Batı ile ilişki dönüm noktasında

Cumhurbaşkanı Gül'ün yarın başlayacak NATO Zirvesi'nde açıklayacağı karar, Türkiye'nin Batı'yla ilişkilerinde dönüm noktası olabilir.




“Biliyor musunuz?” dedi merhum Haydar Aliyev; “Biz sizin bizden kopmakta olduğunuzu ne zaman anladık?”
Nuri Çolakoğlu ile gayri ihtiyari göz göze gelmiştik; tarihi bir ifşaat duymak üzere olabilirdik. Bakü’de, Başkanlık Konutu ‘Ak Ev’in ikinci bodrumunda Aliyev’in özel sığınağındaydık. Akşam yemeğinde içilenlere, burada devam edilmişti. Ve artık Aliyev “Biz” derken Azerbaycan’ı değil, yıllar önce, daha Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 11 kişilik Politbüro üyeliğinden de önceki KGB günlerindeki “Biz”den, eski Moskova’dan söz ediyordu.
“Kore’ye asker göndereceğiniz haberi Moskova’ya gelince, biz Türkiye’nin batı eksenine kaymakta olduğunu anladık”. 

Dönüm noktası Kore Savaşı
Türkiye’de 14 Mayıs 1950 seçimleriyle tek başına iktidar olmuş Adnan Menderes hükümeti, ilk bakanlar kurulu kararlarından birisini Kore’deki uluslararası güce 4500 kişilik Türk askeri birliği göndermek doğrultusunda almıştı. İsmet İnönü döneminde başlayan Marshall Planı’nı ileri götürmeye kararlı olan Menderes hükümeti, ABD’den gelen bu talebi fırsat olarak görmüş, Meclis’e dahi sormadan kabul etmişti. Aliyev, bu karardan söz ediyordu. Nitekim bu kararı Türkiye’nin batı dünyasıyla fedakârca ilişkiler kurmaya hazır olduğuna kanıt göstererek İngiltere’yi razı eden ABD, Türkiye’nin 1952’de NATO’ya üye olmasını sağlamıştı.
Kore Savaşı’na asker gönderilmesinin bundan 60 yıl önce Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerinde bir dönüm noktası sayılması işte böyle bir geçmişe dayanıyor. 

Füze projesi ve siyasi önemi
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün katılımıyla yarın Portekiz’in başkenti Lizbon’da başlayacak NATO Zirvesi’nde ele alınacak füze kalkanı projesi, Türkiye’nin Batı ve özellikle de ABD ile ilişkilerinde Kore kararı kadar ciddi bir dönüm noktası olabilir.
Çünkü söz konusu füzeler olunca, Türkiye ve ABD’nin bu alanda yaşadığı nahoş bir deneyim de akla geliyor. Sovyetler 1962’de Küba’ya füze yerleştirmek istediğinde ve Washington “Burnumuzun dibine mi?” diye ortalığı ayağa kaldırmış, ama Moskova “E, siz bizim burnumuzun dibine yerleştirmiştiniz!” diye Türkiye’deki Amerikan füzelerini misal göstermişti. O füzeler ABD ile ikili anlaşmalar çerçevesinde 1950’lerin ikinci yarısında Türkiye topraklarına yerleştirilmişti ve tam bilgi Başbakan Menderes’te dahi yoktu. Amerikalılar Ruslarla füzeleri Küba ve Türkiye’den karşılıklı sökme kararı aldıklarında da Ankara’nın sonradan haberi oldu.
Bugün füze kalkanı projesi söz konusu olduğunda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Kontrol bizde olmalı” ısrarının arkasında yatan tarihsel arka plan bu: Türkiye toprakları üzerinde konuşlanacak uluslararası askeri alet edevat ve güç konusunda sürprizle karşılaşmak istemiyor. Erdoğan’ın bu konu en son 1 Mart 2003’te Irak tezkeresi ile Meclis’te sınandığında alınan sonuçtan da gereken dersi çıkardığı anlaşılıyor.
Burada Türkiye’nin ilk ve en önemli koşuluna geliyoruz. Füze kalkanı projesinin ABD değil, NATO projesi olarak kabul edilmesi, Türkiye’nin ‘kontrol’ şartını büyük oranda yerine getirmiş olacak. Çünkü NATO’da kararlar oy birliğiyle alınıyor, Türkiye dâhil bütün üyelerin katılmasıyla karar çıkabiliyor. 

Batı’yla yeni ilişki fırsatı
Ancak bunun da ötesinde Türkiye sistemin komuta kontrol mekanizmasında da yer almak istiyor.
Dolayısıyla yarın başlayacak toplantılarda füze kalkanının NATO projesi olarak kabulü Türkiye’nin stratejik tercihleri bakımından önem taşıyor.
Ankara, bir süredir Batı’dan ‘eksen kayması’ baskısı altında. Bunun nedenleri var; başında da 2008’den itibaren İsrail’le yaşanan Gazze, one minute ve Mavi Marmara krizleri geliyor. İsrail lobisinin ABD Kongresi, medyası ve finans dünyasındaki ağırlığı, Türkiye’nin stratejik tercihlerini Rusya, İran, Çin gibi ‘Doğu’ güçleriyle işbirliğinden yana kullandığı kanısının yaygınlaşmasında rol oynuyor. Avrupa Birliği (AB) ve Türkiye arasındaki mesafenin de son birkaç yılda giderek açılması bu kanıyı yaygınlaştırıyor.
Füze kalkanında İran ve Suriye’nin tehdit kaynağı olarak anılmasında İsrail lobisinin de bir payı var gerçi Ama Türkiye’nin son zamanlarda pek sıkı fıkı olduğu bu iki komşusunun ismen tehdit olarak anılmasını isteyen bir ülke de bambaşka bir nedenle Fransa. Fransa, NATO içinde ABD’ye karşı nükleer kozunun zayıflayacağı endişesiyle, deyim yerindeyse füze kalkanını yokuşa sürmek için bu ısrarı sürdürüyor.
Türkiye, 2002’den bu yana tartışılan füze kalkanı projesinde balistik füze tehdidinin tanımlanmakla yetinilmesini, ancak ülke ismi yazılmadan, bu tehdit kimden gelirse gelsin karşı durulacağının söylenmesini istiyor.
Şimdi söyleyeceğim, zayıf bir ihtimal; ancak Türkiye eğer bu yüzden, yani İran ve Suriye ismi yazılması nedeniyle projeye onay vermezse, Batı ekseni işte o zaman gerçekten kayabilir. 1964’te İnönü’nün Kıbrıs nedeniyle 25’inci maddenin işletilmeyebileceğini’ yazan ABD Başkanı Lyndon Johnson’a “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye o dünyada yerini alır” demesi gibi bir durumla işte o zaman karşılaşmak mümkün.
Ancak Ankara’daki son hava, Türkiye’nin füze kalkanının NATO projesi olarak kabulüyle umduğu çıkarların, projenin tam içine sinmese de kabulünü onaylayacağını gösteriyor. Bu ise Türkiye’nin ABD ve Batı’yla ilişkilerini yeniden tanımlaması fırsatı doğurabilir.

Nedir bu füze kalkanı?
Füze kalkanı, aslında 1982’de ABD Başkanı Ronald Reagan tarafından ortaya atılan ve Sovyetler Birliği’nin karşılık veremeyip havlu atarak dağılışına doğru yokuş aşağı gitmesine yol açan ‘Yıldız Savaşları’ projesinin daha küçük ve güncelleştirilmiş hali.
Temel olarak, ‘düşman’ füzesini, kendi topraklarına düşmeden havada bulup yok edecek bir füzesavar füze sisteminin kurulması demek.
Artık Sovyetler ve iki kutuplu dünya yok. Ama 11 Eylül 2001’de ABD’ye El Kaide saldırısından sonra radikal İslamcı silahlı hareketlerin başlı başına kutupçuklar olduğu ‘Küresel Gerilla Savaşı’ ortamı var. Bu savaşta sınırlar, bayraklar, ordular anlamsız kalıyor. Zaten Lizbon’daki NATO Zirvesi’nin asıl amacı, bu koşullara uygun yeni bir ‘Savunma Doktrini’ni kabul etmek. Füze Kalkanı bu doktrinini bir parçası olarak tartışılıyor.
Bugünkü halini önce George Bush, yine bir Amerikan projesi olarak ortaya attı. Sistem iki ana unsurdan oluşuyordu: Füzesavar füzeler ve ‘düşman’ füzenin fırlatıldığını saptayıp rotasını ‘dost’ füzelere bildirip takibini yapacak radar sistemi.
Ancak Türkiye dâhil bazı NATO üyeleri ve ‘Bize karşı ise ben de tedbirimi alırım’ tehdidinde bulunan Rusya’nın itirazı sonrasında Barack Obama bunu bir NATO projesi olarak tartışmayı kabul etti.
Senaryo şu: Çin, Rusya ve Türkiye’nin güney sınırlarıyla oluşan bir bölgenin güneyinden, radikal dinci bir rejim, ya da grubun elinde bulunan kıtalararası balistik füzelerle Kuzey Amerika’nın özellikle ABD’nin yeniden vurulması söz konusu olursa, bu –dünyanın yuvarlaklığı nedeniyle en kısa yol olan- kuzey kutbundan olabilir. Böyle bir füzenin nükleer başlık taşıması ihtimali de var. Zaten özellikle İsrail’in ve ABD’nin İran ve Suriye’nin hedefe koyması altında –Türkiye’nin de ‘müzakerelerde kolaylaştırıcı’ olduğu- İran’ın nükleer programından kaynaklanan bu endişe bulunuyor. Tabii İsrail örneğinde kıtalararası füzeye ihtiyaç yok, orta menzilli balistik füzeler de bu işe yarayabilir.
Amaç, Türkiye’ye yerleştirilmiş tespit ve takip radarlarıyla ortalama hızı saatte 20 bin kilometre civarında olan füzeleri saptayıp, Doğu ve Kuzey Avrupa’da kara ya da denizden atılacak füzelerle ‘düşman’ füzeleri havada patlatmak.
Türkiye istiyor ki, bu bir NATO projesi olarak kabul edilirse, radarlar İzmir’deki NATO Güneydoğu Avrupa Komutanlığı’na verilsin. Böylece, geleceği belirsiz olan İzmir komutanlığı ve Türkiye’nin NATO askeri kanadındaki etki düzeyi devam etsin ve böylece Türkiye ciddi ihtiyaç duyduğu füze savunma sistemine NATO bütçesi ve teknik imkânlarıyla sahip olsun.
Füze kalkanı bir NATO projesi olarak kabul görür ve Türkiye de bunun içinde olabildiğince kendi koşullarıyla yer alırsa, bölgedeki konumunu güçlendirici yeni fırsatlar ortaya çıkabilir. Aksi halde ise ciddi belirsizlikler riski var.