'Dini Bağnazlık, Terör Tuzağındaki Yemlerden Sadece Birisidir'
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, “Şu açıkça bilinmelidir ki dini bağnazlık, terör tuzağındaki yemlerden sadece birisidir" dedi.
Diyanet İşleri Başkanı Görmez, 9. Büyükelçiler Konferansı’nda yaptığı konuşmada konuşmasını küresel dünyada din-devlet-toplum ilişkileri ve İslamofobya, kendini arayan İslam dünyası, küresel terör ve şiddet sarmalı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve yurt dışı din eğitimi ve din hizmetleri olmak üzere üç başlık altında yapacağını ifade etti.
Yaratıldığı günden itibaren insanoğlunun akleden bir varlık olarak en çok merak ettiği soruların yaratılış gayesi, yaratılışın ve yaratıcının mahiyeti, varlığın ve varoluşun anlamı, insanın mebdei ve meadı yani yaratılışın başlangıcı ve sonu yahut sonsuzluğu, ahlakın ve mutluluğun kaynağı, insanın ölüm ötesi serüveni ile ilgili sorular olduğunu aktaran Görmez, “Bütün felsefi sistemeler, bu soruların cevabıyla uğraşmıştır. İnsanoğlu bu sorulara yönelik en tatminkâr cevabı daima dinde bulmuştur. Bunun içindir ki din, ilk insanla birlikte bireylerin ve toplumların en kadim realitesi olarak hep var olagelmiştir. Bütün ilahi dinlere göre, ilk insan aynı zamanda ilk peygamberdir. Ve bütün insanlar Âdem’in çocuklarıdır. Medeniyet tarihi aynı zamanda bir dinler tarihidir. Din, Medine ve medeniyet birbirinden ayrılmaz üç kavramdır. Medeniyet tarihinden dini çıkarttığımız zaman kültür, düşünce, felsefe ve sanat adına çok şey kalmayacaktır. Kısaca din insanlık tarihinin en kadim realitesidir. Tarihte sayısız din ve inanç ortaya çıkmakla birlikte insanoğlunun mukadderatını en çok etkileyen son üç din Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlıktır. Tarih bize göstermiştir ki din olgusu insanlar tarafından doğru anlaşıldığı, doğru uygulanınca su ve hava kadar tabii olmuş fakat yanlış anlaşılıp yanlış tatbik edilince ise insanın bütün potansiyellerini yok etmiş, aklın ve hayatın önünde en büyük engel olmuştur” diye konuştu.
“DİNLERİN GÜÇ VE CAZİBELERİNİ YİTİRECEĞİ KEHANETİ TUTMAMIŞTIR"
Görmez, Batı dünyasının bunun en çarpıcı örneğini aydınlanma ile birlikte yaşadığını, Batı’da aydınlanmayla birlikte dine karşı mesafeli bir duruş başladığını da anlattı. “Bir sosyal kurum olarak dinin, modernite ile birlikte gerileyeceğini, dinî kurum ve sembollerin toplum üzerindeki hâkimiyetlerinin sosyal, kültürel, entelektüel ve bilimsel gelişmelerle birlikte yok olacağını öngören teoriler yanılmıştır” diyen Görmez, “İnsanlığın, aydınlanmacı aklın rehberliğinde modernleşme ve rasyonelleşme hedefine emin adımlarla yürüyeceğini; insan zihninin her türlü metafizik ve mistik düşünceden arınacağını; özgürlüğünü kısıtlayan bütün geleneksel toplum ve bilgi yapılarından kurtulacağını; dinin sosyal önemini kaybederek bireyin vicdanına ve özel hayatına hapsolacağını iddia eden teoriler, eski cazibesini kaybetmiştir. Dini öğretilere sadakatin azalacağını; dini organizasyonlara ve yapılara katılımın düşeceğini söyleyen görüşler, artık sosyolojik bir gerçek olmaktan uzaklaşmıştır. Açıkçası dinlerin güç ve cazibelerini yitireceği kehaneti tutmamıştır. Din, insanların zihinlerini bütün çabalara rağmen gerileme trendine girmiştir” ifadelerini kullandı.
“BU, ’ÖTEKİ’ MAALESEF SON ZAMANLARDA İSLAM VE MÜSLÜMANLARDIR"
Görmez, dinin 21. yüzyılın ilk çeyreğine yükselen bir değer olarak girdiğini de aktardı. Görmez, konuşmasına şöyle devam etti:
“Batı’da ana dinin geleneksel, yerleşik ve köklü kurumları olarak kiliselerin mevcut seküler, liberal görünümleri ile toplum nezdinde nüfuz ve itibar kaybına uğradıkları yanılgısına düşmemek gerekir. Modernitenin üç atlısı olan ’rasyonalite, bireycilik ve eşitlik’ ilkeleri ile birlikte Batı’da dinin toplum nezdindeki etkisinin azaldığı gibi yanlış bir kanaate kapılmamak gerekir. Tanrıya inananların sayısının azalması, her geçen gün kiliseye gitme oranlarının düşmesi, kiliselerin kapısına kilit vurulduğu anlamına gelmemektedir. Pek çok Batılı, dindar olmadığı, hatta bir inanan olmadığı halde sahip olduğu değerlerin dine dayandığının farkındadır. Yine inanmadığı halde kilise vergilerini ödeyenlerin sayısı hiç de az değildir. Burada vurgulamamız gereken bir diğer husus ise, din olgusunun millî, etnik ve kültürel kimliğin anahtar unsuru olmasıdır. Keza bugün Hıristiyanlık ve onun kurumları da ‘Batılı’ kimliğini besleyen en güçlü aktörlerdir. Bir din olarak Hıristiyanlık’ın anlam verici, meşrulaştırıcı, norm ve düzen koyucu gücü, modernizmin bütün dayatmalarına rağmen Batı toplumu üzerinde hala etkisini sürdürmektedir. Bu etki, aileden sosyal ilişkilere, ekonomiden siyasete, sanattan spora varıncaya kadar hayatın her alanında derin bir biçimde hissedilmektedir. Dolayısıyla, Batı toplumunun ve kültürünün anlaşılmasında dinin anlaşılması hâlâ önemli bir basamaktır. Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus şudur ki, Batı’daki varlığını kılcal damarlara kadar hissettirmeye devam eden din, kendi içindeki etnik, itikadi ve mezhebi ayrılıkları örtmek için bir ‘öteki’ üretmiştir. Bu ‘öteki’ maalesef son zamanlarda İslam ve Müslümanlardır. İslam ve Müslümanlar üzerinden şekillenen kimlik kurgusu ise, eski tarihî düşmanlıklara yaslanarak sanal bir korkuyu, ‘İslamofobi’yi üretmiştir. Gerçekte İslamofobi, arkasında çok yönlü, karmaşık ve de karanlık, ekonomik, siyasi ve kültürel emelleri, çıkar ilişkilerini barındıran bir ötekileştirme projesidir. Aydınlanma tarihiyle eşdeğer olan oryantalizm, sadece bir bilimsel faaliyet alanını değil, büyük bir siyaset aklını da içinde barındırmaktadır. Bugün Şii-Sünni ayrılığı veya diğer mezhep farklılıkları üzerinden çatışma var etmeye çalışanlar, oryantalistik bilgiyi silah olarak kullanmaya devam etmektedirler. Can suyunu kara cehaletten ve temelsiz önyargılardan alan İslamofobi projesinin yegâne marifeti, yeryüzü toplumları arasına kin, nefret, ırkçılık, ayrımcılık ve yabancı düşmanlığı tohumlarını ekmektir. Bu ise neticede, küresel terörü tetiklemekten başka bir amaca hizmet etmemektedir.”
“İSLAM DÜNYASINDAKİ DİNİ BAĞLILIKLAR VE KİMLİKLER BUGÜN YENİDEN TANIMLANMAKTADIR"
Dinin İslam dünyasındaki diriliş sürecinin Batı’dakinden farklı bir mecrada aktığını ifade eden Görmez, “İslam dünyasındaki dinî bağlılıklar ve kimlikler bugün yeniden tanımlanmaktadır. Müslüman milletlerin yeniden İslam’ın manasıyla buluşarak insanlığa umut veren bir medeniyet inşa etmeleri için bugün dünden daha fazla nedenimiz vardır. On dört asır önce Hz. Muhammed (sav) kabile savaşlarının yaşandığı, can ve mal emniyetinin bulunmadığı, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, vahşetin ve dehşetin kol gezdiği karanlık bir ortamda Allah’ın yol göstericiliğiyle, yeni bir söz ile yani Kur’an ile tüm insanlığa umut olmuştu. Egemenlerin başta direndiği bu söz yani Kur’an, mazlum insanların, kölelerin, ırgatların, itilmiş kadınların ve gençlerin inanmasıyla kısa zamanda yayılarak Yesrib’de ete kemiğe bürünmüş, imana ve ahlâka dayalı bir toplumun inşası gerçekleşmişti. Yesrib, medeniyetin ilk şehri olarak Medine’ye dönüşmüştü. Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilen ve âlemlere rahmet olan İslam Peygamberi de selefleri gibi insana varlık sebebini hatırlatmış, insanı insan olmaya davet etmiştir. Kendisini Adem’le başlayan peygamberlik binasının bir tuğlası olarak tarif etmiştir. Onun tebliğ ettiği Kur’an’a ve eşsiz hayat modeli olan sünnetine dayanan İslam dini, tarihsel süreç içinde hiçbir zaman tek düze bir yorumlamayla bize gelmemiştir. İslam düşünce tarihinde hakikat arayışı sürekli var olmuş ve Batı için Ortaçağ olan zaman dilimlerinde, İslam düşüncesinin zengin tezahürleri bütün İslam dünyasında kendini göstermiştir. Endülüs böyledir ve cazibe merkezi olarak Batı’yı büyülemiştir. Buhara, Semerkant böyledir; bilginin ve hikmetin merkezleri olmuştur. Bağdat böyledir; çok farklı unsurları içinde barındırdığı halde barışın ve medeniyetin beşiği olmuştur. İstanbul böyledir, tarih boyunca bütün inanç ve düşünceleri barış içerisinde hukuk temelinde birlikte yaşatabilmiştir” değerlendirmesinde bulundu.
“SİLAHLARIN PATRONLARI İŞLERİNDEN KAZANMAYA DEVAM EDERKEN..."
“Bugüne gelince İslam beldelerinin önemli bir kısmı, maalesef yaralı bilinçlerin, hasarlı ruhların, ölümcül kimliklerin, parçalanmış benliklerin kol gezdiği bir vahşet coğrafyasına dönüşmüş ya da dönüştürülmüş durumdadır” ifadesini kullanan Görmez, “Bitmek bilmeyen savaşlar ve terör yüzünden tarihin kaydettiği en ağır hasar ve tahribat ile yüz yüze kalan bu coğrafya, etnik ve mezhepsel aidiyetlerini dininin önüne geçiren bağnaz azınlıkların, hiçbir insani, dini, ahlaki, meşru temele ve gerekçeye dayanmaksızın hoyratça bir bölme, ayrıştırma, dışlama, ötekileştirme ve tekfir etme faaliyetlerine şahitlik etmektedir. İslam dünyasında olup bitenlerin sebeplerini hep hariçte aramak ne kadar basit ve kolaycılık ise sadece din ve mezhebe bağlamak da o kadar basit ve kolaycılıktır. Ne zaman din ve mezhep eksenli bir şiddet olursa gözler hemen din adamlarına, ilahiyatçılara ve Diyanet İşleri Başkanlıklarına çevrilmektedir. Din adamları olarak barış için dua edebiliriz; cemaatlerimizi ve halklarımızı, düşmanlık duygularından arındırmak için çabayı gösterebiliriz. Yangından canı yananları teselli etmek için her türlü gayreti gösterebiliriz. Ne var ki silahların patronları işlerinden kazanmaya devam ederken; politikacılar, komutanlar ve şiddet profesyonelleri kargaşa, terör ve ölüm buyrukları vermeyi sürdürürken bu çabayı bizden bekleyenler, başarılı olacağımızı gerçekten umabiliyorlar mı? Dökülen kanların ardında halkların ve ülkelerin servetlerini talana girişmiş açgözlü küresel güçlerin sorgulanamaz iştahı yatıyor olamaz mı? Bütün savaş ve terörün dinî hoşgörü yahut müsamaha yokluğundan çıktığına insanları gerçekten inandırabilir miyiz? Bundan önce bizi kim inandıracak durumun böyle olduğuna? Yeryüzünde sömürgecilik hiç olmamış; altına, gümüşe, petrole ve uranyuma aç savaş lordları, ülkeleri, halkları birbirine hiç kırdırtmamış; bütün bunlar olmamış da, sadece dinsel fanatizmden dolayı gerginlikler, çatışmalar, savaş ve terör oluyormuş, öyle mi? Bağnaz dindarlık, fundamentalizm ve radikalizm, dinler ve mezhepler arasındaki düşmanca duygular. Bütün bunlar olmasaydı, savaş ve terör gerçekten ortaya çıkmayacak mıydı? Bizi buna kim inandırabilir? Bütün bunları söyleyecek olsak bize kim inanır. Din adamları bir aldatmacaya hizmet etseler bile, hangi din bu kandırmacaya hizmet için araç olmaya müsaade edebilir? Hangi samimi mümin, bir inanç ve ahlakın gerçekten vahşet üretebileceğini kabul edebilir. Aşırılığa, şiddete, savaş ve teröre karşı olduğumuzu haykırmak elbette gereklidir, peki bu yeterli midir?” dedi.
“DİNİ BAĞNAZLIK TERÖR TUZAĞINDAKİ YEMLERDEN SADECE BİRİDİR"
Görmez, konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Şunu açıkça sormak isterim ki; dinî bağnazlık, dinî radikalizm, dinler ve cemaatler arası düşmanlık mı daha tehlikeli, yoksa sömürü ve kaynakların talanı yoluyla yaratılmış adaletsizlik, yoksulluk, insan haklarından yoksunluk, eğitimsizlik, cehalet, suça itilmişlik mi daha büyük belasıdır dünyamızın? Şu açıkça bilinmelidir ki; dinî bağnazlık, terör tuzağındaki yemlerden sadece birisidir; dinî inançların, değerlerin ve kimliklerin radikal ya da fundamentalist yorumu, dinî bağnazlığın bir silah olarak kullanılması, halkların ve cemaatlerin küresel sömürü ve talan altında içine düşürüldüğü adaletsizlik, yoksulluk, insan onurundan yoksunluk altında, onuru kırılmış insanların ikna edilmesi için basit bir silahtan ibarettir. Bütün bunları söylerken, hem bir akademisyen olarak hem de Diyanet İşleri Başkanı olarak yanlış din yorumlarından, saptırıcı İslam anlayışlarından, din adına üretilen kaosteolojilerinden kaynaklanan sorunlardan ve bu konudaki sorulardan kaçmak gibi bir düşüncem yoktur. Bu sorunlardan hepsine değil, ama sadece ikisine değineceğim. Modern zamanlarda ortaya çıkan nevzuhur dinî tezahürlerden biri var ki, İslâm’ın cihanşümul hak ve adalet anlayışına; sevgi, şefkat ve rahmet mesajına gölge düşürmüş, medeniyet yürüyüşünü sekteye uğratmış, Batı dünyasında İslamofobi’nin oluşmasına sebep olmuş ve medeniyetler arası çatışma üretmek isteyen görüş ve çıkar odaklarının maşası hâline gelmiştir. Afrika’nın paylaşımı ve sömürgeleştirilmesi, Afganistan’ın işgali, Bosna ve Çeçenistan savaşları, Körfez Savaşı ve Irak’ın işgali, Libya ve Suriye’nin parçalanması ve bu coğrafyaların iç savaşlara sürüklenmesi gibi İslâm dünyasının dinî ve kültürel fay hatlarını sarsan büyük acılardan sonra bu anlayış sömürge, şiddet, savaş, işgal ve istibdatların gölgesinde yetişen yaralı bilinçlerin, mağdur ve mazlum kimliklerin, hatta Batı’da varlıkları ve kimlikleri yok sayılarak ötekileştirilen genç kuşakların, uğruna canlarını verdikleri ve insanları hunharca katlettikleri bir kurtuluş ideolojisine dönüşmüştür. İslâm dünyasının sorunlu bölgelerinde varlığını kuvvetlendiren bu anlayış, İslâm’ın ilk fitne hâdiselerinde ortaya çıkan haricî unsurların düşünce, tavır ve diliyle de birleşince bugün itibarıyla din-i mübin-i İslâm ve İslâm toplumları için en büyük sorun hâline gelmiştir. Söz konusu anlayış, mutlaka tarihsel bir süreç içerisinde yeniden değerlendirilmelidir. Tarih boyunca İslâm medeniyetinde egemen olmayan, şaz ve marjinal kalan bu anlayış, önceleri tamamen selefe ve dinî metinlere bağlılığı ifade ederken, Moğol İstilâsıyla birlikte Haçlı seferlerinden sonra zemin bularak bir eylem ve hareket alanına dönüşmüştür. Daha sonraları Osmanlı Devleti’nin dağılması sürecinde ortaya çıkan otorite zaafından istifade etmiş; Birinci Dünya Savaşı ortamında dâhilî ve haricî etkenlerle siyasî bir güç elde ederek Arap coğrafyasında egemenlik oluşturmuş ve kurulan bazı devletlerin ideolojisi hâline gelmiştir. Bu anlayış sahipleri, modernitenin etkisiyle ihdas ettikleri kendi hakikatlerini, ilk üç mübarek nesle izafe ettiklerinin de farkında olmamıştır. Kendi hakikatlerine ve dinî anlayışlarına inanmayanları, İslâm’ın ana yolunun tarih boyunca prensibi olan “Ehl-i kıble tekfir edilmez.” düsturunu yok sayarak kolaylıkla tekfir eden bu zihniyet, kendi dışındaki bütün inanış ve mezheplerle savaşmayı cihad olarak kabul etmiştir.”
“FETÖ, 15 TEMMUZ HAİN DARBE VE İŞGAL GİRİŞİMİYLE KÜRESEL BİR KÖTÜLÜK PROJESİ OLDUĞUNU APAÇIK BİR ŞEKİLDE GÖSTERMİŞTİR"
Üzerinde durulması gereken bir başka olgunun da özellikle bütün dünyayı kurtarma iddiasıyla ortaya çıkan ve mega idealler peşinde koşarak bir misyon edasıyla hareket eden FETÖ benzeri dinî yapılar olduğuna dikkati çeken Görmez, "Bu tarz yapıların, özellikle sömürgecilik döneminden itibaren başlayan, çağımızda da bir hayli etkili olan kilise tarihinde de görüldüğü bilinmektedir. Uluslararası siyasî güçlerden kendilerini korumaları pek mümkün olmayan bu tarz hareketler, görünenden farklı bir ajandayı esas alarak faaliyet yürütmektedir. İlişkileri ve işleyişleri şeffaf ve legal olmadığı için değerlendirilmesi oldukça zor olan bu yapılar, iyi niyetle ilk bakışta masum bir görünüm sergilemektedir. FETÖ, 15 Temmuz hain darbe ve işgal girişimiyle küresel bir kötülük projesi olduğunu apaçık bir şekilde göstermiştir. FETÖ, sömürge faaliyetlerine hizmet etmek, hem Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Yugoslavya’nın dağılmasından sonra bu coğrafyada, hem de resmi sömürgelerin sona ermesinden sonra Afrika’da sömürge kabiliyetini arttıran, sömürge aydınları yetiştiren projeye dönüştüğü bugünden bakıldığında açıkça görülmektedir. Başlangıçta bir kişi etrafında oluşan bu hareketler, zamanla kendi içinde bir yapıya, bir söyleme, bir gayeye ve büyük bir hedefe dönüşmektedir. Dinî referanslar ve peygamberlerin mücadelesi dahi daha çok araçsal bir boyut kazanan bu hareketlerde başarıya endeksli olmak büyük bir amaç hâline gelmektedir. Kendilerinin dışındaki hareket ve oluşumları karşı mücadelede her yolun mubah sayıldığı bu yapılar, her türlü ortama uyum sağlamaya ve gizliliğe büyük önem atfetmektedir. Şahıs merkezli bu hareketlerde ahireti kazanma karşısında akıl ve vahiy devre dışı bırakabilmekte, körü körüne itaat kültürüyle iradeler teslim alınabilmektedir. Bilinmelidir ki İslâm’a göre hakikat hiç kimsenin tekelinde değildir. Mümine düşen görev, hakikati kendi avucunda görmek ve insanları kendi hakikatine davet etmek değil, daima hakikatin yolunda olmaktır. Elbette İslâm yardımlaşma ve dayanışmayı esas alan bir ahlâk doğrultusunda birlik olmayı ve tüm Müslümanların ortak hedef, ortak gaye ve ortak idealde birleşmelerini ister. Ancak Kur’an, Hristiyanlık ve Yahudilik örneklerinde olduğu gibi fırka ve hiziplere bölünmeyi, kendinden başkasına cenneti lâyık görmeyen kibirli ve müstağni dindarlıkları zemmeder. İslâm’ın daveti ve tebliği aşikârdır. Meşru olan gayeye hiçbir zaman gayrimeşru yöntemlerle ulaşılmaz. Hile yapmak, şantaj uygulamak, desise oluşturmak ve fitne çıkarmak İslâmî ahlâkın asla tasvip etmeyeceği hususlardır” şeklinde konuştu.
“YENİ TÜRKİYE’Yİ İNŞA ETME ÇABASININ ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL...."
Paradoksal modernleşme şeklinde tanımlanabilen Türk modernleşmesinin başlangıç etaplarında din ve devlet arasındaki ilişkilerin seyrini belirleme konusunda birbiriyle çelişen pek çok görüşün muvafakatına ihtiyaç duyduğunu aktaran Görmez, “Yine bugün oldukça garip sayılabilecek bu analizin tarihsel verilere başvurulduğunda her birimizi ikna edecek pek çok örneğinden söz etmek mümkündür. Popüler Batı değerleriyle sıkı bir irtibat içinde Yeni Türkiye’yi inşa etme çabasının önündeki en çetin engel kimileri için din, kimileri için de din de dâhil bütün kültürel müktesebatı bagajında taşıyan gelenekti. Bizim hayatımızda geleneğin etle tırnak kadar içiçe geçmiş ögelerin bir toplamı olduğundan hiç birimizin kuşkusu olmasa gerektir. Bugün ne yazık ki Cumhuriyet’in kuruluş evreni hakkında kendi zihni dünyamızda kurduğumuz bariyerler yüzünden zamansal-dönemsel gerçekleri okumakta zorlanıyoruz. Sadece kurum tarihçilerimizin değil akademik hayatın farklı alanlarında geçmiş üzerinde kalem oynatan sosyal bilimcilerimiz de soğukkanlı bir şekilde bu paradoksu anlamak için hatta bir adım daha ileri giderek çözümleyebilmek için kıllarını kıpırdatmaya ihtiyaç duymadılar. Bu durumdan ne yazık ki ne aydınlarımız ne de entelektüellerimiz muaf sayılırlar. İtiraf edeyim ki saygıdeğer alimlerimiz de bu konunun aydınlatılması için gayret içinde olduklarını bu aziz millete izah etmediler. Gerçekten de eğer Diyanet eğer verili dini zaptetmek, onu kontrol etmek ya da muhtemel olası sözüm ona saldırılarından emin olmak için kurulmuş bir teşkilatsa birinin bize başka şeyleri de açıklaması gerekir” dedi.
“DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI, ÜSTLENDİĞİ BU MİSYONU DÜN OLDUĞU GİBİ BUGÜN DE SÜRDÜRMEKTEDİR"
Görmez, şunları kaydetti:
“Gerek Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Mehmet Akif Ersoy’a, gerek Elmalılı Hamdi Yazır merhuma verilen meal ve tefsir yazma-hazırlama işi ve yükümlülüğünü tam bir netlikte açıklığa kavuşturmak gerekir. Bir takım sorunlar yoktur denilemez, bunların üzerine kimsenin sünger çekme ihtimali de olamaz ama birilerinin de yine çıkıp Ahmet Naim merhuma ne diye Tecrid-i Sarih Tercemesi yaptırıldığını açıklaması gerekir. Bugün hepimizin rahatlıkla temsil ettiği gibi gerek Elmalılı Hamdi merhumun Hak Dini Kur’an Dili tefsiri, gerekse Ahmet Naim’in hadis tercümesi gözardı edilemeyecek birer abide olarak önümüzde durmaktadır. 80 yıllık Cumhuriyet tecrübemizin sahih İslam müktesebatıyla güçlü bir şekilde bağlantısını kuran ağın bu kitaplar olduğuna şüphe yoktur. Açıkçası bugün Diyanet İşleri Başkanlığı sadece dini yorumlar ve mezheplerüstü formasyonuyla değil, dini sosyal teşekküllerin tamamının başını çektiği bir dini kargaşada her akl-ı selimin rahatlıkla kendini teslim etmeyi tercih ettiği bir sahili selamet özelliği taşımaktadır. Bu çerçevede Diyanet İşleri Başkanlığımızın bizatihi varlığı, ilaveten, çalışmaları ve projeleri daha da bir önem kazanmıştır. Asli misyonu çağın ve toplumun dini ihtiyaçlarını İslam dininin temel kaynakları ışığında güncellenmiş doğru ve güncel bilgiyle karşılamak, toplumu inanç, ibadet ve ahlâk konularında aydınlatmak olan Diyanet İşleri Başkanlığı, kurulduğu 3 Mart 1924 tarihinden bu yana üstlendiği bu misyonu geliştirdiği hizmet, plan, politika ve stratejiler çerçevesinde ifa etme azim ve kararlılığını dün olduğu gibi bugün de sürdürmektedir.”
"BUGÜN AVRUPA’DA 3 MODEL ORTAYA ÇIKMIŞTIR"
Diyanet İşleri Başkanlığının aslında sadece Türkiye içinde topluma din hizmeti sunmak için kurulduğunu hatırlatan Görmez, “1960’lı yıllardan itibaren Avrupa’ya göç hareketleri ile birlikte yurt dışındaki millet varlığımız Diyanet İşleri Başkanlığımızın hizmetlerine ihtiyaç duymuştur. 20 yıl bir gecikmeden sonra yurt dışı hizmetleri ancak kurumsallaşabilmiştir. Bu hizmetlerde olmazsa olmaz iki ilkesi olmuştur Avrupa’daki millet varlığımıza hizmet ederken, birincisi millet varlığımızın kendi inancını, kültürünü, dilini, dinini muhafaza etmesi, ikincisi de içinde bulunduğu toplumla barış içinde yaşaması ama asla asimilasyona izin verilmemesi. Bugün Avrupa’da üç model ortaya çıkmıştır. Fransa’da Mağrib-Cezayir modeli, İngiltere’de Hindistan-Pakistan modeli, Almanya’da Türk modeli ortaya çıkmıştır din hizmetleri açısından. Dünyada ve Avrupa’da barışa en çok katkıda bulunan hizmetin diyanet hizmetleri olduğu açıkça ifade edilmiştir. 11 Eylül ile birlikte iyi kötü ayırt edilmeden Avrupa’da hizmetlerimize yönelik eleştiriler başlamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı eleştirileri dikkate almıştır. İki yeni adım atmıştır; Bir taraftan Avrupa Üniversitelerinde İslam İlahiyatının açılmasına katkıda bulunmuş, diğer taraftan Uluslararası İlahiyat Projesi geliştirerek Avrupa’da doğup büyüyen çocuklarımıza Türkiye’de ilahiyat eğitimi imkânı sunmuştur. Son gelişmeler bu endişelerin artarak devam ettiğini göstermektedir. Yeni bir dil, yeni bir üslup ve yeni bir yapılanma ile bu endişelerin üstesinden gelebileceğimizi ifade etmek isterim. Diyanet İşleri Başkanlığı bir başka gecikmeyi Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın dağılmasından sonra yaşamıştır. Fakat bugün her iki dünyada dini kurumlarla güçlü ilişkiler geliştirmiştir. 2 yılda bir toplanan Avrasya İslam Şurası önemli bir zemin teşkil etmeye devam etmektedir. 2006’dan itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı Afrika kıtasına açılmış Afrika Müslüman Dini Liderler Zirvesi ile ilişkiler inşa edilmeye başlanmıştır. 2014’de Latin Amerika-Karayip Adaları Müslüman Dini Liderler Zirvesi ile Latin Amerika’ya yönelik ilişkilerin ve gelişmelerin ilk adımı atılmıştır. 2015’de ise Asya-Pasifik Müslüman Dini Liderler Zirvesi ile Hint Alt Kıtası ile Malay dünyasındaki Müslümanlarla ilişkiler geliştirmenin ilk adımları atılmıştır. Bütün bu atılımları geliştirme noktasında büyükelçilerin destek ve himayelerine ihtiyaç vardır” açıklamasında bulundu.
(Pelin Üzek/İHA)
Kaynak: İHA
Yaratıldığı günden itibaren insanoğlunun akleden bir varlık olarak en çok merak ettiği soruların yaratılış gayesi, yaratılışın ve yaratıcının mahiyeti, varlığın ve varoluşun anlamı, insanın mebdei ve meadı yani yaratılışın başlangıcı ve sonu yahut sonsuzluğu, ahlakın ve mutluluğun kaynağı, insanın ölüm ötesi serüveni ile ilgili sorular olduğunu aktaran Görmez, “Bütün felsefi sistemeler, bu soruların cevabıyla uğraşmıştır. İnsanoğlu bu sorulara yönelik en tatminkâr cevabı daima dinde bulmuştur. Bunun içindir ki din, ilk insanla birlikte bireylerin ve toplumların en kadim realitesi olarak hep var olagelmiştir. Bütün ilahi dinlere göre, ilk insan aynı zamanda ilk peygamberdir. Ve bütün insanlar Âdem’in çocuklarıdır. Medeniyet tarihi aynı zamanda bir dinler tarihidir. Din, Medine ve medeniyet birbirinden ayrılmaz üç kavramdır. Medeniyet tarihinden dini çıkarttığımız zaman kültür, düşünce, felsefe ve sanat adına çok şey kalmayacaktır. Kısaca din insanlık tarihinin en kadim realitesidir. Tarihte sayısız din ve inanç ortaya çıkmakla birlikte insanoğlunun mukadderatını en çok etkileyen son üç din Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlıktır. Tarih bize göstermiştir ki din olgusu insanlar tarafından doğru anlaşıldığı, doğru uygulanınca su ve hava kadar tabii olmuş fakat yanlış anlaşılıp yanlış tatbik edilince ise insanın bütün potansiyellerini yok etmiş, aklın ve hayatın önünde en büyük engel olmuştur” diye konuştu.
“DİNLERİN GÜÇ VE CAZİBELERİNİ YİTİRECEĞİ KEHANETİ TUTMAMIŞTIR"
Görmez, Batı dünyasının bunun en çarpıcı örneğini aydınlanma ile birlikte yaşadığını, Batı’da aydınlanmayla birlikte dine karşı mesafeli bir duruş başladığını da anlattı. “Bir sosyal kurum olarak dinin, modernite ile birlikte gerileyeceğini, dinî kurum ve sembollerin toplum üzerindeki hâkimiyetlerinin sosyal, kültürel, entelektüel ve bilimsel gelişmelerle birlikte yok olacağını öngören teoriler yanılmıştır” diyen Görmez, “İnsanlığın, aydınlanmacı aklın rehberliğinde modernleşme ve rasyonelleşme hedefine emin adımlarla yürüyeceğini; insan zihninin her türlü metafizik ve mistik düşünceden arınacağını; özgürlüğünü kısıtlayan bütün geleneksel toplum ve bilgi yapılarından kurtulacağını; dinin sosyal önemini kaybederek bireyin vicdanına ve özel hayatına hapsolacağını iddia eden teoriler, eski cazibesini kaybetmiştir. Dini öğretilere sadakatin azalacağını; dini organizasyonlara ve yapılara katılımın düşeceğini söyleyen görüşler, artık sosyolojik bir gerçek olmaktan uzaklaşmıştır. Açıkçası dinlerin güç ve cazibelerini yitireceği kehaneti tutmamıştır. Din, insanların zihinlerini bütün çabalara rağmen gerileme trendine girmiştir” ifadelerini kullandı.
“BU, ’ÖTEKİ’ MAALESEF SON ZAMANLARDA İSLAM VE MÜSLÜMANLARDIR"
Görmez, dinin 21. yüzyılın ilk çeyreğine yükselen bir değer olarak girdiğini de aktardı. Görmez, konuşmasına şöyle devam etti:
“Batı’da ana dinin geleneksel, yerleşik ve köklü kurumları olarak kiliselerin mevcut seküler, liberal görünümleri ile toplum nezdinde nüfuz ve itibar kaybına uğradıkları yanılgısına düşmemek gerekir. Modernitenin üç atlısı olan ’rasyonalite, bireycilik ve eşitlik’ ilkeleri ile birlikte Batı’da dinin toplum nezdindeki etkisinin azaldığı gibi yanlış bir kanaate kapılmamak gerekir. Tanrıya inananların sayısının azalması, her geçen gün kiliseye gitme oranlarının düşmesi, kiliselerin kapısına kilit vurulduğu anlamına gelmemektedir. Pek çok Batılı, dindar olmadığı, hatta bir inanan olmadığı halde sahip olduğu değerlerin dine dayandığının farkındadır. Yine inanmadığı halde kilise vergilerini ödeyenlerin sayısı hiç de az değildir. Burada vurgulamamız gereken bir diğer husus ise, din olgusunun millî, etnik ve kültürel kimliğin anahtar unsuru olmasıdır. Keza bugün Hıristiyanlık ve onun kurumları da ‘Batılı’ kimliğini besleyen en güçlü aktörlerdir. Bir din olarak Hıristiyanlık’ın anlam verici, meşrulaştırıcı, norm ve düzen koyucu gücü, modernizmin bütün dayatmalarına rağmen Batı toplumu üzerinde hala etkisini sürdürmektedir. Bu etki, aileden sosyal ilişkilere, ekonomiden siyasete, sanattan spora varıncaya kadar hayatın her alanında derin bir biçimde hissedilmektedir. Dolayısıyla, Batı toplumunun ve kültürünün anlaşılmasında dinin anlaşılması hâlâ önemli bir basamaktır. Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus şudur ki, Batı’daki varlığını kılcal damarlara kadar hissettirmeye devam eden din, kendi içindeki etnik, itikadi ve mezhebi ayrılıkları örtmek için bir ‘öteki’ üretmiştir. Bu ‘öteki’ maalesef son zamanlarda İslam ve Müslümanlardır. İslam ve Müslümanlar üzerinden şekillenen kimlik kurgusu ise, eski tarihî düşmanlıklara yaslanarak sanal bir korkuyu, ‘İslamofobi’yi üretmiştir. Gerçekte İslamofobi, arkasında çok yönlü, karmaşık ve de karanlık, ekonomik, siyasi ve kültürel emelleri, çıkar ilişkilerini barındıran bir ötekileştirme projesidir. Aydınlanma tarihiyle eşdeğer olan oryantalizm, sadece bir bilimsel faaliyet alanını değil, büyük bir siyaset aklını da içinde barındırmaktadır. Bugün Şii-Sünni ayrılığı veya diğer mezhep farklılıkları üzerinden çatışma var etmeye çalışanlar, oryantalistik bilgiyi silah olarak kullanmaya devam etmektedirler. Can suyunu kara cehaletten ve temelsiz önyargılardan alan İslamofobi projesinin yegâne marifeti, yeryüzü toplumları arasına kin, nefret, ırkçılık, ayrımcılık ve yabancı düşmanlığı tohumlarını ekmektir. Bu ise neticede, küresel terörü tetiklemekten başka bir amaca hizmet etmemektedir.”
“İSLAM DÜNYASINDAKİ DİNİ BAĞLILIKLAR VE KİMLİKLER BUGÜN YENİDEN TANIMLANMAKTADIR"
Dinin İslam dünyasındaki diriliş sürecinin Batı’dakinden farklı bir mecrada aktığını ifade eden Görmez, “İslam dünyasındaki dinî bağlılıklar ve kimlikler bugün yeniden tanımlanmaktadır. Müslüman milletlerin yeniden İslam’ın manasıyla buluşarak insanlığa umut veren bir medeniyet inşa etmeleri için bugün dünden daha fazla nedenimiz vardır. On dört asır önce Hz. Muhammed (sav) kabile savaşlarının yaşandığı, can ve mal emniyetinin bulunmadığı, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, vahşetin ve dehşetin kol gezdiği karanlık bir ortamda Allah’ın yol göstericiliğiyle, yeni bir söz ile yani Kur’an ile tüm insanlığa umut olmuştu. Egemenlerin başta direndiği bu söz yani Kur’an, mazlum insanların, kölelerin, ırgatların, itilmiş kadınların ve gençlerin inanmasıyla kısa zamanda yayılarak Yesrib’de ete kemiğe bürünmüş, imana ve ahlâka dayalı bir toplumun inşası gerçekleşmişti. Yesrib, medeniyetin ilk şehri olarak Medine’ye dönüşmüştü. Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilen ve âlemlere rahmet olan İslam Peygamberi de selefleri gibi insana varlık sebebini hatırlatmış, insanı insan olmaya davet etmiştir. Kendisini Adem’le başlayan peygamberlik binasının bir tuğlası olarak tarif etmiştir. Onun tebliğ ettiği Kur’an’a ve eşsiz hayat modeli olan sünnetine dayanan İslam dini, tarihsel süreç içinde hiçbir zaman tek düze bir yorumlamayla bize gelmemiştir. İslam düşünce tarihinde hakikat arayışı sürekli var olmuş ve Batı için Ortaçağ olan zaman dilimlerinde, İslam düşüncesinin zengin tezahürleri bütün İslam dünyasında kendini göstermiştir. Endülüs böyledir ve cazibe merkezi olarak Batı’yı büyülemiştir. Buhara, Semerkant böyledir; bilginin ve hikmetin merkezleri olmuştur. Bağdat böyledir; çok farklı unsurları içinde barındırdığı halde barışın ve medeniyetin beşiği olmuştur. İstanbul böyledir, tarih boyunca bütün inanç ve düşünceleri barış içerisinde hukuk temelinde birlikte yaşatabilmiştir” değerlendirmesinde bulundu.
“SİLAHLARIN PATRONLARI İŞLERİNDEN KAZANMAYA DEVAM EDERKEN..."
“Bugüne gelince İslam beldelerinin önemli bir kısmı, maalesef yaralı bilinçlerin, hasarlı ruhların, ölümcül kimliklerin, parçalanmış benliklerin kol gezdiği bir vahşet coğrafyasına dönüşmüş ya da dönüştürülmüş durumdadır” ifadesini kullanan Görmez, “Bitmek bilmeyen savaşlar ve terör yüzünden tarihin kaydettiği en ağır hasar ve tahribat ile yüz yüze kalan bu coğrafya, etnik ve mezhepsel aidiyetlerini dininin önüne geçiren bağnaz azınlıkların, hiçbir insani, dini, ahlaki, meşru temele ve gerekçeye dayanmaksızın hoyratça bir bölme, ayrıştırma, dışlama, ötekileştirme ve tekfir etme faaliyetlerine şahitlik etmektedir. İslam dünyasında olup bitenlerin sebeplerini hep hariçte aramak ne kadar basit ve kolaycılık ise sadece din ve mezhebe bağlamak da o kadar basit ve kolaycılıktır. Ne zaman din ve mezhep eksenli bir şiddet olursa gözler hemen din adamlarına, ilahiyatçılara ve Diyanet İşleri Başkanlıklarına çevrilmektedir. Din adamları olarak barış için dua edebiliriz; cemaatlerimizi ve halklarımızı, düşmanlık duygularından arındırmak için çabayı gösterebiliriz. Yangından canı yananları teselli etmek için her türlü gayreti gösterebiliriz. Ne var ki silahların patronları işlerinden kazanmaya devam ederken; politikacılar, komutanlar ve şiddet profesyonelleri kargaşa, terör ve ölüm buyrukları vermeyi sürdürürken bu çabayı bizden bekleyenler, başarılı olacağımızı gerçekten umabiliyorlar mı? Dökülen kanların ardında halkların ve ülkelerin servetlerini talana girişmiş açgözlü küresel güçlerin sorgulanamaz iştahı yatıyor olamaz mı? Bütün savaş ve terörün dinî hoşgörü yahut müsamaha yokluğundan çıktığına insanları gerçekten inandırabilir miyiz? Bundan önce bizi kim inandıracak durumun böyle olduğuna? Yeryüzünde sömürgecilik hiç olmamış; altına, gümüşe, petrole ve uranyuma aç savaş lordları, ülkeleri, halkları birbirine hiç kırdırtmamış; bütün bunlar olmamış da, sadece dinsel fanatizmden dolayı gerginlikler, çatışmalar, savaş ve terör oluyormuş, öyle mi? Bağnaz dindarlık, fundamentalizm ve radikalizm, dinler ve mezhepler arasındaki düşmanca duygular. Bütün bunlar olmasaydı, savaş ve terör gerçekten ortaya çıkmayacak mıydı? Bizi buna kim inandırabilir? Bütün bunları söyleyecek olsak bize kim inanır. Din adamları bir aldatmacaya hizmet etseler bile, hangi din bu kandırmacaya hizmet için araç olmaya müsaade edebilir? Hangi samimi mümin, bir inanç ve ahlakın gerçekten vahşet üretebileceğini kabul edebilir. Aşırılığa, şiddete, savaş ve teröre karşı olduğumuzu haykırmak elbette gereklidir, peki bu yeterli midir?” dedi.
“DİNİ BAĞNAZLIK TERÖR TUZAĞINDAKİ YEMLERDEN SADECE BİRİDİR"
Görmez, konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Şunu açıkça sormak isterim ki; dinî bağnazlık, dinî radikalizm, dinler ve cemaatler arası düşmanlık mı daha tehlikeli, yoksa sömürü ve kaynakların talanı yoluyla yaratılmış adaletsizlik, yoksulluk, insan haklarından yoksunluk, eğitimsizlik, cehalet, suça itilmişlik mi daha büyük belasıdır dünyamızın? Şu açıkça bilinmelidir ki; dinî bağnazlık, terör tuzağındaki yemlerden sadece birisidir; dinî inançların, değerlerin ve kimliklerin radikal ya da fundamentalist yorumu, dinî bağnazlığın bir silah olarak kullanılması, halkların ve cemaatlerin küresel sömürü ve talan altında içine düşürüldüğü adaletsizlik, yoksulluk, insan onurundan yoksunluk altında, onuru kırılmış insanların ikna edilmesi için basit bir silahtan ibarettir. Bütün bunları söylerken, hem bir akademisyen olarak hem de Diyanet İşleri Başkanı olarak yanlış din yorumlarından, saptırıcı İslam anlayışlarından, din adına üretilen kaosteolojilerinden kaynaklanan sorunlardan ve bu konudaki sorulardan kaçmak gibi bir düşüncem yoktur. Bu sorunlardan hepsine değil, ama sadece ikisine değineceğim. Modern zamanlarda ortaya çıkan nevzuhur dinî tezahürlerden biri var ki, İslâm’ın cihanşümul hak ve adalet anlayışına; sevgi, şefkat ve rahmet mesajına gölge düşürmüş, medeniyet yürüyüşünü sekteye uğratmış, Batı dünyasında İslamofobi’nin oluşmasına sebep olmuş ve medeniyetler arası çatışma üretmek isteyen görüş ve çıkar odaklarının maşası hâline gelmiştir. Afrika’nın paylaşımı ve sömürgeleştirilmesi, Afganistan’ın işgali, Bosna ve Çeçenistan savaşları, Körfez Savaşı ve Irak’ın işgali, Libya ve Suriye’nin parçalanması ve bu coğrafyaların iç savaşlara sürüklenmesi gibi İslâm dünyasının dinî ve kültürel fay hatlarını sarsan büyük acılardan sonra bu anlayış sömürge, şiddet, savaş, işgal ve istibdatların gölgesinde yetişen yaralı bilinçlerin, mağdur ve mazlum kimliklerin, hatta Batı’da varlıkları ve kimlikleri yok sayılarak ötekileştirilen genç kuşakların, uğruna canlarını verdikleri ve insanları hunharca katlettikleri bir kurtuluş ideolojisine dönüşmüştür. İslâm dünyasının sorunlu bölgelerinde varlığını kuvvetlendiren bu anlayış, İslâm’ın ilk fitne hâdiselerinde ortaya çıkan haricî unsurların düşünce, tavır ve diliyle de birleşince bugün itibarıyla din-i mübin-i İslâm ve İslâm toplumları için en büyük sorun hâline gelmiştir. Söz konusu anlayış, mutlaka tarihsel bir süreç içerisinde yeniden değerlendirilmelidir. Tarih boyunca İslâm medeniyetinde egemen olmayan, şaz ve marjinal kalan bu anlayış, önceleri tamamen selefe ve dinî metinlere bağlılığı ifade ederken, Moğol İstilâsıyla birlikte Haçlı seferlerinden sonra zemin bularak bir eylem ve hareket alanına dönüşmüştür. Daha sonraları Osmanlı Devleti’nin dağılması sürecinde ortaya çıkan otorite zaafından istifade etmiş; Birinci Dünya Savaşı ortamında dâhilî ve haricî etkenlerle siyasî bir güç elde ederek Arap coğrafyasında egemenlik oluşturmuş ve kurulan bazı devletlerin ideolojisi hâline gelmiştir. Bu anlayış sahipleri, modernitenin etkisiyle ihdas ettikleri kendi hakikatlerini, ilk üç mübarek nesle izafe ettiklerinin de farkında olmamıştır. Kendi hakikatlerine ve dinî anlayışlarına inanmayanları, İslâm’ın ana yolunun tarih boyunca prensibi olan “Ehl-i kıble tekfir edilmez.” düsturunu yok sayarak kolaylıkla tekfir eden bu zihniyet, kendi dışındaki bütün inanış ve mezheplerle savaşmayı cihad olarak kabul etmiştir.”
“FETÖ, 15 TEMMUZ HAİN DARBE VE İŞGAL GİRİŞİMİYLE KÜRESEL BİR KÖTÜLÜK PROJESİ OLDUĞUNU APAÇIK BİR ŞEKİLDE GÖSTERMİŞTİR"
Üzerinde durulması gereken bir başka olgunun da özellikle bütün dünyayı kurtarma iddiasıyla ortaya çıkan ve mega idealler peşinde koşarak bir misyon edasıyla hareket eden FETÖ benzeri dinî yapılar olduğuna dikkati çeken Görmez, "Bu tarz yapıların, özellikle sömürgecilik döneminden itibaren başlayan, çağımızda da bir hayli etkili olan kilise tarihinde de görüldüğü bilinmektedir. Uluslararası siyasî güçlerden kendilerini korumaları pek mümkün olmayan bu tarz hareketler, görünenden farklı bir ajandayı esas alarak faaliyet yürütmektedir. İlişkileri ve işleyişleri şeffaf ve legal olmadığı için değerlendirilmesi oldukça zor olan bu yapılar, iyi niyetle ilk bakışta masum bir görünüm sergilemektedir. FETÖ, 15 Temmuz hain darbe ve işgal girişimiyle küresel bir kötülük projesi olduğunu apaçık bir şekilde göstermiştir. FETÖ, sömürge faaliyetlerine hizmet etmek, hem Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Yugoslavya’nın dağılmasından sonra bu coğrafyada, hem de resmi sömürgelerin sona ermesinden sonra Afrika’da sömürge kabiliyetini arttıran, sömürge aydınları yetiştiren projeye dönüştüğü bugünden bakıldığında açıkça görülmektedir. Başlangıçta bir kişi etrafında oluşan bu hareketler, zamanla kendi içinde bir yapıya, bir söyleme, bir gayeye ve büyük bir hedefe dönüşmektedir. Dinî referanslar ve peygamberlerin mücadelesi dahi daha çok araçsal bir boyut kazanan bu hareketlerde başarıya endeksli olmak büyük bir amaç hâline gelmektedir. Kendilerinin dışındaki hareket ve oluşumları karşı mücadelede her yolun mubah sayıldığı bu yapılar, her türlü ortama uyum sağlamaya ve gizliliğe büyük önem atfetmektedir. Şahıs merkezli bu hareketlerde ahireti kazanma karşısında akıl ve vahiy devre dışı bırakabilmekte, körü körüne itaat kültürüyle iradeler teslim alınabilmektedir. Bilinmelidir ki İslâm’a göre hakikat hiç kimsenin tekelinde değildir. Mümine düşen görev, hakikati kendi avucunda görmek ve insanları kendi hakikatine davet etmek değil, daima hakikatin yolunda olmaktır. Elbette İslâm yardımlaşma ve dayanışmayı esas alan bir ahlâk doğrultusunda birlik olmayı ve tüm Müslümanların ortak hedef, ortak gaye ve ortak idealde birleşmelerini ister. Ancak Kur’an, Hristiyanlık ve Yahudilik örneklerinde olduğu gibi fırka ve hiziplere bölünmeyi, kendinden başkasına cenneti lâyık görmeyen kibirli ve müstağni dindarlıkları zemmeder. İslâm’ın daveti ve tebliği aşikârdır. Meşru olan gayeye hiçbir zaman gayrimeşru yöntemlerle ulaşılmaz. Hile yapmak, şantaj uygulamak, desise oluşturmak ve fitne çıkarmak İslâmî ahlâkın asla tasvip etmeyeceği hususlardır” şeklinde konuştu.
“YENİ TÜRKİYE’Yİ İNŞA ETME ÇABASININ ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL...."
Paradoksal modernleşme şeklinde tanımlanabilen Türk modernleşmesinin başlangıç etaplarında din ve devlet arasındaki ilişkilerin seyrini belirleme konusunda birbiriyle çelişen pek çok görüşün muvafakatına ihtiyaç duyduğunu aktaran Görmez, “Yine bugün oldukça garip sayılabilecek bu analizin tarihsel verilere başvurulduğunda her birimizi ikna edecek pek çok örneğinden söz etmek mümkündür. Popüler Batı değerleriyle sıkı bir irtibat içinde Yeni Türkiye’yi inşa etme çabasının önündeki en çetin engel kimileri için din, kimileri için de din de dâhil bütün kültürel müktesebatı bagajında taşıyan gelenekti. Bizim hayatımızda geleneğin etle tırnak kadar içiçe geçmiş ögelerin bir toplamı olduğundan hiç birimizin kuşkusu olmasa gerektir. Bugün ne yazık ki Cumhuriyet’in kuruluş evreni hakkında kendi zihni dünyamızda kurduğumuz bariyerler yüzünden zamansal-dönemsel gerçekleri okumakta zorlanıyoruz. Sadece kurum tarihçilerimizin değil akademik hayatın farklı alanlarında geçmiş üzerinde kalem oynatan sosyal bilimcilerimiz de soğukkanlı bir şekilde bu paradoksu anlamak için hatta bir adım daha ileri giderek çözümleyebilmek için kıllarını kıpırdatmaya ihtiyaç duymadılar. Bu durumdan ne yazık ki ne aydınlarımız ne de entelektüellerimiz muaf sayılırlar. İtiraf edeyim ki saygıdeğer alimlerimiz de bu konunun aydınlatılması için gayret içinde olduklarını bu aziz millete izah etmediler. Gerçekten de eğer Diyanet eğer verili dini zaptetmek, onu kontrol etmek ya da muhtemel olası sözüm ona saldırılarından emin olmak için kurulmuş bir teşkilatsa birinin bize başka şeyleri de açıklaması gerekir” dedi.
“DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI, ÜSTLENDİĞİ BU MİSYONU DÜN OLDUĞU GİBİ BUGÜN DE SÜRDÜRMEKTEDİR"
Görmez, şunları kaydetti:
“Gerek Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Mehmet Akif Ersoy’a, gerek Elmalılı Hamdi Yazır merhuma verilen meal ve tefsir yazma-hazırlama işi ve yükümlülüğünü tam bir netlikte açıklığa kavuşturmak gerekir. Bir takım sorunlar yoktur denilemez, bunların üzerine kimsenin sünger çekme ihtimali de olamaz ama birilerinin de yine çıkıp Ahmet Naim merhuma ne diye Tecrid-i Sarih Tercemesi yaptırıldığını açıklaması gerekir. Bugün hepimizin rahatlıkla temsil ettiği gibi gerek Elmalılı Hamdi merhumun Hak Dini Kur’an Dili tefsiri, gerekse Ahmet Naim’in hadis tercümesi gözardı edilemeyecek birer abide olarak önümüzde durmaktadır. 80 yıllık Cumhuriyet tecrübemizin sahih İslam müktesebatıyla güçlü bir şekilde bağlantısını kuran ağın bu kitaplar olduğuna şüphe yoktur. Açıkçası bugün Diyanet İşleri Başkanlığı sadece dini yorumlar ve mezheplerüstü formasyonuyla değil, dini sosyal teşekküllerin tamamının başını çektiği bir dini kargaşada her akl-ı selimin rahatlıkla kendini teslim etmeyi tercih ettiği bir sahili selamet özelliği taşımaktadır. Bu çerçevede Diyanet İşleri Başkanlığımızın bizatihi varlığı, ilaveten, çalışmaları ve projeleri daha da bir önem kazanmıştır. Asli misyonu çağın ve toplumun dini ihtiyaçlarını İslam dininin temel kaynakları ışığında güncellenmiş doğru ve güncel bilgiyle karşılamak, toplumu inanç, ibadet ve ahlâk konularında aydınlatmak olan Diyanet İşleri Başkanlığı, kurulduğu 3 Mart 1924 tarihinden bu yana üstlendiği bu misyonu geliştirdiği hizmet, plan, politika ve stratejiler çerçevesinde ifa etme azim ve kararlılığını dün olduğu gibi bugün de sürdürmektedir.”
"BUGÜN AVRUPA’DA 3 MODEL ORTAYA ÇIKMIŞTIR"
Diyanet İşleri Başkanlığının aslında sadece Türkiye içinde topluma din hizmeti sunmak için kurulduğunu hatırlatan Görmez, “1960’lı yıllardan itibaren Avrupa’ya göç hareketleri ile birlikte yurt dışındaki millet varlığımız Diyanet İşleri Başkanlığımızın hizmetlerine ihtiyaç duymuştur. 20 yıl bir gecikmeden sonra yurt dışı hizmetleri ancak kurumsallaşabilmiştir. Bu hizmetlerde olmazsa olmaz iki ilkesi olmuştur Avrupa’daki millet varlığımıza hizmet ederken, birincisi millet varlığımızın kendi inancını, kültürünü, dilini, dinini muhafaza etmesi, ikincisi de içinde bulunduğu toplumla barış içinde yaşaması ama asla asimilasyona izin verilmemesi. Bugün Avrupa’da üç model ortaya çıkmıştır. Fransa’da Mağrib-Cezayir modeli, İngiltere’de Hindistan-Pakistan modeli, Almanya’da Türk modeli ortaya çıkmıştır din hizmetleri açısından. Dünyada ve Avrupa’da barışa en çok katkıda bulunan hizmetin diyanet hizmetleri olduğu açıkça ifade edilmiştir. 11 Eylül ile birlikte iyi kötü ayırt edilmeden Avrupa’da hizmetlerimize yönelik eleştiriler başlamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı eleştirileri dikkate almıştır. İki yeni adım atmıştır; Bir taraftan Avrupa Üniversitelerinde İslam İlahiyatının açılmasına katkıda bulunmuş, diğer taraftan Uluslararası İlahiyat Projesi geliştirerek Avrupa’da doğup büyüyen çocuklarımıza Türkiye’de ilahiyat eğitimi imkânı sunmuştur. Son gelişmeler bu endişelerin artarak devam ettiğini göstermektedir. Yeni bir dil, yeni bir üslup ve yeni bir yapılanma ile bu endişelerin üstesinden gelebileceğimizi ifade etmek isterim. Diyanet İşleri Başkanlığı bir başka gecikmeyi Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın dağılmasından sonra yaşamıştır. Fakat bugün her iki dünyada dini kurumlarla güçlü ilişkiler geliştirmiştir. 2 yılda bir toplanan Avrasya İslam Şurası önemli bir zemin teşkil etmeye devam etmektedir. 2006’dan itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı Afrika kıtasına açılmış Afrika Müslüman Dini Liderler Zirvesi ile ilişkiler inşa edilmeye başlanmıştır. 2014’de Latin Amerika-Karayip Adaları Müslüman Dini Liderler Zirvesi ile Latin Amerika’ya yönelik ilişkilerin ve gelişmelerin ilk adımı atılmıştır. 2015’de ise Asya-Pasifik Müslüman Dini Liderler Zirvesi ile Hint Alt Kıtası ile Malay dünyasındaki Müslümanlarla ilişkiler geliştirmenin ilk adımları atılmıştır. Bütün bu atılımları geliştirme noktasında büyükelçilerin destek ve himayelerine ihtiyaç vardır” açıklamasında bulundu.
(Pelin Üzek/İHA)