ANALİZ - Kuşat-Boşalt-İnsansızlaştır Açıklaması Suriye Demografisinin Felci
Suriye'de demografik yapıyı değiştirmek için en etkili hamle, Sünni ve muhalif damarı güçlü olan kitlelerin yaşadıkları muhitlerin insansızlaştırılması bu kitleden hayatta kalanların da geri dönmelerinin önüne geçilmesidir 2011’de başlayan ayaklanma ve devamında patlak veren iç savaş, rejimin Suriye demografisini kendisi için daha “işlevsel” kılmak üzere, Şam için bir fırsata dönüştü Suriye'de kayıtlı olan 5,6 milyon mültecinin yanında, 6,2 milyon insan da çatışmalardan ötürü Suriye içinde yer değiştirmek zorunda kaldı. Yani savaştan önce Suriye’de yaşayan her iki insandan biri, bugün 2011’de yaşadığı yerde yaşamıyor Savaşın en şiddetli halinin yaşandığı Halep, Şam, Humus ve İdlib’in savaş öncesi en az yüzde 70’inin Sünni Arap olduğu dikkate alındığında, can kayıpları ve göç dalgalarının en çok Sünni nüfusu etkilemiş olması doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor İran kendi ideolojik eğitiminden geçirdiği ve Suriye Hizbullah’ı olarak adlandırılabilecek yerli Şii gruplar ve halihazırda bilhassa Şam ve çevresinde bulunan Iraklı milisler ve Hizbullah ile zaten fiilen İranLübnan bağlantısını kurmuş durumda
İç savaş esnasında ciddi bir güç kaybı yaşayan rejimin tek başına bu değişimi gerçekleştirmesi bir yana, savaşın dengesini değiştirmesi bile zordu. Bu yüzden, rejimin yenilgilerinden sonra ortaya çıkan güç boşluğunu, rejimin bölgedeki en büyük müttefiki olan İran’ın sahadaki unsurları doldurdu. İran bir yandan iç savaşta dengeyi yavaş yavaş rejim lehine çevirirken, bir yandan da “işlevsel” bir Suriye demografisi için üstüne düşeni yapmaktaydı. Zira Şam için daha az sorun çıkaracak bir Suriye demografisi İran için de daha az sorun manasına geliyordu.
- "Kuşat-boşalt-insansızlaştır"ın ilk örneği; Kuseyr kasabası
Rejim tarafından sivil/asker ayrımı gözetmeksizin gerçekleştirilen bombardımanlar, varil bombası saldırıları, işkenceler ve katliamlar sivil halkta büyük bir korku dalgasına yol açtı. Bu kitlesel korku da gerek ülke içindeki nispeten güvenli bölgelere gerekse sınır ötesine yönelen ciddi bir göç hareketine sebep oldu. Savaş öncesi Suriye nüfusuyla ilgili veriler, ülkenin nüfusunun 21 ila 23 milyon arasında olduğunu ortaya koyuyor. 7 seneyi aşan savaş esnasında yarım milyonu aştığı düşünülen can kaybı, ciddi bir trajedinin varlığını ortaya koyarken, göçmenlere dair verilere bakıldığında ise demografik yapının ciddi şekilde sarsıldığını görüyoruz. Sadece kayıtlı olan 5,6 milyon mültecinin yanında, 6,2 milyon insan da çatışmalardan ötürü Suriye içinde yer değiştirmek zorunda kaldı. Daha açık bir ifadeyle, savaştan önce Suriye’de yaşayan her iki insandan biri, bugün 2011’de yaşadığı yerde yaşamıyor. Savaşın en şiddetli halinin yaşandığı Halep, Şam, Humus ve İdlib’in savaş öncesi Sünnilerin büyük oranlarla çoğunluk olduğu şehirler olduğu ve nüfusun savaştan önce zaten en az yüzde 70’inin Sünni Arap olduğu dikkate alındığında, can kayıpları ve göç dalgalarının en çok Sünni nüfusu etkilemiş olması doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor.
Humus’ta (Kuseyr, Baba Amr, Vaer, Telbise, Rastan), Halep şehir merkezinde ve Şam’da (Zabadani, Madaya, Muadamiye, Vadi Barada, Dariyye, Kabun, Barzeh, Cobar) rejim tarafından uygulanan yoğun kuşatmalar ve ayrım gözetmeyen bombardımanlar, öncelikle binlerce can kaybına, nihai olarak ise tahliye anlaşmalarına yol açtı. Bu tahliye anlaşmaları sonucunda bölgeden sadece silahlı muhalifler değil, rejimin bölgeyi tekrar ele geçirmesinden sonra kişisel güvenliklerinin tehlikeye girmesi mutlak olan binlerce sivil de ayrıldı. Bu siviller bilhassa son 2 senedir İdlib’deki muhalif bölgelere gönderiliyor.
Söz konusu kuşatmalar esnasında, müttefiki Rusya hava saldırılarıyla Esed rejimine destek verirken İran ise kara güçleriyle kuşatmaların sertliğine katkıda bulunuyordu. İran destekli çok sayıda Iraklı Şii milis grubun varlığının yanı sıra Hizbullah (Lübnan), Fatımi Tugayı (İran’da mukim Şii Afgan mültecilerden müteşekkil milis güçleri) ve son kertede İran’ın kendi askeri unsurları olan Devrim Muhafızları birlikleri Halep ve Şam’daki büyük kuşatmalarda rol aldılar. İran destekli milislerin yoğun çabasıyla muhaliflerden ele geçirilen ilk kasabalardan olan Kuseyr’de yaşanan yıkım ve (çatışma öncesi kasaba nüfusunun ekseriyetini teşkil eden) Sünnilerin, sulhtan sonra bölgeye dönüşlerde engellerle karşılaşması, rejim ve müttefiklerinin uyguladığı “kuşat-boşalt-insansızlaştır” stratejisinin ilk örneklerindendi.
Suriye’nin güneyinde muhaliflerden ele geçirilen kimi yerlerde sivillerin tahliye edildiği bölgelere Iraklı milislerin ailelerinin yerleştirildiği konuşuluyor. İran’ın bu sayede Tahran-Beyrut arasında, demografik sürekliliği olan bir hat kurmak istediğine dair iddialar var. Lakin şu an için bölgede demografik yapıyı değiştirme potansiyeli olan hamleler, bölgeye taşınan bir kaç yüz Şii ailenin varlığı değil. Asıl önemli hamle, Sünni ve muhalif damarı güçlü olan kitlelerin yaşadıkları muhitlerin insansızlaştırılması ve bu kitleden hayatta kalanların da geri dönmelerinin önüne geçilmesidir. İran kendi ideolojik eğitiminden geçirdiği ve Suriye Hizbullah’ı olarak adlandırılabilecek yerli Şii gruplar ve halihazırda bilhassa Şam ve çevresinde bulunan Iraklı milisler ve Hizbullah ile zaten fiilen İran-Lübnan bağlantısını kurmuş durumda. Demografik mühendislik söz konusu olduğunda, ortaçağdan kalma kuşatma teknikleriyle, düşük maliyet ve nispeten kısa sürede bir bölgeyi insandan arındırmak ise bir bölgenin nüfus yapısını taşıma insanla değiştirmekten çok daha kolay ve tercih edilesi bir yol olduğu için, Tahran’ın kısa vadede “işlevsel Suriye nüfusu” ve Suriye içinde faal İran uzantısı grupların eğitilip donatılması stratejisine devam edeceğini söylemek mümkün. Rejimin Hava İstihbarat Şefi Cemil Hassan’ın “Vandallarla dolu 30 milyon nüfuslu bir Suriye’dense 10 milyon nüfuslu itaatkar bir Suriye’yi tercih ederiz” sözünün sadece Şam’ın değil, aynı zamanda müttefiklerinin de hedefini aşikar kıldığını söyleyebiliriz.
- Geri dönüş yok: 10 sayılı kanun ve geri dönenlerin olası akıbetleri
Milyonlarca insanın mülteci konumuna düşmesinde en büyük paya sahip olan Esed rejimi, 2018 yılı içinde çıkardığı “10 sayılı kanun” ile yüzbinlerce mülteciye belki de bir daha açılmayacak şekilde geri dönüş yollarını kapatıyor. Humus başta olmak üzere muhaliflerden ele geçirdiği ve büyük hasara uğramış hiç bir yerleşim yerini yeniden imar etmeyen Şam yönetimi, yürürlüğe koyduğu “10 sayılı kanun” ile pek çok gayrimenkule el koyabilme ve arzu ederse bunları belli gruplara dağıtarak demografi üzerinde oynama gücüne sahip oldu. Bu kanuna göre, Esed rejiminin yeniden imarına karar verdiği bir bölgedeki gayrimenkul sahipleri 30 gün içinde, sahip olduklarını iddia ettikleri mülklerin tapularıyla başvuru yapmak zorundaydılar. Bu süre içinde tapularıyla başvuru yapmayanlar daha sonra herhangi bir gayrimenkul üzerinde hak iddia edemeyecek ve tapuyla sahipleri belirlenmeyen tüm gayrimenkullere devlet el koyacaktır. Lakin kişisel güvenlik sebebiyle tapularını teslim edemeyecek binlerce kişinin haricinde, pek çok insanın yaşadıkları yerlerden kaçarken yanlarına tapularını almamış olması, tapu kayıtlarını barındıran pek çok devlet dairesi arşivinin savaş esnasında yerle bir olması ve zaten savaş öncesinde dahi kayıtsız yerleşimin Suriye’de çokça karşılaşılan bir durum olması, vatandaşları devlet karşısında ciddi bir şekilde dezavantajlı konuma sokuyordu. Bu karar uluslararası kamuoyunda rejimin mülteci karşıtı siyasetinin tasdiki olarak kabul edilip tepki çekerken, rejim yanlısı Sünni kitle içinde dahi tedirginliğe yol açtı. Bu tepkilerden sonra, 30 günlük süre 1 seneye uzatıldı. Keza belgelerini yetkili makamlara şahsen ulaştıramayacaklar için, yakın aile bireylerinin başvuru yapabilmesi gibi bir esneklik de kanuna dair güncellemede yer aldı.
Fakat rejimin kanuni metinlerde vadettiği esnekliklerin fiilen gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine dair ciddi endişeler var. Bununla alakalı en trajik vakalardan biri, rejimin Doğu Guta’daki kuşatmasından sonra bölgeden tahliye edilerek İdlib’e gönderilen 60 yaşındaki Suphi Boydani’nin, rejimin bölgedeki evlere el koyacağı iddiası üzerine tekrar bölgeye gelmesi ve rejim istihbaratı tarafından sorgulanırken öldürülmesidir. 3 milyon Suriyeliyi terör suçlamasıyla arananlar listesine koyan Esed rejiminin, ülkesine dönmek isteyen pek çok mülteciye Boydani vakasındakine benzer bir yaklaşımda bulunması, rejimin suç karnesini bilenler için kuvvetle muhtemel. Esed rejiminin 2018’in yaz aylarında yaklaşık 8 bin tutuklunun ailelerine söz konusu tutukluların ölümüne dair belge göndermesi, ülkelerine geri dönmek isteyen pek çok mülteciyi meseleyi tekrar düşünmeye sevk ediyor.
Sonuç olarak, Suriye demografisi üzerinde rejim ve müttefiklerinin mühendislik çabalarına bakıldığında, bu çabaların öncelikli olarak insansızlaştırılan bölgelerde tekrar aynı kitlenin ikametinin önüne geçilmesi ve daha az, fakat kontrolü daha kolay bir Suriye nüfusuna sahip olunması yönünde olduğunu görüyoruz. İran bu bölgelerde, özellikle de güney Suriye’de, bölgenin kısıtlı ve muhalif eğilimli unsurlardan arındırılmış nüfus yapısını, kendi desteklediği milis güçlerin bölgedeki etkinliği için bir avantaj olarak kullanma arzusundadır. Esed rejimi ise bir yandan mültecilerin dönüşünü engelleyerek idaresi kolay bir nüfus inşasını hedeflerken, öte yandan geri dönemeyenlerin ülke içindeki mallarına el koyarak ek kaynak oluşturma arzusundadır.
[Sakarya Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Ortadoğu Enstitüsü'nde (ORMER) araştırma görevlisi olan Ömer Behram Özdemir Suriye, DEAŞ ve devlet dışı aktörler hakkında çalışmaktadır]