ANALİZ - Aşırı Sağın Gölgesinde 2019 AP Seçimleri
AB Parlamentosu için gelecek ay yapılacak seçimlerde aşırı sağ partilerin alacakları oy oranları Avrupa’nın siyasi geleceğine yönelik önemli ipuçları verecek Almanya için Alternatif Partisi, Berlin'in Birlik içindeki gerek siyasi gerekse maddi gücü nedeniyle, kıta genelindeki diğer aşırı sağ partiler arasında ayrı bir önem taşıyor Merkel sonrası dönemde dümende kimin olacağı sadece AB’nin başat gücü Almanlar için değil, AB üyesi diğer devletler için de büyük önem arz ediyor.
İSTANBUL -NURGÜL BEKAR- Avrupa'da son yıllarda eski hastalıklar nüksediyor ve Avrupa siyasetinde aşırı sağ yükseliyor. Irkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobinin çokça müşteri bulduğu aşırı sağ fikirler, AB üye devletlerinin birçoğunda taraftar tabanını genişletiyor. Mayıs ayında AB Parlamentosu için yapılacak seçimlerde aşırı sağ partilerin alacakları oy oranları Avrupa’nın geleceğine yönelik önemli ipuçları verecek.
1950’lerde Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Almanya, Fransa ve İtalya’nın bir bütünleşme hikayesi yazmak üzere çıktığı tek şeritli yol bugün artık 28 üyenin (Büyük Britanya’nın “Brexit” macerasının hangi yönde nasıl seyredeceği henüz netleşmediğinden) aynı anda yürümesi gereken çok şeritli bir yola evrilmiş durumda. 6 üye ile çıkılan yolda 28 üyeyle ilerlemeye çalışmak elbette zaman zaman yorucu ve zorlayıcı dönemler geçirilmesine sebep olacak. Soğuk Savaş sonrası duvarların yıkıldığı ve sınırların yeniden çizildiği yaşlı kıtadaki siyasi ortam, yaşanan ekonomik zorlukların, uluslararası ilişkilerin değişen yapısının ve yoğun göç akımlarının da etkisiyle yeni sınamalardan geçiyor. AB’nin bu sınamalara nasıl yanıt vereceğini belirleyecek faktörlerden biri de gelecek ay yapılacak parlamento seçimleri.
Avrupa Birliği içinde yönetim organlarının gelişimi ve dönüşümünde AB Komisyonu ve AB Konseyi’nin yetki ve görevleri genişlemiş, yeni kurumlar oluşturulmuştur. 1979’da ilk kez yapılan doğrudan seçimlerle ihdas edilen Avrupa Parlamentosu, zaman içinde Birliğin kararlarının oluşmasındaki etki alanını ve gücünü artırarak önemli kazanımlara sahip oldu. Doğrudan seçimle iş başına gelen tek organ statüsüyle Avrupa Parlamentosu, AB çıkarlarını dolayısıyla üye ülke vatandaşlarının çıkarlarını temsil ediyor. Parlamento, bir yandan, yasama yetkisini kullanarak AB vatandaşlarının günlük yaşamlarına ilişkin sağlık, çevre ve istihdam gibi konularda kararlar almakta, öte yandan diğer organlar üzerinde siyasi denetleme yetkisini kullanmaktadır. Parlamento’nun en önemli yetkisi ise AB bütçesine onay veren makam olmasından ileri gelmektedir; Parlamento başkanının imzası olmaksızın AB bütçesi yürürlüğe girmemektedir. Ayrıca 2009’da yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması ile örgütün oluşumu üzerinde etkisini kuvvetlendirecek nitelikler de Birlik hukukuna dahil olmuştur.
- Seçimler AB'nin eğilimlerine ışık tutacak
Beş yıl arayla yapılan Parlamento seçimlerinde AB vatandaşı 18 yaşını doldurmuş herkes (Avusturya’da 16 yaşını doldurmuş olanlar), en az üç ay süreyle ikametgâhlarının bulunduğu yerlerde, seçim için belirlenen tarihlerde oy kullanabilmektedir. Yaklaşık 500 milyon nüfuslu AB’de 400 milyona yakın insanın oy kullanma ehliyetine sahip olduğu düşünülürse ve Parlamento’da üye ülkeler bazında değil de siyasi görüşler bazında temsil sağlandığı göz önüne alınırsa, önümüzdeki seçimlerin genel olarak Avrupa’nın siyasi eğilimlerine ışık tutacağını söylemek yanlış olmayacak. Gerçi sadece Belçika, Lüksemburg, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ta oy kullanma zorunluluğu mevcut ve bu ülkelerde seçime katılım oranı diğer üye ülkelere göre daha yüksek. Ancak zorunlu oy kullanma sistemi olan ülkeler dışında katılım oranı daha düşük olsa da, (Almanya’da bu oran 2014 yılında yapılan son seçimlerde yüzde 48,1’dir), AB Parlamentosu, alacağı kararlar açısından hem AB’nin geleceği hem de genel anlamda Avrupa’nın geleceği için yönlendirici bir kurum olma potansiyeline sahip.
Üye devletlerin nüfuslarıyla orantılı olarak seçilen 751 (1 Başkan, 750 üye; bu sayı İngiltere’nin Birlikten ayrılması ile değişecektir) milletvekilinden oluşan AB Parlamentosu içinde bulunan siyasi partiler/fraksiyonlar (8 siyasi grup, bir de Bağımsızlar grubu bulunmaktadır) arasında en fazla oy, mevcut durumda, Hristiyan Demokratlardadır (son seçimlerde 215 sandalye). Aşırı sağın yükselmesiyle birlikte Avrupa’da ulusal parlamentolarda kendilerine yer bulan Macaristan’da Fidesz, Fransa’da Ulusal Birleşme Hareketi, İtalya’da Lega, Avusturya’da FPÖ gibi aşırı sağcı partiler, Avrupa Parlamentosunda da temsil imkanı bulabiliyorlar. Ancak AfD, Almanya’nın Birlik içindeki gerek siyasi gücü gerekse maddi gücü nedeniyle, söz konusu aşırı sağ partiler arasında ayrı bir önem taşıyor.
- AfD’nin yükselişi AB barışını sıkıntıya sokabilir
2017 rakamlarına göre 82,79 milyon nüfusa sahip Almanya, AB Parlamentosu’na en çok milletvekili veren üyeler arasında. Almanya’da Avrupa Parlamentosu için 2014 yılında gerçekleştirilen seçimlerde oyların yüzde 30’u Hristiyan Demokrat Birliği’ne (CDU), yüzde 5,3’ü Hristiyan Sosyal Birliği’ne (CSU) gitti. Aynı seçimde Sosyal Demokratlar (SPD) yüzde 27,3, Yeşiller (Die Grünen) yüzde 10,7, Die Linke (Sol Parti) yüzde 7,4, Hür Demokratlar (FDP) ise yüzde 3,4 oy aldı. 2013 yılında kurulan aşırı sağcı parti “Almanya için Alternatif Partisi” (AfD) ise Almanya’daki oyların yüzde 7,1’ini almayı başardı. Bu oran henüz 2013 yılında kurulan parti için hiç de azımsanmayacak bir oran. Üstelik 2019 seçimleri için yapılan anketlerde AfD’nin ulaşacağı oy oranı çeşitli kaynaklarda yüzde 12-15 arası veriliyor. Almanya’da son genel seçimlerdeki durumuyla kıyasladığımızda bu oranların hiç de hayal ürünü olmadığını söylemek zorundayız. 2013’te yüzde 4,7 (Almanya’da genel seçimlerde baraj yüzde 5’tir) ile Federal Meclis’e giremeyen AfD oylarını dört sene içinde ciddi biçimde artırdı. 2017’de gerçekleşen ve katılım oranı yüzde 76,2 olan genel seçimlerde AfD yüzde 12,6’lık oy oranıyla, Hristiyan Demokratlar ve Sosyal Demokratların ardından üçüncü parti oldu.
Kurulduğu günden itibaren savunduğu aşırı sağ fikirlerini Almanya’nın gündeminde tutmaya uğraşan AfD, özellikle yabancı karşıtı fikirleriyle Şansölye Merkel’in mülteci politikaları karşısında kendine yer açıyor, AB Parlamentosu seçimlerinde de aynı şekilde AB’ye ve AB’nin göç politikasına eleştiriler yönelten, hatta zaman zaman komplo teorilerini gündeme getirebilen bir kampanya yürütüyor. Son seçimlerde 709 milletvekilinin yer aldığı Alman Federal Meclisi’nde 94 sandalye ile temsil edilen partinin lideri Alexander Gauland, “Brexit”e Birliğin yanlış göç politikasının yol açtığını savunuyor. Bu yanlış politikada devam edilirse örgütten başka çıkışların da gerçekleşebileceğini ifade ediyor. Her ne kadar Gauland, Almanya için “Dexit”in son çare olabileceğini söylüyorsa da Birlik içinde ulusal, bölgesel ve kültürel farklılıkların önemini korumasını ve her halkın kendi kararını kendisinin vermesini savunarak aslında Birliğin temelini oluşturan fikir yapısına da bir el bombası bırakıyor.
AfD’nin yükselişinin Avrupa’nın barış ve refahını sıkıntıya sokabileceğinin işaretleri, partinin diğer aşırı sağ partilerle paylaştığı AB’yi eleştiren yaklaşımın yanı sıra, özellikle İslam ve göç-göçmen karşıtı fikirlerinde görülüyor. AfD’nin AB Parlamentosu adayı Jörg Meuthen 8 Nisan 2019’da katıldığı ve Milano’da gerçekleşen Aşırı Sağ Zirvesi’nde, Merkel’in göçmen politikasının bir felaket olduğunu savunurken, AB’ye göçmen akışının durdurulması gerektiğini, sadece izin verilenlerin AB üye ülkelerine gelebileceğini ifade etti.
Almanya’nın siyaseti 1949’dan bu yana koalisyonların hükümet etmesine yönelik olarak düzenlenmiştir. Başbakan Angela Merkel’in Almanya’da 2021’de yapılacak genel seçimlerde aday olmayacağını açıklamasının ve partisinin genel başkanlığını bırakmasının ardından AfD’nin yükselişi dikkatle takip edilmesi gereken bir durum olarak öne çıkıyor. Merkel sonrası dönemde dümende kimin olacağı sadece AB’nin başat gücü Almanlar için değil, AB üyesi diğer devletler için de büyük önem arz ediyor. Avrupa’da halen önemli sayıda Müslümanın (ve Türkün) yaşadığı ve bu sayının gelecekte -göç tamamen durdurulsa bile- artmasının kuvvetle muhtemel olduğu düşünülürse, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki iletişimin yönü, küreselleşmenin ve dijital çağın doludizgin yaşandığı 21. yüzyılda sadece Avrupa’yı değil, başta AB’nin komşuları olmak üzere dünyanın diğer coğrafyalarını da çok yakından ilgilendirecektir.
[Dr. Öğrt. Üyesi Nurgül Bekar Kastamonu Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde öğretim görevlisidir]
Kaynak: AA
1950’lerde Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Almanya, Fransa ve İtalya’nın bir bütünleşme hikayesi yazmak üzere çıktığı tek şeritli yol bugün artık 28 üyenin (Büyük Britanya’nın “Brexit” macerasının hangi yönde nasıl seyredeceği henüz netleşmediğinden) aynı anda yürümesi gereken çok şeritli bir yola evrilmiş durumda. 6 üye ile çıkılan yolda 28 üyeyle ilerlemeye çalışmak elbette zaman zaman yorucu ve zorlayıcı dönemler geçirilmesine sebep olacak. Soğuk Savaş sonrası duvarların yıkıldığı ve sınırların yeniden çizildiği yaşlı kıtadaki siyasi ortam, yaşanan ekonomik zorlukların, uluslararası ilişkilerin değişen yapısının ve yoğun göç akımlarının da etkisiyle yeni sınamalardan geçiyor. AB’nin bu sınamalara nasıl yanıt vereceğini belirleyecek faktörlerden biri de gelecek ay yapılacak parlamento seçimleri.
Avrupa Birliği içinde yönetim organlarının gelişimi ve dönüşümünde AB Komisyonu ve AB Konseyi’nin yetki ve görevleri genişlemiş, yeni kurumlar oluşturulmuştur. 1979’da ilk kez yapılan doğrudan seçimlerle ihdas edilen Avrupa Parlamentosu, zaman içinde Birliğin kararlarının oluşmasındaki etki alanını ve gücünü artırarak önemli kazanımlara sahip oldu. Doğrudan seçimle iş başına gelen tek organ statüsüyle Avrupa Parlamentosu, AB çıkarlarını dolayısıyla üye ülke vatandaşlarının çıkarlarını temsil ediyor. Parlamento, bir yandan, yasama yetkisini kullanarak AB vatandaşlarının günlük yaşamlarına ilişkin sağlık, çevre ve istihdam gibi konularda kararlar almakta, öte yandan diğer organlar üzerinde siyasi denetleme yetkisini kullanmaktadır. Parlamento’nun en önemli yetkisi ise AB bütçesine onay veren makam olmasından ileri gelmektedir; Parlamento başkanının imzası olmaksızın AB bütçesi yürürlüğe girmemektedir. Ayrıca 2009’da yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması ile örgütün oluşumu üzerinde etkisini kuvvetlendirecek nitelikler de Birlik hukukuna dahil olmuştur.
- Seçimler AB'nin eğilimlerine ışık tutacak
Beş yıl arayla yapılan Parlamento seçimlerinde AB vatandaşı 18 yaşını doldurmuş herkes (Avusturya’da 16 yaşını doldurmuş olanlar), en az üç ay süreyle ikametgâhlarının bulunduğu yerlerde, seçim için belirlenen tarihlerde oy kullanabilmektedir. Yaklaşık 500 milyon nüfuslu AB’de 400 milyona yakın insanın oy kullanma ehliyetine sahip olduğu düşünülürse ve Parlamento’da üye ülkeler bazında değil de siyasi görüşler bazında temsil sağlandığı göz önüne alınırsa, önümüzdeki seçimlerin genel olarak Avrupa’nın siyasi eğilimlerine ışık tutacağını söylemek yanlış olmayacak. Gerçi sadece Belçika, Lüksemburg, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ta oy kullanma zorunluluğu mevcut ve bu ülkelerde seçime katılım oranı diğer üye ülkelere göre daha yüksek. Ancak zorunlu oy kullanma sistemi olan ülkeler dışında katılım oranı daha düşük olsa da, (Almanya’da bu oran 2014 yılında yapılan son seçimlerde yüzde 48,1’dir), AB Parlamentosu, alacağı kararlar açısından hem AB’nin geleceği hem de genel anlamda Avrupa’nın geleceği için yönlendirici bir kurum olma potansiyeline sahip.
Üye devletlerin nüfuslarıyla orantılı olarak seçilen 751 (1 Başkan, 750 üye; bu sayı İngiltere’nin Birlikten ayrılması ile değişecektir) milletvekilinden oluşan AB Parlamentosu içinde bulunan siyasi partiler/fraksiyonlar (8 siyasi grup, bir de Bağımsızlar grubu bulunmaktadır) arasında en fazla oy, mevcut durumda, Hristiyan Demokratlardadır (son seçimlerde 215 sandalye). Aşırı sağın yükselmesiyle birlikte Avrupa’da ulusal parlamentolarda kendilerine yer bulan Macaristan’da Fidesz, Fransa’da Ulusal Birleşme Hareketi, İtalya’da Lega, Avusturya’da FPÖ gibi aşırı sağcı partiler, Avrupa Parlamentosunda da temsil imkanı bulabiliyorlar. Ancak AfD, Almanya’nın Birlik içindeki gerek siyasi gücü gerekse maddi gücü nedeniyle, söz konusu aşırı sağ partiler arasında ayrı bir önem taşıyor.
- AfD’nin yükselişi AB barışını sıkıntıya sokabilir
2017 rakamlarına göre 82,79 milyon nüfusa sahip Almanya, AB Parlamentosu’na en çok milletvekili veren üyeler arasında. Almanya’da Avrupa Parlamentosu için 2014 yılında gerçekleştirilen seçimlerde oyların yüzde 30’u Hristiyan Demokrat Birliği’ne (CDU), yüzde 5,3’ü Hristiyan Sosyal Birliği’ne (CSU) gitti. Aynı seçimde Sosyal Demokratlar (SPD) yüzde 27,3, Yeşiller (Die Grünen) yüzde 10,7, Die Linke (Sol Parti) yüzde 7,4, Hür Demokratlar (FDP) ise yüzde 3,4 oy aldı. 2013 yılında kurulan aşırı sağcı parti “Almanya için Alternatif Partisi” (AfD) ise Almanya’daki oyların yüzde 7,1’ini almayı başardı. Bu oran henüz 2013 yılında kurulan parti için hiç de azımsanmayacak bir oran. Üstelik 2019 seçimleri için yapılan anketlerde AfD’nin ulaşacağı oy oranı çeşitli kaynaklarda yüzde 12-15 arası veriliyor. Almanya’da son genel seçimlerdeki durumuyla kıyasladığımızda bu oranların hiç de hayal ürünü olmadığını söylemek zorundayız. 2013’te yüzde 4,7 (Almanya’da genel seçimlerde baraj yüzde 5’tir) ile Federal Meclis’e giremeyen AfD oylarını dört sene içinde ciddi biçimde artırdı. 2017’de gerçekleşen ve katılım oranı yüzde 76,2 olan genel seçimlerde AfD yüzde 12,6’lık oy oranıyla, Hristiyan Demokratlar ve Sosyal Demokratların ardından üçüncü parti oldu.
Kurulduğu günden itibaren savunduğu aşırı sağ fikirlerini Almanya’nın gündeminde tutmaya uğraşan AfD, özellikle yabancı karşıtı fikirleriyle Şansölye Merkel’in mülteci politikaları karşısında kendine yer açıyor, AB Parlamentosu seçimlerinde de aynı şekilde AB’ye ve AB’nin göç politikasına eleştiriler yönelten, hatta zaman zaman komplo teorilerini gündeme getirebilen bir kampanya yürütüyor. Son seçimlerde 709 milletvekilinin yer aldığı Alman Federal Meclisi’nde 94 sandalye ile temsil edilen partinin lideri Alexander Gauland, “Brexit”e Birliğin yanlış göç politikasının yol açtığını savunuyor. Bu yanlış politikada devam edilirse örgütten başka çıkışların da gerçekleşebileceğini ifade ediyor. Her ne kadar Gauland, Almanya için “Dexit”in son çare olabileceğini söylüyorsa da Birlik içinde ulusal, bölgesel ve kültürel farklılıkların önemini korumasını ve her halkın kendi kararını kendisinin vermesini savunarak aslında Birliğin temelini oluşturan fikir yapısına da bir el bombası bırakıyor.
AfD’nin yükselişinin Avrupa’nın barış ve refahını sıkıntıya sokabileceğinin işaretleri, partinin diğer aşırı sağ partilerle paylaştığı AB’yi eleştiren yaklaşımın yanı sıra, özellikle İslam ve göç-göçmen karşıtı fikirlerinde görülüyor. AfD’nin AB Parlamentosu adayı Jörg Meuthen 8 Nisan 2019’da katıldığı ve Milano’da gerçekleşen Aşırı Sağ Zirvesi’nde, Merkel’in göçmen politikasının bir felaket olduğunu savunurken, AB’ye göçmen akışının durdurulması gerektiğini, sadece izin verilenlerin AB üye ülkelerine gelebileceğini ifade etti.
Almanya’nın siyaseti 1949’dan bu yana koalisyonların hükümet etmesine yönelik olarak düzenlenmiştir. Başbakan Angela Merkel’in Almanya’da 2021’de yapılacak genel seçimlerde aday olmayacağını açıklamasının ve partisinin genel başkanlığını bırakmasının ardından AfD’nin yükselişi dikkatle takip edilmesi gereken bir durum olarak öne çıkıyor. Merkel sonrası dönemde dümende kimin olacağı sadece AB’nin başat gücü Almanlar için değil, AB üyesi diğer devletler için de büyük önem arz ediyor. Avrupa’da halen önemli sayıda Müslümanın (ve Türkün) yaşadığı ve bu sayının gelecekte -göç tamamen durdurulsa bile- artmasının kuvvetle muhtemel olduğu düşünülürse, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki iletişimin yönü, küreselleşmenin ve dijital çağın doludizgin yaşandığı 21. yüzyılda sadece Avrupa’yı değil, başta AB’nin komşuları olmak üzere dünyanın diğer coğrafyalarını da çok yakından ilgilendirecektir.
[Dr. Öğrt. Üyesi Nurgül Bekar Kastamonu Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde öğretim görevlisidir]