Erkekleri mutfağa sokan kitap: 'Sufle'
Sufle, bize evlerimizin 'kadın egemen' bölgesi mutfaktan sesleniyor, ama söyledikleri öyle kuvvetli ki, sesi bütün evi kaplıyor!
Sufle, bize evlerimizin 'kadın egemen' bölgesi mutfaktan sesleniyor, ama söyledikleri öyle kuvvetli ki, sesi bütün evi kaplıyor! Paris, İstanbul, New York ekseninde gelişen, üç farklı hikâyeyi anlatan romanı okurken; Marc'a selam duracak, kendinizi mutfakta sufle yapmayı denerken bulacak ve soruyu sormadan edemeyeceksiniz: " Bir şeyler yapabilir miyim acaba, yaşayabilir miyim mesela?" "Şu an, şimdi civarlarında…"
Çünkü, hayatın gerçeklerini bize 'tatlı tatlı' anlatan Sufle, o mühim gerçeği, ölümü de atlamıyor…
Sizi, Aslı E Perker'in, üçüncü romanıyla tanıştırmak için daha fazla beklemeyelim…
Aslında kitap, hayatla ilgili bir 'sufle' de veriyor bize! "O sufleyi en iyi sen yapamayabilirsin, kuvvetle muhtemel yapamayacaksın da! Ama en azından deneyebilirsin?"
Benim neredeyse yaşam felsefem zaten bu. Hayat zor olabilir, yapmayı istediklerinin önünde pek çok engeller bulunabilir, ama yine de bir çıkış yolu bulmaya çalışmalısın. Hayatla didişmek gerektiğini düşünüyorum. Zira zaten o sizinle didişiyor. Hiçbir şey kolaylıkla olmuyor, değil mi? İstediklerimiz kendiliğinden sadece dilemekle gerçek olmuyor. Bu sebepten tek çare kalıyor: Denemek. Fakat bir yandan didaktik olmak da istemiyorum. İlla ki bu mesajı vermek gibi bir kaygım yok. Herkes ruh haline göre başka bir mana çıkaracaktır ki bu da beni memnun eder.
Üç farklı hikâyede 'altı' ana kahramanımız var, belki kendi 'mutfak beceriksizliklerimle' özleştirdiğim için belki de eşinin başına gelenlerin ardından beklenmeyen 'geri dönüş'üyle benim favorim Marc.. Sizde ön plâna çıkan biri var mı?
Keşke insan hiç karakterlerini birbirinden ayırabilir mi, benim için hepsi bir diyebilseydim. O yazarlardan değilim ben. Yarattığım her şey gözbebeğim değil. Bunun sebeplerinden biri belki de bir zamandan sonra karakterlerin benim nezdimde ete bürünmesi. Dolayısıyla taraf tutuyorum, hatta kimini kayırıyorum da. Bu durumda itiraf etmek zorundayım ki benim de favorim Marc. Çok zorluyor kendini, gerçekten deniyor, hayata tutunmak için elinden geleni yapıyor. Hem sonra karısına duyduğu aşkı hangi kadın istemez. Yahut hangi insan istemez diyeyim. Bir de Nesibe Hanım'ı seviyorum. Ferda'nın annesini. Güçlü bir karakter olduğu için.
Paris, New York, İstanbul üçgeninde eş zamanlı gelişen hikâyeler, dünya üzerinde farklı yerlerde aynı hayatları yaşadığımız hissini uyandırıyor?
Yaşamıyor muyuz? Özellikle de şu an gelinen dünya düzeninde, bilhassa romanda kullanılan şehirlerde yaşamlar birbirinden çok da farklı değil Nüanslar olacaktır, ama genel hatlarıyla birbirine benziyor.
Alttan alta 'Amerikan yaşam tarzı'na dair bir eleştirisi var kitapta.. Yemek yemeyi pek önemsemiyorlar, balkonlarında oturmuyorlar, isimleri kısaltıyorlar? Bunlar gerçek hayatta karşılığını buluyor mu, Amerika'dan dönüşe sebep midir?
Bütün bunlar benim yıllar içerisinde Amerika ile ilgili gözlemlerimdir. Üstelik yorumdan ziyade sizin de farkettiğiniz gibi günlük yaşama dair neredeyse fiziksel diyebileceğimiz alışkanlıklar. Bütün bir millet yemek yemiyor, balkonunda oturmuyor, isimlerini kısaltıyor diye kınanmaz elbet. Hayat onların, nasıl isterlerse öyle yaşarlar, ama bana bir yerden sonra fazla geldi. Müzik, resim, edebiyat, teknoloji ve benzeri mevzularda aramızda büyük bir kültür farkı yok esasen, gelin görün ki misafir olduğunuz bir evden çıkarken ev sahibinin yerinden bile kalkmaması, sizin kapıyı çekip çıkıyor olmanıza alışamadım, alışmayacağım.
İnsanlar hayatı iki türlü yaşamayı tercih ediyorlar. Bir taraf altın derdin uzak 'susanlar' diğerleriyse 'gürültücüler'... Bu genelde, hayatta da karşılığını buluyor! Bir sessize bir gürültücü… ve 'mute' tuşuna basmadıkça avazları daha çok çıkıyor gürültücülerin? Sizin kahramanlarınız da bu dertten musdarip!
Bu dertten musdaripler ama yapılacak pek bir şey yok. Yaratılışları öyle. Lilia misal. Kahramanı şekillendirmek benim elimde olduğuna göre onu suskunluğundan kurtarıp gürültücü yapabilirdim, ama olmadı. Neden? Bizim güzel bir atasözümüz var, insan yedisinde neyse yetmişinde de odur diye. Ben onu değiştirmeye kalksaydım sahte olacaktı. Sonunda bir Hollywood prodüksüyonu sevinci yaşatacaktı belki ama gerçekçi olmayacaktı.
Sufle yapmayı ilk başaran -belki de tek başaran- Ferda oluyor. Bununla ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı? Dünyaya 'Türkler iyi tatlı yapar' imajı vermek istiyor olabilir miyiz?=)
Ha ha.. Doğrudur. Bana kalırsa Türkler gerçekten de güzel yemek yapar. Ferda'nın çaresizliği kendinden çok dış etkenlere dayanıyor, dolayısıyla ona tutunacak bir dal vermek istedim. Hayat yeteri kadar üstüne gidiyordu, bir de ben yapmayayım dedim.
On beş yaşında şunu düşündüğümü hatırlıyorum: "Bu evde çocuk muyum, yoksa ebeveyn miyim?" Bu ilerleyen yaşlarda daha da belirginleşiyor. Kitapta, Ferda'nın Nesibe Hanım'a sütlaç yedirmesiyle de karşımıza çıkıyor. İnsanlar çocuğu oldukları kişinin zaman içinde ebeveyni de oluyorlar sanırım?
Galiba öyle. Bu iki taraf için de zor bir durum tabii.
Bir bölümde, karakterinizin birinin ağzından 'kızların annelerinden nefret etme hakkı'nı kullandığını söylüyorsunuz? Bu anneyi 'ölesiye sevme' ve onu' öldürme' istediği çok ikircikli bir durum. Proust'ta da karşımıza çıkıyor. Oğlan çocuklarının da böyle bir hakkı var sanırım. Nedir bu annelerle alıp veremediğimiz?
O kadar derin bir mevzu ki. Üstelik cevabını da bilmiyorum. Üzerinde çok düşünüyor olmama rağmen. Hatta geçenlerde bununla ilgili bir makale yazacaktım, başladıktan sonra yarım bıraktım. Zira hem hazır olmadığımı, hem de daha analizi tamamlamadığımı düşündüğüm için.
Kitapta Gürcü mutfağından Japon mutfağına geniş bir yelpaze var? Bu tarifler 'çevrimiçi' mecralarda oldukça ciddiye alınmış. Hatta bir okur kitabın "iyi gittiğini", ama kesin kararını sufle tarifine göre vereceğini söylüyor?
Tariflerin ilgi çektiğini ben de farkettim. Oysa ben bu tarifler biraz basit mi kaçıyor acaba diye bile düşünmüştüm. Kuzu etiyle yapılan gerdan tatlısını pek çok kişinin ilk kez duyduğunu görüyorum. Okuyuculara tavsiyem denemeleri. Seveceklerinden değil. Bu kadar enteresan bir tatlıyı görme şansı bulacaklarından. Kitaptaki tarifi bire bir uygulayabilirler. Konuşma dili içerisinde tarifi tamı tamına verdim yanlış hatırlamıyorsam.
Marc ve Sabina ortası çökmüş ama, lezzetli bir sufleyle de 'mutlu' olabilir gibi geliyor bana? Mutluluk için kusursuz bir sufle şart mı, yoksa özen yeterli mi?
İşin hakikati işin içine biraz çikolata, biraz şeker, birazcık da bunları bir arada tutacak bir yapıştırıcı malzeme girdi mi muhakkak lezzetli olacaktır. Bu da sembolik olarak değerlendirilebilir elbet. Yani basit şeylerle mutlu olmak da kolay. Yeter ki aranan mutluluk olsun. Ama bir insanın mutlu olacağı yoksa isterseniz en güzel mekanda yemeğin en güzelini verin, kâr etmez.
Kitabı eşinize ithaf etmişsiniz, sizin mutfaktaki iş bölümünden, bir de genel hâl ve gidişten bahsedebilir misiniz?
İş bölümü? Eşimin mutfakta görevi var olanı itiraz etmeden yemek.
Aslı E. Perker (d. 1975 İzmir) Türk gazeteci, yazar. Üniversite eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyati bölümünde tamamladıktan sonra, sırasıyla Aktüel Haber Dergisi, Radikal, Yeni Binyıl, Sabah gazetelerinde röportör/gazeteci olarak çalıştı. 2001 yılından beri New York'ta yaşamakta olan Perker'in ilk romanı "Başkalarının Kokusu" 2005 yılında ve ikinci romanı "Cellat Mezarlığı" 2009 yılında Çınar Yayınlarından çıktı. 'Sufle' yazarın üçüncü çalışması...
Çünkü, hayatın gerçeklerini bize 'tatlı tatlı' anlatan Sufle, o mühim gerçeği, ölümü de atlamıyor…
Sizi, Aslı E Perker'in, üçüncü romanıyla tanıştırmak için daha fazla beklemeyelim…
Aslında kitap, hayatla ilgili bir 'sufle' de veriyor bize! "O sufleyi en iyi sen yapamayabilirsin, kuvvetle muhtemel yapamayacaksın da! Ama en azından deneyebilirsin?"
Benim neredeyse yaşam felsefem zaten bu. Hayat zor olabilir, yapmayı istediklerinin önünde pek çok engeller bulunabilir, ama yine de bir çıkış yolu bulmaya çalışmalısın. Hayatla didişmek gerektiğini düşünüyorum. Zira zaten o sizinle didişiyor. Hiçbir şey kolaylıkla olmuyor, değil mi? İstediklerimiz kendiliğinden sadece dilemekle gerçek olmuyor. Bu sebepten tek çare kalıyor: Denemek. Fakat bir yandan didaktik olmak da istemiyorum. İlla ki bu mesajı vermek gibi bir kaygım yok. Herkes ruh haline göre başka bir mana çıkaracaktır ki bu da beni memnun eder.
Üç farklı hikâyede 'altı' ana kahramanımız var, belki kendi 'mutfak beceriksizliklerimle' özleştirdiğim için belki de eşinin başına gelenlerin ardından beklenmeyen 'geri dönüş'üyle benim favorim Marc.. Sizde ön plâna çıkan biri var mı?
Keşke insan hiç karakterlerini birbirinden ayırabilir mi, benim için hepsi bir diyebilseydim. O yazarlardan değilim ben. Yarattığım her şey gözbebeğim değil. Bunun sebeplerinden biri belki de bir zamandan sonra karakterlerin benim nezdimde ete bürünmesi. Dolayısıyla taraf tutuyorum, hatta kimini kayırıyorum da. Bu durumda itiraf etmek zorundayım ki benim de favorim Marc. Çok zorluyor kendini, gerçekten deniyor, hayata tutunmak için elinden geleni yapıyor. Hem sonra karısına duyduğu aşkı hangi kadın istemez. Yahut hangi insan istemez diyeyim. Bir de Nesibe Hanım'ı seviyorum. Ferda'nın annesini. Güçlü bir karakter olduğu için.
Paris, New York, İstanbul üçgeninde eş zamanlı gelişen hikâyeler, dünya üzerinde farklı yerlerde aynı hayatları yaşadığımız hissini uyandırıyor?
Yaşamıyor muyuz? Özellikle de şu an gelinen dünya düzeninde, bilhassa romanda kullanılan şehirlerde yaşamlar birbirinden çok da farklı değil Nüanslar olacaktır, ama genel hatlarıyla birbirine benziyor.
Alttan alta 'Amerikan yaşam tarzı'na dair bir eleştirisi var kitapta.. Yemek yemeyi pek önemsemiyorlar, balkonlarında oturmuyorlar, isimleri kısaltıyorlar? Bunlar gerçek hayatta karşılığını buluyor mu, Amerika'dan dönüşe sebep midir?
Bütün bunlar benim yıllar içerisinde Amerika ile ilgili gözlemlerimdir. Üstelik yorumdan ziyade sizin de farkettiğiniz gibi günlük yaşama dair neredeyse fiziksel diyebileceğimiz alışkanlıklar. Bütün bir millet yemek yemiyor, balkonunda oturmuyor, isimlerini kısaltıyor diye kınanmaz elbet. Hayat onların, nasıl isterlerse öyle yaşarlar, ama bana bir yerden sonra fazla geldi. Müzik, resim, edebiyat, teknoloji ve benzeri mevzularda aramızda büyük bir kültür farkı yok esasen, gelin görün ki misafir olduğunuz bir evden çıkarken ev sahibinin yerinden bile kalkmaması, sizin kapıyı çekip çıkıyor olmanıza alışamadım, alışmayacağım.
İnsanlar hayatı iki türlü yaşamayı tercih ediyorlar. Bir taraf altın derdin uzak 'susanlar' diğerleriyse 'gürültücüler'... Bu genelde, hayatta da karşılığını buluyor! Bir sessize bir gürültücü… ve 'mute' tuşuna basmadıkça avazları daha çok çıkıyor gürültücülerin? Sizin kahramanlarınız da bu dertten musdarip!
Bu dertten musdaripler ama yapılacak pek bir şey yok. Yaratılışları öyle. Lilia misal. Kahramanı şekillendirmek benim elimde olduğuna göre onu suskunluğundan kurtarıp gürültücü yapabilirdim, ama olmadı. Neden? Bizim güzel bir atasözümüz var, insan yedisinde neyse yetmişinde de odur diye. Ben onu değiştirmeye kalksaydım sahte olacaktı. Sonunda bir Hollywood prodüksüyonu sevinci yaşatacaktı belki ama gerçekçi olmayacaktı.
Sufle yapmayı ilk başaran -belki de tek başaran- Ferda oluyor. Bununla ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı? Dünyaya 'Türkler iyi tatlı yapar' imajı vermek istiyor olabilir miyiz?=)
Ha ha.. Doğrudur. Bana kalırsa Türkler gerçekten de güzel yemek yapar. Ferda'nın çaresizliği kendinden çok dış etkenlere dayanıyor, dolayısıyla ona tutunacak bir dal vermek istedim. Hayat yeteri kadar üstüne gidiyordu, bir de ben yapmayayım dedim.
On beş yaşında şunu düşündüğümü hatırlıyorum: "Bu evde çocuk muyum, yoksa ebeveyn miyim?" Bu ilerleyen yaşlarda daha da belirginleşiyor. Kitapta, Ferda'nın Nesibe Hanım'a sütlaç yedirmesiyle de karşımıza çıkıyor. İnsanlar çocuğu oldukları kişinin zaman içinde ebeveyni de oluyorlar sanırım?
Galiba öyle. Bu iki taraf için de zor bir durum tabii.
Bir bölümde, karakterinizin birinin ağzından 'kızların annelerinden nefret etme hakkı'nı kullandığını söylüyorsunuz? Bu anneyi 'ölesiye sevme' ve onu' öldürme' istediği çok ikircikli bir durum. Proust'ta da karşımıza çıkıyor. Oğlan çocuklarının da böyle bir hakkı var sanırım. Nedir bu annelerle alıp veremediğimiz?
O kadar derin bir mevzu ki. Üstelik cevabını da bilmiyorum. Üzerinde çok düşünüyor olmama rağmen. Hatta geçenlerde bununla ilgili bir makale yazacaktım, başladıktan sonra yarım bıraktım. Zira hem hazır olmadığımı, hem de daha analizi tamamlamadığımı düşündüğüm için.
Kitapta Gürcü mutfağından Japon mutfağına geniş bir yelpaze var? Bu tarifler 'çevrimiçi' mecralarda oldukça ciddiye alınmış. Hatta bir okur kitabın "iyi gittiğini", ama kesin kararını sufle tarifine göre vereceğini söylüyor?
Tariflerin ilgi çektiğini ben de farkettim. Oysa ben bu tarifler biraz basit mi kaçıyor acaba diye bile düşünmüştüm. Kuzu etiyle yapılan gerdan tatlısını pek çok kişinin ilk kez duyduğunu görüyorum. Okuyuculara tavsiyem denemeleri. Seveceklerinden değil. Bu kadar enteresan bir tatlıyı görme şansı bulacaklarından. Kitaptaki tarifi bire bir uygulayabilirler. Konuşma dili içerisinde tarifi tamı tamına verdim yanlış hatırlamıyorsam.
Marc ve Sabina ortası çökmüş ama, lezzetli bir sufleyle de 'mutlu' olabilir gibi geliyor bana? Mutluluk için kusursuz bir sufle şart mı, yoksa özen yeterli mi?
İşin hakikati işin içine biraz çikolata, biraz şeker, birazcık da bunları bir arada tutacak bir yapıştırıcı malzeme girdi mi muhakkak lezzetli olacaktır. Bu da sembolik olarak değerlendirilebilir elbet. Yani basit şeylerle mutlu olmak da kolay. Yeter ki aranan mutluluk olsun. Ama bir insanın mutlu olacağı yoksa isterseniz en güzel mekanda yemeğin en güzelini verin, kâr etmez.
Kitabı eşinize ithaf etmişsiniz, sizin mutfaktaki iş bölümünden, bir de genel hâl ve gidişten bahsedebilir misiniz?
İş bölümü? Eşimin mutfakta görevi var olanı itiraz etmeden yemek.
Aslı E. Perker (d. 1975 İzmir) Türk gazeteci, yazar. Üniversite eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyati bölümünde tamamladıktan sonra, sırasıyla Aktüel Haber Dergisi, Radikal, Yeni Binyıl, Sabah gazetelerinde röportör/gazeteci olarak çalıştı. 2001 yılından beri New York'ta yaşamakta olan Perker'in ilk romanı "Başkalarının Kokusu" 2005 yılında ve ikinci romanı "Cellat Mezarlığı" 2009 yılında Çınar Yayınlarından çıktı. 'Sufle' yazarın üçüncü çalışması...