Yazar Hande Köseoğlu, Aşk-ı Memnu vakasına başka bir gözle baktı..
işte Hande Köseoğlu'nun yazısı...
Dün gece ülkemiz için mühim bir geceydi, tek vücut tek yürek halinde milletçe televizyon başına kilitlenildi. Hiç ama hiç bilinmeyen o süper esrarengiz sonu, son yılların en medyatik intiharını izlemek için. Haftalar öncesinden finalle ilgili facebook grupları kuruldu, merhumenin gıyabında kılınacak cenaze namazı için programlar yapılırken öte yandan cenazeyi canlı görmek için de bir organizasyon düzenlendi, biletler satıldı, parası olan dirisini izledi, evde kalanlar eldekiyle yetindi. Zorunlu pasif izleyiciler hane erkekleri bile geceye hazırdı.
İnkar edecek halimiz yok: Aşk-ı Memnu bir televizyon dizisi değildi sadece, toplumsal bir meseleydi. Hem de sadece takipçileri için değil. Sevmeyeninin de, “Ah ne tü kaka, ah ne rezil!” deyip kanal değiştireninin de bir şekilde maruz kaldığı bir fırtınaydı. Ve dün reklamları bile açık artırmayla satılan final bölümü şaşılmayacağı üzere, önemliydi. Ancak dün gece sadece Bihter ölmedi.
Başka bir şey daha oldu: Dizinin şehvetine kapılmış, kendinden geçmiş halde twitter’da, facebook’ta heyecan online paylaşır, ölmesine ramak kala simli vücut yağları sürünmüş maşalı saçlarıyla salınan Bihter’le dalga geçer, Nihal’in nasıl olup da banyo yaptıktan sonra bile pür makyaj kalabildiğini anlamaya çalışırken Elazığ’dan bir haber geldi: 2’si asker 3 kişi hayatını kaybetmişti. Biz sonu belli bir kurguyu, rolü uğruna ölmeye hazır Bihter’i izlerken, çok uzakta birileri vatanı uğruna – ya de ne uğruna?- öldü.
Peki sonra ne oldu? Birkaç dakika evvel cıvıltıların havada uçuştuğu 140 kelimelik twitter köprüsünün ağları birbirine dolandı. Teröre lanet okuyan, öfke üzüntü dolu mesajlar Nihal’in ne kadar bahtsız olduğuna ve Bihter’in aslında ölümü hak etmediğine dair mesajların arasında gölgede kaldı. Duyarsızlıkla suçlananlar, “Herkes istediğini yazmakta özgürdür” diyerek şarkı linkleri post etmeye, Behlül’ün Yaban’a benzediğine, Adnan’ın şimdi ne yapacağına dair “cıvıldamaya” devam etti.
Ben bu tarz mecralarda siyaset vs. yapılmasına karşı olanlardanım. Buraların asıl amacının eğlenmek, vakit geçirmek olduğunu aklın bir köşesinde tutmalı diye düşünenlerdenim. Facebook’ta da oluşturulan “Apo’ya ölüm” ya da “Atatürk’ü seven 100.000.000 kişi olalım” grupları bende aynı etkiyi yaratıyor: Şimdi burası bunun yeri mi ki? duygusu.
Ama dünkü başka bir şeydi. Anlık bir hassasiyetti. Saniye saniye paylaşılan eğlencenin birden çaresizliğe, üzüntüye, öfkeye dönüşmesiydi. Aynı duyarlılığı beklemekti, aynı ülkeyi paylaştığın insanlardan. Baş sağlığı dilemek zorunda da değil hiç kimse, ama Zimbabwe’den seslenir gibi postlar da atmamak zorunda. Hele haberci, gazeteci diye geçinenler buna ölümüne mecbur. İstediğini takip edip, istediğine üzülmekte özgür herkes, ama acıya saygı göstermek zorunda. Çünkü biz dün bilmem ne maçını kaybetmedik. Can kaybettik. Trafik kazasında da kaybetmedik üstelik, terör yüzünden kaybettik. Hem de kaçıncı kez.
Twitter’daki konuşmaların gerçek hayattan tek farkı, karakter sınırı. Evdeki, işyerindeki, ofisteki, okuldaki sohbetlerin kısa bir özeti yaşanıyor orada. Acının kanıksandığının, hayatın hiç ara vermeden kaldığı yerden devam ettiğinin küçük bir örneğiydi dün yaşananlar. Özgürlük kavramının ne kadar geniş, ne kadar uçsuz bucaksız olduğunu, toplumsal hafıza denen şeyin yerini 3 saniyelik balık hafızalarımızın aldığını, resmen uyuştuğumuzu… Gözümüze gözümüze soktu. Tıpkı iki gün önce haber sitelerinde “Bihter’in cenazesi kaldırıldı” haberinin, “11 şehit haberi”nden daha fazla okunduğunda olduğu gibi.
Hala masumane bir şekilde bu kalabalığı azınlık olarak nitelendiriyorsanız – ki umarım siz haklı çıkarsınız- izleyin bakalım, bugün çevrenizde en çok hangi ölüm konuşulmaya değer bulunacak?
Elazığ’daki mi, Ziyagil Yalısı’ndaki mi?
İnkar edecek halimiz yok: Aşk-ı Memnu bir televizyon dizisi değildi sadece, toplumsal bir meseleydi. Hem de sadece takipçileri için değil. Sevmeyeninin de, “Ah ne tü kaka, ah ne rezil!” deyip kanal değiştireninin de bir şekilde maruz kaldığı bir fırtınaydı. Ve dün reklamları bile açık artırmayla satılan final bölümü şaşılmayacağı üzere, önemliydi. Ancak dün gece sadece Bihter ölmedi.
Başka bir şey daha oldu: Dizinin şehvetine kapılmış, kendinden geçmiş halde twitter’da, facebook’ta heyecan online paylaşır, ölmesine ramak kala simli vücut yağları sürünmüş maşalı saçlarıyla salınan Bihter’le dalga geçer, Nihal’in nasıl olup da banyo yaptıktan sonra bile pür makyaj kalabildiğini anlamaya çalışırken Elazığ’dan bir haber geldi: 2’si asker 3 kişi hayatını kaybetmişti. Biz sonu belli bir kurguyu, rolü uğruna ölmeye hazır Bihter’i izlerken, çok uzakta birileri vatanı uğruna – ya de ne uğruna?- öldü.
Peki sonra ne oldu? Birkaç dakika evvel cıvıltıların havada uçuştuğu 140 kelimelik twitter köprüsünün ağları birbirine dolandı. Teröre lanet okuyan, öfke üzüntü dolu mesajlar Nihal’in ne kadar bahtsız olduğuna ve Bihter’in aslında ölümü hak etmediğine dair mesajların arasında gölgede kaldı. Duyarsızlıkla suçlananlar, “Herkes istediğini yazmakta özgürdür” diyerek şarkı linkleri post etmeye, Behlül’ün Yaban’a benzediğine, Adnan’ın şimdi ne yapacağına dair “cıvıldamaya” devam etti.
Ben bu tarz mecralarda siyaset vs. yapılmasına karşı olanlardanım. Buraların asıl amacının eğlenmek, vakit geçirmek olduğunu aklın bir köşesinde tutmalı diye düşünenlerdenim. Facebook’ta da oluşturulan “Apo’ya ölüm” ya da “Atatürk’ü seven 100.000.000 kişi olalım” grupları bende aynı etkiyi yaratıyor: Şimdi burası bunun yeri mi ki? duygusu.
Ama dünkü başka bir şeydi. Anlık bir hassasiyetti. Saniye saniye paylaşılan eğlencenin birden çaresizliğe, üzüntüye, öfkeye dönüşmesiydi. Aynı duyarlılığı beklemekti, aynı ülkeyi paylaştığın insanlardan. Baş sağlığı dilemek zorunda da değil hiç kimse, ama Zimbabwe’den seslenir gibi postlar da atmamak zorunda. Hele haberci, gazeteci diye geçinenler buna ölümüne mecbur. İstediğini takip edip, istediğine üzülmekte özgür herkes, ama acıya saygı göstermek zorunda. Çünkü biz dün bilmem ne maçını kaybetmedik. Can kaybettik. Trafik kazasında da kaybetmedik üstelik, terör yüzünden kaybettik. Hem de kaçıncı kez.
Twitter’daki konuşmaların gerçek hayattan tek farkı, karakter sınırı. Evdeki, işyerindeki, ofisteki, okuldaki sohbetlerin kısa bir özeti yaşanıyor orada. Acının kanıksandığının, hayatın hiç ara vermeden kaldığı yerden devam ettiğinin küçük bir örneğiydi dün yaşananlar. Özgürlük kavramının ne kadar geniş, ne kadar uçsuz bucaksız olduğunu, toplumsal hafıza denen şeyin yerini 3 saniyelik balık hafızalarımızın aldığını, resmen uyuştuğumuzu… Gözümüze gözümüze soktu. Tıpkı iki gün önce haber sitelerinde “Bihter’in cenazesi kaldırıldı” haberinin, “11 şehit haberi”nden daha fazla okunduğunda olduğu gibi.
Hala masumane bir şekilde bu kalabalığı azınlık olarak nitelendiriyorsanız – ki umarım siz haklı çıkarsınız- izleyin bakalım, bugün çevrenizde en çok hangi ölüm konuşulmaya değer bulunacak?
Elazığ’daki mi, Ziyagil Yalısı’ndaki mi?