' eleştiri

"Precious: Acı Bir Hayat Öyküsü", Sapphire'in "Push" isimli romanından, ikinci filmini çeken Lee Daniels tarafından sinemaya uyarlandı. 16 yaşında, okula giden ve obez olan Precious, aile içinde fiziki ve cinsel şiddete maruz kalmıştır. Yaşadıkları nedeniyle erken olgunlaşan Precious, okulda fazla tutunamaz. Öte yandan birlikte yaşadığı annesiyle de sorunları vardır. Aynı zamanda hamile olan bu "çocuk-kadın", özel bir okulun öğretmeninden ve sosyal yardım görevlisinden gördüğü yardımla kendi başına ayakta durmayı öğrenecektir. Bu durum annesiyle ilişkisinin giderek bozulmasına neden olur.
Film, gerçek bir kara hikâye gibi başlıyor ve oldukça sert yol alıyor. Amerika'da yoksul, kadın, zenci ve "şişko" olmanın nasıl bir duygu olduğunu; bu gösterişli ülkenin yaldızlarının altında "acımasız" bir dünya ile boğuşan insanların kapana kısıldıkça nasıl da "vahşileşebileceği"ni seriyor gözler önüne. Yönetmen Daniels, bütün bunları anlatırken karanlık bir atmosfer kurmayı ve özellikle en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar'ını kazanan Mo'Nique'in performansıyla "şiddeti" film içinde hissettirmeyi başarıyor.

İşin "ama" kısmına gelince... Filmin Türkiye'deki dağıtımcısının gönderdiği basın metninde yer alan "Film aynı zamanda, çaresiz insanların yalnız olmadıklarını, onlara her zaman yardıma hazır kurumların var olduğunu anlatıyor" ibaresinde belirtildiği gibi Precious bir anda "Kardelen"e dönüşüyor ve öğretmenle sosyal yardım görevlisinin projesi haline geliyor. Ve "Precious'ları" üreten sosyal, ekonomik ve ahlaki sistem bir anda arka planda kalıyor. Film en önemli silahını bir yana bırakarak, daha önce onlarca Amerikan filminde kullanılan fikri yeniden üretmeye soyunuyor: "Kötü sistem yoktur. Kötü insanlar vardır."

Mikro savaş, mikro eleştiri

Kathryn Bigelow'un yönettiği ve Oscar'da en iyi film, yönetmen ve orijinal senaryo dahil tam 6 ödül kazanan "The Hurt Locker-Ölümcül Tuzak" ise Irak savaşında bomba imha görevi üstlenen bir grup askerin hikâyesini anlatıyor. Chris Hedges'in "Savaşma arzusu güçlü ve ölümcül bir bağımlılıktır. Savaş bir uyuşturucudur" sözüyle açılan film, "makro" bir savaş atmosferi anlatmak yerine savaşın içinde daha "mikro" bir hikâye seçiyor. Jaremy Renner'in canlandırdığı Çavuş James karakteri, savaşın içine kayıtsızca dalmaktan korkmayan, ölüm korkusunu, geçmiş ve gelecek kaygısını yenmiş bir askerdir. James'in bu tutumu, bomba imhasında birlikte çalıştığı Sanborn ve Eldridge'yi tedirgin etmektedir.

"Ölümcül Tuzak", savaşın insanı nasıl "kayıtsız" hale getirebileceğini göstermesi açısından dikkate değer. Film olarak da matematiğini doğru kuran ve tıkır tıkır işleyen bir yapım. Ama "savaş karşıtı" ya da "anti-militarist" olduğunu söylemek zor. Hatta, savaşın insan ruhunda yarattığı tahribatları göstermekten de imtina ediyor. Yönetmen Bigelow, savaşın bir fotoğrafını çekmek isterken, ortaya "kahramanlık" öyküsü çıkarıyor ve "militarizmin" değirmenine su taşıyor. Üstelik Bigelow'un filmin anlattığından farklı düşünmediğini de Oscar konuşmasından anlıyoruz. "Ölümcül Tuzak" son tahlilde, Amerikan askerlerinin fedakârlığı ve kahramanlığı üzerine methiyeler düzerken, ince bir şekilde de ülkenin "savaş bağımlılığına" göndermelerde bulunuyor.
Bush döneminde Amerika'yı eleştirirken gözünü budaktan sakınmayan Hollywood'un Obama ile birlikte eleştiri dozunu biraz düşürmüş olması dikkat çekici. Bunu bu yılkı Oscar ödül töreninin, son yılların en apolitik töreni oluşundan da anlayabiliriz.

Final için süreç kurban edilmiş

"Gramofon Avrat", "Karatma Geceleri" ve "Çözülmeler" gibi Türkiye sinemasının önemli filmlerine imza atan Yusuf Kurçenli, bu kez doğup büyüdüğü topraklara geri dönüyor. Rize'nin Çayeli ilçesinde doğan Kurçenli'nin Çamlıhemşin'de çektiği "Yüreğine Sor" efsane ile gerçeğin birbirine karıştığı bir aşk öyküsü.
Hikâye 19. yüzyılın sonunda Karadeniz'de geçiyor. Hıristiyanlar ile Müslümanların birlikte yaşadığı Karadeniz'in küçük bir köyünde farklı dinlerden iki genç birbirine âşık olmuştur. Müslüman bir ailenin kızı olan Esma ile Müslüman gibi görünen ama aslında Ortodoks geleneklerine bağlılığını sürdüren bir ailenin oğlu olan Mustafa arasındaki büyük aşk sürüp gitmektedir. Osmanlı buyruğu altında 200 yıl boyunca dinlerini saklamak zorunda kalan bazı Hıristiyanlar, kendilerini Müslüman gibi göstermelerine rağmen evde kendi dinlerinin geleneklerini yaşatmaktadır. Ancak Tanzimat'ın ilanı ile azınlıklara geniş haklar tanınınca Hıristiyanlardan bazıları dinlerini açıklamak gerektiğini düşünmeye başlar. Ülkedeki gerginliğin Karadeniz'in yaylalarına kadar ulaşması uzun sürmeyecektir.

Siyasal olarak cesur

"Yüreğine Sor"un estetik anlayışında ve senaryosundaki sıkıntılara geçmeden önce bir konuda hakkını verelim: Kurçenli, o dönem bölgede yaşayan azınlığın gadre uğramamak için kendilerini Müslüman gibi göstermek zorunda kalmalarını, yaşadıkları sıkıntıları, evlerinin bir bölümünü küçük bir kiliseye dönüştürmelerini, çocuklarını vaftiz ettirirken bile duydukları tedirginliği anlatırken oldukça cesur davranıyor. Türkiye'de azınlıklara reva görülenler anlatılırken en "demokrat" olanların bile "ama onlar da..." diye başlayan cümleler kurulduğu bir dönemde Kurçenli, geçmişinin hakkını veriyor.
Ama maalesef aynı "hakkını verme" durumunun sineması için geçerli olduğunu söylemek çor zor. Öncelikle senaryoda ciddi sıkıntılar dikkat çekiyor. Hikâye süreçlerle değil, daha çok finallerle ilerliyor ve karakterlerin bu "finaller"deki ruh hallerini anlamamız olanaksızlaşıyor. Örneğin, Mustafa'yı bir sahnede sakin sakin dururken aniden bir sahne sonra köprünün üzerinde bağırırken görüyoruz. Ya da Esma'da gözü olan bir diğer gencin (Mehmet) Mustafa'yı "Kılıç Horonu"na daveti belli belirsiz söyleniyor ve hemen ardından bu sahne başlıyor. Oysa iki delikanlının bir kadın için gerçekleştirdiği bu düello filmin en güçlü yanlarından birisi. Kurçenli'nin senaryosu, karakterlerin bulundukları ruh haline nasıl geldikleri konusunda seyirciyi ikna etmekten maalesef uzak kalıyor.

Doğa ile mesafeli bir film

Filmin estetiği konusunda da ciddi sıkıntılar var. İki nedenle. Birincisi, Çamlıhemşin'in sunduğu estetik olanakların üzerine yerleştirilen görsel efektler oldukça eğreti duruyor. İkincisi de Kurçenli'nin filmi çektiği coğrafyanın olanaklarını yeterince değerlendirememesi. Mekân kullanımındaki cimrilik de bir diğer sorun. Film, sonsuz olanaklar sunan bir coğrafyada çekilmesine rağmen hep aynı yerlerde dönüp duruyor. "Estetik" konusunda son bir söz: Oyuncuların (özellikle de kadınların) giydikleri kıyafetler ilk başta göz alıcı gelse de bu "iki dirhem bir çekirdek" hali filmin yaratmak istediği evrene oldukça uzak.

Butün bu yokluklar oyunculuklar için fazla söze de gerek bırakmıyor aslında. Filmin ana karakterleri Esma, Mustafa ve Mehmet'i canlandıran Tuba Büyüküstün, Kenan Ece ve Hakan Eratik vasat ama bu onların kabahati mi, tartışmaya açık. Ayla Algan ve Cihan Canova'nın çabaları ise yetersiz kalıyor.