ANALİZ - BM'nin Yeni Barışı Koruma Aksiyonu Ve Türkiye'nin Yaklaşımı
BM’nin yeni barışı koruma inisiyatifi, barışın sürdürülebilir ve yönetilebilir olması için daha insan merkezli bir yaklaşım benimsemesi ve bu yeni çerçevenin “çok taraflı” olarak kurgulamasıyla önceki girişimlerinden farklılık gösteriyor Bu sene kuruluşunun 70. yılını da kutlayan BM barış gücü eğitimden ekipmana, kapasite artırımından rotasyon şemalarına ve de en önemlisi krizden çıkma ve çözme gibi konularda kendine yeni bir yol haritası hazırlama gayesi içinde Yeni inisiyatif, BM barış gücünün siyasi sorumluluğunu genişleterek bu misyonları daha çözüm odaklı hale getirmeyi amaçlıyor ve BM barış gücünün “yeni versiyonuna” katılan tüm ülkelere yeni sorumluluklar yükleyerek bu operasyonları daha sıkı bir takip ve gözlem altına alıyor Türkiye’nin kendi komşuluk alanı dışında kalan ve tarihsel ve kültürel bağı olmayan bölgelere gönderilen BM barış gücüne çok fazla personel katılımı yapma eğiliminde olmaması, Türkiye’nin bir stratejik tercih olarak NATO operasyonlarını öncelemiş olması Bununla birlikte Türkiye'nin yeni barış gücü deklarasyonunu imzalamış olmasını, bu alanda yeni bir yaklaşımın gündeme gelmesinin olası olduğu şeklinde yorumlanabilir
Bunlardan belki de en önemlilerinden biri geçtiğimiz mart ayında açık bir oturumla tanıtılan BM’nin yeni barışı koruma inisiyatifi ya da diğer adıyla “Barışı Koruma Aksiyonu” (Action for Peacekeeping) ya da kısa adıyla A4P. Peki A4P nedir ve geçmişteki BM Barışı koruma reformlarından farkı ne? BM’nin 2020 yılı için hedef koymuş olduğu yeni barış ve güvenlik mimarisi anlayışında barışı koruma ve inşa etme nasıl konumlanıyor?
- Barışı Koruma Aksiyonu ne vaat ediyor?
28 Mart 2018’de BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in BM Barışı Koruma Operasyonlarını İyileştirmek için Ortak Hareket adı altında düzenlemiş olduğu açık oturumda, ilk defa Barışı Koruma ile ilgili başlatmış oldukları reform inisiyatifinden bahsetmiş ve BM üyesi bütün devletleri bu yeni reform çerçevesini desteklemeye ve de bu konuda kendilerinden beklenen taahhütlerin altına imza atmaya davet etmiştir.
Hiç şüphesiz, BM Barış gücü operasyonlarıyla ilgili kısıtlama ve zorlukların neler olduğu gerek BM yönetimi gerekse de sahada askeri, polisi ve sivil memurlarıyla görev yapan üye devletler tarafından çok uzun zamandır biliniyor. A4P’in geçmiş dönemki barış gücü reformlarından farkı, barışın sürdürülebilir ve yönetilebilir olması için daha insan merkezli bir yaklaşım benimsemesi ve bu yeni çerçevenin barış gücünü bu operasyonlarına ev sahibi ülke, BM ve barış gücü gönderen ülke arasında oluşan salt bir mutakabatın ötesine geçirerek, daha kapsayıcı ve gerçek anlamda “çok taraflı” olarak kurgulaması.
Bu sene kuruluşunun 70. yılını da kutlayan BM barış gücü eğitimden ekipmana, kapasite artırımından rotasyon şemalarına ve de en önemlisi krizden çıkma ve çözme gibi konularda kendine yeni bir yol haritası hazırlama gayesi içinde. Son yıllarda özellikle de BM Barış gücünün konuşlanmış olduğu misafir ülkelerdeki yerel hükümetlerle yaşamış olduğu “rıza” problemi, barış gücü operasyonlarının başarılı olmasının ve de siyasi bir çözüm süreciyle sonuçlanmasının önündeki en önemli engel. Barış gücü barındıran yerel hükümetin rızasının zaman içerisinde erozyona uğraması aynı zamanda barış gücü askerlerinin bulundukları ülkedeki güvenliğini de tehlikeye atıyor ve misyonun bir çıkış stratejisi izlemesini de güç hale getiriyor. Dolayısıyla barış gücü misafir eden devletlerin kağıt üzerindeki rızasıyla, pratikteki politikalar arasında büyük farklılıklar söz konusu oluyor. Bütün bu karmaşık tablodan ise çoğu zaman BM üye devletlerinin bir çoğunun haberi olmuyor ya da durum krize dönüştüğü zaman haberi oluyor. A4P, barış gücü ile ilgili bütün bu kronik problemlerden misyona katılan devletlerin dışında diğer bu yeni çerçeveye imza atan devletlerin de haberdar olmasını “ortaklığı” ve de “angajman ve taahhütleri” yeniden tanımlayarak sağlamayı hedefliyor. Kısacası A4P BM barış gücünün siyasi sorumluluğunu genişleterek bu misyonları daha çözüm odaklı hale getirmeyi amaçlıyor. Sadece barış gücü misyonunun başında olan ülkeye değil A4P’nin parçası olarak bir anlamda BM barış gücünün “yeni versiyonuna” katılan tüm ülkelere yeni sorumluluklar yüklüyor ve bu operasyonları daha sıkı bir takip ve gözlem altına alıyor.
A4P deklarasyonunun vurgulamış olduğu diğer bir nokta ise AB, Afrika Birliği gibi uluslararası örgütlerle olan ortaklıkların kurumsal olarak geliştirilmesinin önemi. Dolayısıyla bu deklarasyon sadece BM devletlerinin imzalarına açılmakla kalmayıp, bölgesel örgütlerden de bu yeni çerçeveye destek istenmiştir. An itibariyle A4P’e 148 BM üyesi devlet imza vermiş olup, dört uluslararası örgüt de destekleyen kuruluş statüsündedir. (AB, NATO, Uluslararası Frankofoni Örgütü, Afrika Birliği Komisyonu) Özet olarak, A4P BM barış gücünün en önemli eksikliği olan politik liderlik, görev bölüşümü ve çapraz ya da çok taraflı ortaklık gibi konularda yeni bir süreç başlatmayı hedefliyor ve bir anlamda taşın altında olabildiğince çok ülkenin elinin olmasını arzuluyor. Bu deklarasyon aynı zamanda barış gücü misafir edecek ülkelere de bu çerçeveye imza atmış olan devletlerin tümüne karşı yeni sorumluluklar yüklüyor. 73. BM Genel Kurulu kapsamında 25 Eylül tarihinde üst kurul toplantısı gerçekleşen A4P’in bundan sonra vaat ettiklerine değil pratiklerine bakarak geçmişe oranla BM barış gücünün etkinliğini artırmada bir fark yaratıp yaratmadığını anlamak mümkün olacak. Peki Türkiye A4P’ye imza attı mı ve de BM barış gücünde nasıl bir aktör?
- Türkiye ve BM Barış Gücü
İlk olarak Türkiye’nin A4P’ye imza atmış 148 ülkeden biri olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bunun şu aşamada ne anlama geldiğini anlamak için Türkiye’nin BM barış gücü söz konusu olduğunda “seçici ve çekingen” olduğunu belirtmekte fayda var. Şöyle ki, Türkiye BM barış gücüne kendi gibi gelişmekte olan ülkelere göre çok az sayıda personel (asker, polis ve sivil memur) gönderiyor. Tarihsel ve bölgesel olarak Türkiye’nin BM barış gücüne katılımının seyrine bakıldığında ise Türkiye’nin kendi komşuluk alanı dışında kalan ve tarihsel ve kültürel bağı olmayan bölgelere gönderilen BM barış gücüne çok fazla personel katılımı yapma eğiliminde olmadığını görüyoruz.
Hiç şüphesiz, bunun altında yatan en önemli sebeplerden biri Türkiye’nin bir stratejik tercih olarak NATO operasyonlarını öncelemiş olması sonrasında da kısıtlı da olsa AB çatısı altındaki savunma ve güvenlik misyonlarında yer almasıdır. Yine aynı şekilde, Türkiye’nin, barış gücüne çok sayıda asker ve polis gönderen Etiyopya, Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Ruanda ve de -bu beş ülkeye göre az da olsa son yıllarda artan bir şekilde- Çin’den farklı bölgesel ve iç güvenlik tehditlerinin olduğu açıktır. 90’lı yıllarda şiddetlenen PKK terörü ve bunun bölgesel uzantıları Türkiye’yi özellikle de bölgesinde güvenlik sağlamaya çalışan daha otonom bir aktör olması için alt yapı hazırlamıştır. Yine 2003’te ABD’nin Irak’a müdahalesi sonucu daha da istikrarsız hale gelen Ortadoğu coğrafyası Türkiye’nin güvenlik ve barış kaygılarını en fazla dile getirdiği ve bunun sonucunda da barışın ve istikrarın tesisi için en fazla çaba sarfettiği bölge olmuştur. Öte yandan, BM barış gücüne en fazla asker gönderen ülkelere baktığımızda bunun arkasında yatan ideolojik ve stratejik nedenlerle birlikte aynı zamanda finansal ve beşeri nedenleri de dikkate almak gerekir. Örneğin, BM barış gücüne en fazla katkı sağlayan beş ülkenin hem nüfüsunun fazla olduğunu hem de kişi başına düşen milli gelirinin oldukça düşük olduğunu görüyoruz. Bu ülkeler için BM barış gücüne asker ya da polis göndermek aynı zamanda önemli bir gelir kaynağı. Yine aynı şekilde asker ve polislere ödenen maaşlar ekonomilerinde de dolaşıma sokulduğundan milli gelirlerine de -kısıtlı dahi olsa- etki ediyor.
Öte yandan, Türkiye’nin BM barış gücüne olan personel katkısını BRICS ülkelerinin katkılarıyla mukayese ettiğimizde Türkiye’nin Rusya’dan sonra barış gücüne en az katkı veren ülke olduğunu görüyoruz. BM barış gücü datalarına baktığımızda Türkiye’nin 2000 yılında BM Barış Gücüne katkısı 155 personel ile gerçekleşirken (bunların çoğu genelde polis) bu sayı 2007 yılında 962’ye çıkmıştır. Günümüze geldiğimizde ise Türkiye’nin personel katkısı 166’ya düşmüş ve de bunun sonucunda BM Barış Gücüne Katkı sağlayan devletler arasında 62. sırada yer alarak Hindistan, Çin, Güney Afrika gibi ülkelerin gerisinde kamıştır. Bu arada hatırlatmak gerekir ki, 2018 Barış gücü datalarına göre BM Barış Gücünün toplamda 89 bin personeli olup 14 farklı operasyonda görev yapmaktadır. Türkiye ise bu tabloda 166 personeliyle 8 operasyona katkı sağlamaktadır. Burada dikkat çekici olan olan nokta Türkiye gibi gelişmekte olan yükselen güçler klübünü temsil eden BRICS’e üye devletlerin ise son yıllarda BM barış gücüne personel katkısı önemli ölçüde artış göstermektedir. 2018 yılında BM’nin aktif operasyonlarına Hindistan 6699, Çin 1968, Güney Afrika 1242, Brezilya 275 ve Rusya 75 personel katkısı yapmış ve de bu ülkeler operasyon alanlarını genişletmişlerdir. BRICS ülkeleri içerisinde özellikle Çin son yıllarda BM barış gücüne hem personel sayısı hem eğitim/lojistik hem de fikirsel planda ciddi bir katılım göstermeye başlamıştır. Bunun altında yatan en önemli sebeplerden biri Çin’in uluslararası siyasette ve yönetişimde ”barışçıl güç” kimliğini güçlendirmek istemesi ve dünya barışının sağlanması ve sürdürülmesi yolunda öne çıkarak bunu yumuşak ve de aynı zamanda da keskin bir güce dönüştürmek istemesidir. Kalkınma-güvenlik denklemini merkeze koyan bir dış politika izleyen Çin barış gücü misyonunu daha da öteye götürerek barışın sürdürülmesi için “arabuluculuk” rolünü de geliştirmek istemektedir.
Bu perspektiften bakıldığında, görünen o ki BM barış gücü ve benimsenen yeni A4P çerçevesi yükselen güçlerin sürdürmüş oldukları statü ve prestij politikalarına da hizmet etme potansiyeline sahiptir. Türkiye’nin BM barış gücünde çekingen bir aktör olmasının altında yatan ve de hala geçerli olan sebeplerini bir kenara koyarsak şayet, A4P deklarasyonunu imzalamış olmasını bu alanda yeni bir yaklaşımın gündeme gelmesinin olası olduğu şeklinde yorumlanabilir. Diğer taraftan, Suriye iç savaşının hala devam etmesi ve Türkiye’nin Suriye’de konuşlu olan TSK unsurlarının sayısını dikkate aldığımızda ise kısa vadede Türkiye’nin BM Barış gücüne personel (özellikle de askeri personel) artırımı yapacağını beklemek pek de rasyonel bir beklenti olarak gözükmüyor. Türkiye’nin A4P’ye imza atmış olması ise barışın sürdürülmesi ve kalkınma-güvenlik ilişkisinin kurumsallaştırılması gibi alanlarda Türkiye’nin bundan sonraki yıllarda alabileceği yeni ve yapıcı küresel sorumluluklar beklentisini doğrular nitelikte. Keza, BM barış gücü önümüzdeki dönemde kalkınma-güvenlik çizgisini merkeze koyan ve krize dönüşmeden çatışmaları çözmede arabululucuğa önem veren bir yönelim içerisinde. Hiç şüphesiz BM’nin bu yeni barışı koruma ve inşa etme yaklaşımı kalkınma yardımları alanında Türkiye gibi niş diplomasi yürüten gelişmekte olan devletlere yeni görevler ve angajmanlar yükleyecektir.
[Doç. Dr. Emel Parlar Dal Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]