Türkiye neden aşı üretemiyor?

Aşı batı'ya Osmanlı'dan geçti ama Türkiye Osmanlı'nın başlattığı aşı hamlesini başarıyla sürdüremedi. 200 yıl önce aşı sattığımız ülkelerden şimdi ithal ediyoruz. Peki, böylesine stratejik bir maddeyi niçin kendimiz üretmiyoruz?

Önce Meksika, ardından dünyanın birçok ülkesi? Onlar domuz gribiyle boğuşurken, Türkiye yaz sıcaklarını yaşadığından olsa gerek tehlikeden nispeten uzaktı. Yine de bir dizi önlem alınmıştı. Termal kameralarla ateş ölçümü, öpüşme-tokalaşma yasakları, maskeler, dezenfektanlar derken Sağlık Bakanlığı olağanüstü basın toplantısıyla duyurdu kötü senaryoyu. Ağır senaryoya göre, 21 milyon kişi domuz gribine yakalanacak, 8,8 milyon kişi poliklinikte, 96 bin kişi hastanede, 15 bin 500 kişi yoğun bakımda tedavi görecekti. 5 bin 300 kişi hayatını kaybetme riski ile karşı karşıya kalacaktı. Hafif senaryoya göre ise 1,8 milyon kişinin hastalanacağı, 750 bin kişinin poliklinikte, 7 bin 500 kişinin hastanede, 1200 kişinin yoğun bakımda tedavi göreceği, 400 kişinin hayatını kaybedeceği öngörülüyordu.

Çok geçmeden, korkulan olmaya başladı, domuz gribi İstanbul’da patlak verdi. Bu hastalıktan ilk ölüm haberi Ankara’dan geldi. 29 yaşındaki sağlık çalışanı Mustafa Güneş, görev yaptığı hastanede H1N1’den hayatını kaybetti. Türkiye’nin dört bir yanından ‘acı haber’ler geliyordu. Bununla birlikte tartışmalı domuz gribi aşısı da ekim ayında apar topar girdi ülkemize. Sağlık Bakanı Recep Akdağ, her fırsatta aşıdan başka çare olmadığını anlattı. Ancak Başbakan Tayyip Erdoğan, bakanıyla aynı fikirde olmadığını dillendirince aşıdaki tartışma kızıştı. ‘Vurduralım mı vurdurmayalım mı, güvenilir mi riskli mi’ endişesi yaşayan halk, iki arada bir derede kaldı. Bakanlığın sipariş ettiği 43 milyon doz aşıdan sadece 4 milyonu kullanıldı.

Domuz gribi aşısını, Glaxo Smith Kline (GSK), Novartis ve Sanofi Pasteur isimli ilaç firmaları üretiyor. Bakanlık, 43 milyon doz aşının 25 milyonunu GSK’dan, 15 milyonunu Novartis’ten, 3 milyonunu ise Sanofi Pasteur’den aldı. Ancak Bakanlık son durumu tekrar gözden geçirerek ihtiyaca göre alım miktarını azalttı. 43 milyon doz aşının 33 milyonunu iptal ettirdi. Mutasyon riski sebebiyle bir miktar aşı stokta tutuluyor. Elde bulunan bir miktar aşının da Filistin’e gönderileceği söyleniyor. Son rakamlara göre, 1 milyon kişinin domuz gribi geçirdiği ülkemizde ölü sayısı 458’e ulaştı.

Ölüm oranının çok yüksek olduğu domuz gribinde, aşı yaptırmayan çoğunluk, sadece Bakan ve Başbakan arasında kalmış değil. Olayın bir diğer boyutu güvenlikle ilgili. Zira, 1996’ya kadar kendi aşısını üreten Türkiye, 14 yıldır bu stratejik maddeyi ithal ediyor. O tarihten bu yana Sağlık Bakanlığı’nın aşı üretimiyle ilgili herhangi bir politikası yok. Uzmanlara göre, Türkiye kendi aşısını üretmede aciz duruma getirildi. Şayet domuz gribi aşısını kendimiz üretseydik belki de bugünkü tartışmalı ortama hiç düşmeyecektik.

ABD’de Sanofi Pasteur ilaç firmasının ürettiği aşının bir bölümü etkisiz olduğu gerekçesiyle toplatıldı. Ardından Türkiye’nin İngiliz ilaç şirketi GSK’dan aldığı aşının bir partisi bozuk olduğu için geri gönderildi. Bunun üzerine aşıda ‘yerli malı’ tartışmaları başladı. Biz de bu vesileyle Türkiye’nin aşı karnesine bakalım istedik. Türkiye, bugün dışa bağımlı olduğu aşı hususunda köklü bir geçmişe sahip aslında. Aşı, Batı’ya Osmanlı’dan geçti. İlk çiçek aşısını Türkler üretti, uygulanması için kanun çıkarttı, Çin’deki kolera salgını için aşı gönderdi. Dahası, bugün ithal ettiğimiz aşıların bir kısmını veren Sanofi Pasteur’ün kurucusu Louisse Pasteur’e aşı yapımı konusunda Sultan II. Abdülhamid destek verdi...

Peki, bu başarılı geçmişe neden sahip çıkamadık? Böylesine stratejik maddeyi bugün niçin dışarıdan alıyoruz? Halkın güvensizliğinde aşının yerli malı olmamasının etkisi ne kadar?

İLK ÜRETİM HIFZISSIHHA’DA

Soruların cevabı biraz geçmişte saklı. 1928’de kurulan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü aşı üretimine Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlamıştı. Bütün ülkenin aşı ihtiyacını karşılayan kurum, 20. yüzyılda Çin’de ortaya çıkan kolera salgını için ihtiyaç duyulan aşıları gönderdi. İlk çiçek aşısını üretti. Dünyada kuduz aşısını ilk üretenlerin başında geliyor. Yıllarca tifo, dizanteri, kolera, veba, menengokok, stafilokok, boğmaca, brucella, nezle, kuduz, verem, tetanos, difteri, kızıl, karma aşı, tifüs, çiçek, grip gibi birçok aşının üretimini gerçekleştirdi. Fakat mevzuat gereği çağın teknolojilerine ayak uyduramayınca 1996’da aşı üretimini durdurdu.

BCG aşısının durdurulmasıyla ilgili bir rivayet şöyle: “Diyarbakır İl Sağlık Müdürlüğü’nde çalışan bir görevli 9 günlük bayram tatiline çıkarken elektrik tasarrufu yapmak amacıyla buzdolabının fişini çıkarmış, içinde Türkiye’nin belki de son ürettiği aşıları unutarak. Tatil dönüşü, dolaptaki aşıların bozulup bozulmadığını anlamak için numuneler Hıfzıssıhha’ya gönderilmiş. Yapılan incelemede nem miktarı fazla çıktığı gerekçesiyle üretime izin verilmemiş. Medyada da ‘Hıfzıssıhha’nın bozuk aşıları Kürtler üzerinde deneniyor’ gibi asılsız haberler çıkmış. Ardından aşılar imha edilerek laboratuvarlar kapatılmış.”

Anlatılanların ne kadarı doğru bilmiyoruz; ama yetkililerin söylediğine göre, laboratuvarlar kapatılmak yerine yatırım yapılıp yenileme yoluna gidilseydi dünyada (BCG) verem aşısı üreten beş merkezden biri Türkiye olacaktı. Bunlara rağmen merkezde hâlen akrep, difteri ve tetanos antiserumu üretiliyor. Türkiye’ye gelen ithal aşıların tamamı yine Hıfzıssıhha laboratuarlarında kontrol ediliyor. Fakat, herhangi bir ‘insan aşısı’ üretilemiyor.

Aşı üretiminde en önemli mekanizma olarak ‘siyasi irade’ gösteriliyor. Uzmanlara göre 1996’dan bu yana Sağlık Bakanlığı’nın aşı üretimiyle ilgili bir girişimi olsaydı bugün dünyaya bağımlı hâle gelinmeyecekti. Burada, 1980’lerde tüm dünyada baş gösteren neoliberal politikalara bakmakta fayda var. O tarihlerde Dünya Bankası projeleriyle gündeme gelen sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi politikasının yansımaları aşı alanında da kendini gösteriyor. Türkiye de aşı üretiminin şartlarını geliştirmek yerine aşı ithal etmeye yönelik bir politika izliyor. Ve bu süreç 14 yıldır böyle devam ediyor. Aşı üretimi konusunda dışa bağımlılık fikri devam ettiği sürece bunun aşılması zor.

Aşı üretimiyle ilgili girişimler de sonuçsuz kalmış. Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Aşı Serum Üretim ve Araştırma eski Müdürü Dr. Erkan Özcengiz, bu girişimcilerden biri. Özcengiz, aşı ithalatının sakıncalı bir tercih olduğuna inanıyor. O, Türkiye’nin kendi aşısını üretmesinden yana. Bunun için, görev yaptığı dönemde aşı üretim tesisi kurulmasıyla ilgili birçok proje hazırlamış: “O dönem Refik Saydam bünyesinde büyük bir üretim kampüsü projesi hazırladık. Temel aşıların üretimini ileri teknolojiyle gerçekleştirecek ve Türkiye’nin aşı ihtiyacını karşılayacaktık. Etüt-proje İhalesi Bayındırlık Bakanlığı tarafından yapılmıştı. Hatta İslam Kalkınma Bankası’ndan 40 milyon dolarlık sermaye bile bulunmuştu. Ancak proje hayata geçmedi. 2002’de Bayındırlık Bakanlığı etüt projesini bitirdi. İnşaat aşamasına gelindi. İhale başlasaydı devam edecekti ve en temel aşılar üretilmeye başlayacaktı.”

Özcengiz’e göre, projenin hayata geçmemesinin sebebi Sağlık Bakanlığı’nın ‘devlet üretim yapmaz, denetim yapar’ mantığıyla hareket etmesi. Özcengiz, daha sonra özerk bir aşı serum enstitüsü kurulması için de yasa tasarısı hazırlayıp bakanlığa sunmuş. Ancak bu da rafa kaldırılmış. “Projeler hayata geçseydi bugünkü tartışmalar olmazdı” diyor Özcengiz: “Şimdiye kadar istediğimiz aşıları büyük paralarla alabildik; ama bir an gelir bu aşıları alamayız. Aşı biyolojik bir üründür ve ülkenizde kendi bilim insanlarınız tarafından bazen kendi izole ettiğiniz mikroorganizmalarla üretilmesi önemlidir. Çünkü aşı teknolojisi, araştırma geliştirme çalışmaları ile gelişir. Buna sahipseniz, yeni çıkacak tehlikeli mikroorganizmalara karşı aşılar üretebilirsiniz.”

Özel sektör, kârlı bulmadığı için aşı üretimine yanaşmıyor. Dünya tekellerinin at koşturduğu bir alanda yatırım yapmak riskli görülüyor. Aşı sektöründeki altyapı eksikliğinin bir sebebi de ilaç sanayiindeki yerli sermayenin bu işe girişmemesi. Devlet politikası, tekelleri destekleme eğiliminde olunca iş daha da zorlaşıyor. Eski sağlık bakanlarından Yıldırım Aktuna döneminde aşı üretiminin özelleştirilmesi gündeme gelmiş. Fakat özel sektör, aşı konusunda yeterli bilgi sahibi olmaması ve yurt dışından destek görememesi sebebiyle uzak durmuş. Dünyada aşı merkezleri kamu sektörü ve özel sektör olarak ayrılıyor. Özel sektörde Novartis Vaccines, Merck, Glaxo Smith gibi ilaç tekelleri üretimin büyük kısmını gerçekleştiriyor. Kamusal aşı üretimi ise Hindistan, Brezilya, Küba, Çin gibi pek çok merkezde sürüyor.

Türkiye’de bebek ve çocuklara rutin koruyucu sağlık hizmetleri kapsamında difteri, boğmaca, tetanos, verem, hepatit, kızamık ve çocuk felci aşıları yapılıyor. Yılda 1,3 milyon bebeğin dünyaya geldiği ülkemizde aşılama yapılmazsa 100 bininin öleceği belirtiliyor. Türkiye, temel aşıları Bulgaristan, Hindistan, Danimarka ve Japonya’dan alıyor. Ancak alım sürecindeki aksamalar yüzünden sık sık aşı sıkıntısı baş gösteriyor. Bağışıklamada kullanılan aşıların yüzde 60’ı Sağlık Bakanlığı, yüzde 30’u özel sektör tarafından ithal ediliyor. Yüzde 10’u ise bağışlardan sağlanıyor.

Bakanlık verilerine göre, aşıya ayrılan para 2005’te 51 trilyon iken 2006’da 113 trilyona çıktı. Bu yıl rutin aşılara bakanlığın ödediği para 300 trilyon. Domuz gribi için ayrılan bütçe ise 500 trilyondu. Konya Selçuk Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’nden Prof. Dr. Osman Erganiş bu rakamın çok altındaki miktarla tesis kurulabileceğini söylüyor. “En fazla 100 milyon avroluk bir bütçeyle aşı tesisi kurulabilir. Burada Türkiye’nin 10 yıllık aşısı üretebilir.” diyor.

Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Başkanı Serdar Diker de 800 trilyonla çok sayıda aşı üretim tesisi kurulabileceği gibi bunun başka olumlu gelişmelere yol açabileceğini vurguluyor: “Kendi tesisimizde, yeni çıkan hastalıklara karşı bile aşı üretimi yapabiliriz. Bu sayede başka sektörler canlanır. Örneğin, aşı üretiminde gerekli 200 milyon tane embriyolu yumurta memleketin tavukçuluğunu ayağa kaldırır. Dolumu yapacağımız şişenin üretimini yapan sektör kazanır.”

Peki, böyle bir tesis kurulsa burada çalışacak yeterli teknik eleman var mı? Elbette var. Her yıl biyoloji, moleküler biyoloji, biyokimya, biyomühendislik, veterinerlik ve tıp fakültelerinden aşı araştırma, geliştirme ve üretim aşamasında çalışabilecek on binlerce mezun çıkıyor. Dolayısıyla teknik eleman konusunda Türkiye’nin eksiği olduğunu düşünmek ciddi bir yanılgı olur. Çünkü 11 yıl önce aşı üretiliyordu bu ülkede. Dünyada kendi aşısını üreten Macaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Hindistan, Pakistan, Küba, Endonezya, Tayland gibi ülkelere bakıldığında, Türkiye’nin içinde bulunduğu durum daha net anlaşılıyor.

Bologna Üniversitesi’nden Biyomühendis Emrah Altındiş, aşının toplum sağlığını ilgilendiren stratejik önemine değiniyor ve göz ardı edilen bir gerçeği dile getiriyor: “Asla olmasını istemeyiz ama bir savaş durumunda Türkiye ilaçsız ve aşısız kalacak.” Prof. Dr. Serdar Diker de bu görüşe katılıyor. Türkiye’ye uygulanacak herhangi bir ambargoda çocuklarımıza vuracak kızamık aşısı bulamayabiliriz: “Dünya giderek kaosa sürükleniyor. İklimler değişiyor, küresel ısınma artıyor. 2090 senesinin ısı haritalarını incelediğimizde Kanada’nın ikliminin Arabistan iklimine döneceği söyleniyor. Biz de 20-30 yıl içinde Arabistan iklimine sahip olacağız. O zaman kim bilir ne tür hastalıklar çıkacak. Fakat bunun için devletin bir politikası yok. Aşı için de geçerli bu.”

Konunun uzmanlarına göre, yerli aşının önemi, kendi ülkemizin mikroplarına karşı aşı yapılması yönünde de kendini gösteriyor. Çünkü dünyanın farklı coğrafyalarında aynı bakteri veya virüsün farklı suşları (soyları) bulunuyor. Aşı üreten özel şirketlerin önceliği, Kuzey Amerika ve/veya Avrupa’da yaygın suşların aşısının yapılması. Türkiye ise Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkaslar ile doğrudan ilişkisinden ötürü farklı suşlara sahip. Dolayısıyla kendi toplumunu koruyacak aşıları kendi imkânlarıyla üretmesi gerekiyor. VBR Aşı Biyolojikler Araştırma Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Erkan Özcengiz, aşının stratejik açıdan önemine değiniyor: “Mikroorganizmaların biyoterör amacıyla kullanımının söz konusu olduğu günümüzde aşılar da en önemli korunma araçlarıdır. Bu nedenle ulusal aşı üretimi bir ülkenin olmazsa olmazıdır.”

Anlaşılan o ki, Türkiye kendi aşısını üretme-geliştirme potansiyeli ve bütçesine sahip. Eksik olan sadece siyasi irade. Dolayısıyla aşı üretimi iktidarın alacağı kararlara bağlı. Bir tarafta aşıya verilen milyonlarca para, diğer yanda iyileştirme bekleyen tesisler. Yerli aşı üretimine geçirilirse dünyada ortaya çıkan daha büyük salgınlarda ülkemizdeki bugünkü tartışmalar olmayacak. Ancak süreç devam ederse daha birçok hastalık için dışarıya bağımlı kalacağız.

Aşı Osmanlı’dan Batı’ya nasıl geçti?

Lale Devri’nde Edirne’de yaşayan İngiliz İmparatorluğu Sefiri Edward Montegue’nün eşi Lady Mary Wortley Montegue, 1718 yılında Londra’ya döner. Britanya adası o yıllarda kıtaları dahi aşan ve toplu ölümlere sebep olan çiçek hastalığı salgınıyla boğuşmaktadır. Lady Montegue, belki bütün Britanya İmparatorluğu’nun değil fakat o an için Kraliyet Ailesi’nin nefes almasını sağlayacak bir formülle yurduna dönmüştür. Lady, eşinin sefaret görevi sırasında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tabiplerin çiçek hastalığına çare bulduğunu keşfetmiştir. Önce arkadaşı Sara’ya bir mektupla dönemin ölümcül hastalığı ‘çiçek’ten’ ölenleri sorar. Çaresinin Osmanlı’da bulunduğunu yazar. Dünya tıp tarihine aşı ile ilgili ilk kayıtlardan birini de bu mektupla düşmüş olur. Edirne’de saraylarda çiçek hastalığına karşı aşı yapıldığına şahit olan Montegue, İngiltere’yi bu hastalıktan kurtaran formülü de götüren isimdir. Hastalığı geçiren insanların kollarından sıvı alınıp güneşte kurutulduğunu, kuruyan sıvının da sulandırılarak iğneyle cildin çizilip üzerine damlatıldığını anlatır mektupta. Lady, eşinin görevi bittiğinde, varilasyon adı verilen yöntemle yapılan aşıları ülkesi İngiltere’ye götürür. Aşının ilk defa Osmanlı’dan Batı’ya geçişi bu şekildedir. Aşı ile tedaviyi geliştirenlerin Türkler olduğunu kanıtlayan ilk belge Lady Montegue’nün mektubudur.

Türkiye’nin yıllık aşı ihtiyacı

Tetanos veya difteri-tetanos (erişkin) 6 milyon Difteri-tetanos (çocuk) 2 milyon Difteri-tetanos-boğmaca 8 milyon BCG (verem aşısı) 4 milyon Kızamık 4 milyon Çocuk felci (Polio) 10 milyon Çocuk felci (Polio) 20 milyon (kampanyalar için) Hepatit B 4-6 milyon Kuduz 300-400 bin Türkiye’nin yıllık ortalama 50-60 milyon doz aşıya ihtiyacı var.

Türkiye’de aşının tarihçesi

1801: Jenner metoduna göre çiçek aşısı uygulaması başladı.

1885: Çiçek aşısı uygulaması için Osmanlı’da kanun çıkarıldı (dünyada ilk).

1885: Kuduz aşısı bulundu (Fransızlar buldu).

1886: Kuduz aşısının üretilip uygulanması için Fransa’ya Pasteur’ün laboratuvarına eğitime gidildi.

1887: Ocak ayı başında kuduz aşısı Osmanlı’ya getirildi. Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane’de ilk kuduz aşısı üretildi.

1892: İlk çiçek aşısı üretim evi kuruldu.

1927: Verem aşısı üretimi başladı.

1937: Kuduz serumu üretilmeye başladı.

1940: Çin’deki kolera salgınına karşı aşı gönderildi.

1942: Tifüs aşısı ve akrep serumu üretimi başladı.

1947: Biyolojik Kontrol Laboratvuarı kuruldu. BCG aşısı üretimine geçildi.

1948: Boğmaca aşısı üretimi başladı.

1950: İnflüenza laboratuvarı, WHO tarafından ‘Uluslararası Bölgesel İnflüenza Merkezi’ olarak tanındı. İnflüenza aşısı üretimine geçildi.

1965: İlk kez kuru çiçek aşısı üretimi yapıldı.

1976: Kuru BCG aşısının deneysel üretimi başladı.

1983: Kuru BCG aşısı üretimine geçildi.

1991: Üretilen aşı ve serumların kalitesinin artırılması ve üretilemeyen aşılarla birlikte ihraç edilmesi DPT yatırım programına girdi.

1998: BCG aşı üretim laboratuvarlarında üretime son verildi.