Metin Güneş: İngiltere seçimleri kimin umrunda?

CNN Türk yazarlarından Metin Güneş bugünkü köşesinde İngiltere'de yapılan genel seçimleri değerlendirdi.

Gelenekleri ile ünlü İngilizler genel seçimlerde değişime ayak uydurmak adına bazı siyasi geleneklerinden vazgeçti. İngiltere tarihinde ilk kez siyasi parti liderleri Amerikalıların yaptığı gibi televizyon canlı yayınında tartıştı. Hem de bir kez değil, tam üç kez.
Başbakan Gordon Brown ilk önce bu fikre sıcak bakmıyordu, ama kamuoyu yoklamalarında partisinin çok kan kaybettiğini görünce ekonomi konusundaki bilgi ve birikimi ile halkı etkileyeceğini düşünerek bu teklifi kabul etti. Muhafazakarların lideri David Cameron ise gençliğin enerjisi ve halkla ilişkilercilik mesleğinden gelmiş olmanın verdiği güvenle zaten dünden razıydı.

Ama bu iki lider de umduğunu bulamadı. Aradan fırlayan isim, daha bir ay öncesine kadar adı ne İngiltere içinde ne de dışında pek fazla bilinmeyen ve garnitür olsun diye bu tartışma programlarına dahil edilen Liberal Demokratların lideri Nick Clegg oldu. Birdenbire tüm ülkeyi bir Nick Clegg çılgınlığı sardı. Tartışma programlarından sonra yapılan kamuoyu yoklamalarında İngiltere’de artık sadece iki büyük parti olmadığı, yarışın üç parti arasında olduğu gerçeği ortaya çıktı. Yüzyıllardır iktidar için biribiriyle yarışan İşçi Partisi ve Muhafazakarların artık yeni bir rakipleri vardı.

Liberal Demokratların ya da kısa adıyla Lib-Demlerin lideri Clegg televizyon programlarında ve seçim kampanyaları sırasında halka Barack Obama vari bir “değişim” mesajı verdi. İktidara gelmesi halinde ne tür bir değişim olacağını ise henüz kimse bilmiyor. Ama yine de dünya bu seçimlerin sonucunu merakla bekliyor. Çünkü bir yandan yeni hükümetin İngiltere’nin bütçe açığı sorununun üstesinden nasıl geleceği merak edilirken, diğer yandan da Nick Clegg gibi yeni bir simanın aniden ciddi bir aday olarak siyaset sahnesine çıkmış olması ilgi çekiyor.

Kamuoyu yoklamaları ise hiç bir partinin mutlak çoğunluk sağalamayacağını ve bir koalisyon hükümetinin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor.

Bu seçimlerin daha önce İngiltere’de izlediğim seçimlerden farklı bir yanı daha var; Tony Blair’in eksikliği. Evet, Tony Blair’in eksiliği gerçekten hissediliyor. Başta gazeteciler olmak üzere herkes özlüyor Blair’i. Onun yalancılığını, bir aktör gibi rol yapışını, ses tonuyla oynayarak yürekten konuşuyormuş numaralarını özlüyoruz. Hani adam gibi adam derler ya, işte biz de gerçek bir politikacı gibi politikacı olan Blair’i arıyoruz. Blair seçimlere ve politikaya renk katan, karizmatik bir liderdi. Ama o artık bir mülti milyoner. Her konuşması için yüzbinlerce sterlin alıyor ve partisine destek için bile olsa seçim gibi boş işlere vakit ayıramıyor.

Halbuki, Gordon Brown asık suratlı ve sıkıcı bir lider. Kazanıp kazanamayacağı da kendisi ve partisi hariç çok fazla kimsenin umrunda değil. Hakkında söylenecek fazla da bir şey de yok zaten.

Türkiye için bu seçimler ne ifade eder? Fazla bir şey ifade etmez, çünkü üç parti de Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyor. Ama üç parti içinde de Türk ve Türkiye düşmanı milletvekilleri var. Bunların toplam sayısı 10’u aşmıyor. Kimi Kıbrıslı Rumlar tarafından adada beş yıldızlı otellerde ağırlandıktan sonra gelip parlementoda Türkiye ve KKTC aleyhinde açıklamalar yapıyor, kimi de seçim bölgesindeki Ermenilerin oyunu kapabilmek için sözde soykırım iddialarını gündeme getiriyor. Ama tam bir Türkiye dostu olan İşçi Partili Jack Straw’un verdiği “Ermeni soykırım iddialarının İngiltere Parlementosu’nda tanınması ihtimali yüzde sıfırdır. Ne iktidar partisi, ne de muhalefet böyle bir şeyi desteklemez” şeklindeki sözlü garanti bu seçimlerden sonra da geçerli olacaktır.

O yüzdendir ki, İngiltere’de iktidarın el değiştirmesi Türkiye açısından pek bir fark yaratmayacaktır. Aslında İngiltere halkı için de bir fark yaratıp yaratmayacağı sorgulanır. Yani o kadar sıkıcı bir durum. Ne bir heyecan, ne de gerilim var. Peki İngiltere’de yaşayan biri olarak ben oyumu kime vereceğim? Bunu bana sormayın, çünkü söyleyemem. Eğer söylersem sizi öldürmek zorunda kalırım..