'Kerbela, Mezhepçilik Hastalığını Tedavi Eden Formül İşlevi Görmeli'

İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Büyükkara: 'Ders alabilseydik hiç çağdaş Kerbelalar yaşanır mıydı? Son birkaç yılda Yemen'de, Kahire'de, Musul'da, Şam'da, Halep'te yaşananların Kerbela'dan hiç de geri kalır katliamlar olmadığı kanaatindeyim. Kerbela'yı gündemden düşürmemeye çalışan biz Müslümanların sembollere takılıp kaldığımızı, ağlasak da dövünsek de yaşanmış felaketlerden, bu büyük imtihanlardan ahlaki dersler çıkartamadığımızı düşünüyorum. Bu açıdan bakarsak Kerbela, mezhepçilik hastalığını 'azdıran' bir unsur değil, bunu 'tedavi eden' bir formül işlevi görmelidir' 'Hz. Muhammet'ten önce cahiliye döneminde de muharrem ayına belli bir hürmet gösterilirdi. İslam bunu bozmadı, bilakis devam ettirdi. Hicret'in 61. yılındaki Kerbela hadisesinin tarihi de muharreme denk gelince bu ayın kutsiyeti daha da arttı. Mezhepleri ne olursa olsun tüm Müslümanlar, Ehli Beyt'e yapılan bu zulmü büyük bir üzüntüyle anar oldu. Fakat Muharrem'in kurtuluş ve bereket yönü baki kaldı'

MÜCAHİT TÜRETKEN - İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara, "Ders alabilseydik hiç çağdaş Kerbelalar yaşanır mıydı? Son birkaç yılda Yemen'de, Kahire'de, Musul'da, Şam'da, Halep'te yaşananların Kerbela'dan hiç de geri kalır katliamlar olmadığı kanaatindeyim. Kerbela'yı gündemden düşürmemeye çalışan biz Müslümanların sembollere takılıp kaldığımızı, ağlasak da dövünsek de yaşanmış felaketlerden, bu büyük imtihanlardan ahlaki dersler çıkartamadığımızı düşünüyorum. Bu açıdan bakarsak Kerbela, mezhepçilik hastalığını 'azdıran' bir unsur değil, bunu 'tedavi eden' bir formül işlevi görmelidir." dedi.

Büyükkara, AA muhabirine yaptığı açıklamada, cennetten çıkartılması nedeniyle Hz. Adem'in ettiği tevbenin Allah tarafından kabulü, Hz. Nuh'un tufandan kurtulması, Hz. Yakup'un Hz. Yusuf'a kavuşması, Hz. Musa'nın kurtuluşu ve Firavun'un Kızıldeniz'de boğulması gibi birçok önemli vakanın muharrem ayında meydana gelmesinin rivayet olduğunu söyledi.

Peygamberler hakkında bahsedilen bu olayların hepsinin bir nevi "kurtuluş" olduğunu belirten Büyükkara, bu nedenle muharremin bir sevinç ayı olduğunu, hatta bazı çevrelerde bir nevi bayram gibi algılandığını dile getirdi.

Hz. Musa'nın kurtuluşu ve Firavun'un helakını bildiren haberlerin İsrail kaynaklı olduğunu anlatan Büyükkara, şunları kaydetti:

"Peygamberlere dair bu kurtuluş haberlerinin yanı sıra aşure günü evine yiyecek götüren kimsenin darlık çekmeyeceği, yine bu gün gözlerine sürme sürenin bir daha göz ağrısı çekmeyeceği şeklindeki rivayetleri mesela Suyuti, özel olarak uydurulmuş hadisleri toplayıp listelediği kitabına dahil etmiştir. Diğer bir meşhur Sünni alim olan Aliyyül Kari, bu hadislerin Hz. Hüseyin'in kanını döken Emeviler tarafından uydurulduğunu, zira Hz. Ali taraftarlarının 10 Muharrem'deki Kerbela faciasından dolayı muharremi halk nezdinde bir yas ayı haline getirmesinden sonra Emeviler'in bu türden rivayetler kullanmak suretiyle bugünleri bir kurtuluş ve sevinç vesilesine dönüştürmeyi amaçladıklarını belirtir."

- "Kerbela ile muharrem kültürünün içerisine hüzün de girdi"

Hazreti Muhammet'ten önce cahiliye döneminde de muharrem ayına belli bir hürmetin gösterildiğini hatırlatan Büyükkkara, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Bu hürmetin kaynağı da Yahudi ve Hristiyanların inandıkları söylencelerdi. Savaşmanın yasaklandığı bir haram ay olması da bu hürmetin bir parçasıydı. İslam bunu bozmadı, bilakis devam ettirdi. Ramazan orucu farz olmadan önce Müslümanlar oruçlarını tıpkı Yahudiler veya Cahiliyye Arapları gibi bu ayda tutarlardı. Hicret'in 61. yılındaki Kerbela hadisesinin tarihi de muharrem ayına denk gelince bu ayın kutsiyeti daha da arttı. Muharrem kültürünün içerisine tabiatıyla hüzün de girmiş oldu. Mezhepleri ne olursa olsun tüm Müslümanlar Ehl-i Beyt'e yapılan bu zulmü, büyük bir üzüntüyle anar oldu. Fakat muharremin kurtuluş ve bereket yönü baki kaldı. Mesela Türk coğrafyasındaki aşure tatlısı geleneği bunun somut bir yansımasıdır."

Aşurenin Arapçada on rakamının karşılığı olan "aşer"den türetilmiş bir kelime olduğunu ve muharremin onuncu gününe işaret ettiğini aktaran Büyükkkara, şöyle konuştu:

"Nuh Peygamber'in gemisi büyük tufandan sonra karaya oturunca, gemideki müminlerin bu kurtuluşun anısına gemide arta kalan zahireyi karıştırıp pişirerek Türkçeye 'aşure' diye geçen bu tatlıyı yaptıklarına inanılmaktadır. Orta Asya'dan itibaren oluşan bir kültürün parçasıdır bu tatlı. Pişirilip konu komşuya dağıtılır, bereket getirdiğine inanılır ve Allah'tan sevap ümit edilir. Hem Sünnilerde hem de Alevilerde uygulanan bir adettir. Aleviler 11 veya 12 günlük muharrem oruçlarını tutarak yas vazifelerini yerine getirmelerinin ertesinde sanki bir bayram saydıkları o günlerde aşure tatlısını pişirip dağıtırlar ve dini görevlerini tamamlarlar. Fakat Caferi-Şii Türklerde bu adet yoktur. Aşure onlara göre tümüyle bir yastır ve tatlı gibi nefse hoş gelecek bir maddenin tüketilmesi, dahası bunun bir adet haline getirilmesi son derece yanlıştır."

- "Bu orucun geçen bir senelik günahlara kefaret olduğu rivayet edilmiştir"

Prof. Dr. Büyükkara, Hz. Musa'nın kurtuluşu anısına Yahudilerin bu ayda oruç tuttuklarını ifade ederek, şunları anlattı:

"Peygamberimiz de 'Biz Hz. Musa'ya Yahudilerden daha yakınız.' diyerek ashabına aşure günü oruç tutmalarını emretmişti. Yani ilk başta farz bir ibadetti. Bu durum, Hicret'in 2. yılında ramazan orucu farz olana kadar devam etti. Ondan sonra peygamberimiz, 'İsteyen tutar, istemeyen tutmaz.' diyerek bu orucu muhayyer bıraktı. Fakat tutmak isteyenlere, sırf Yahudilere benzememeleri için sadece onuncu günde değil, onun bir öncesi ve sonrasında üç gün veya en azından iki gün tutmalarını tavsiye etti. Dolayısıyla sünnet bir ibadet şeklinde günümüze kadar geldi ve ramazan orucundan sonraki en faziletli oruç olarak kabul edildi. Ancak muharrem orucu denen diğer bir uygulama var ki, bu bahsettiğimiz nafile ibadetten farklı bir şeydir. Kerbela hatırasına binaen tutulan bir yas orucudur bu. Caferi ve Alevi mezhebinden Müslümanlar tarafından uygulanmaktadır."

- "Kerbela tüm Müslümanların acıyla hatırladıkları bir hadisedir"

Kerbela'nın Hz. Peygamber'in torunlarının hunharca katledilmesiyle anılan menfur bir tarihi olay olduğunu vurgulayan Büyükkara, "Mezhebi, meşrebi ne olursa olsun eskiden de günümüzde de tüm Müslümanların acıyla hatırladıkları bir hadisedir." dedi.

Büyükkara, Kerbela'dan sonra iki konuda kırılma olduğunu belirterek, "Siyasi çıkar için tüm adalet ve ahlak değerlerinin hiçe sayılması, hatta olayın boyutunun böyle bir büyük cinayeti işlemeye kadar varmasıdır. Diğeri Hz. Ali taraftarlığı dediğimiz siyasi hizipleşmenin Kerbela ile birlikte dini bir tefrikaya dönüşmeye başlamasıdır. Bu tefrika bilindiği gibi bugün de sürmektedir. Tefrikanın yol açtığı mezhepçilik, birçok çatışma ve savaşın arkasındaki en güçlü motivasyondur." değerlendirmesini yaptı.

Bölgemizde ve İslam coğrafyasında yaşanan mezhebi ayrışma ve çatışmaların tarihsel ve inanca dair kökenleri hakkında bilgi veren Büyükkara, İslam alemindeki mezhebi fırkalaşmanın kökenlerinin asıl itibarıyla dini değil, siyasi olduğunu söyledi.

Tarihteki Cemel vakası, Sıffin Savaşı ve Kerbala'nın siyasi çatışmalar olduğunu belirten Büyükkara, şunları söyledi:

"Ancak siyasiler bu çatışmalarda dini argümanları kendi lehlerine kullanmaktan çekinmemişlerdir. Çünkü din, istismar edildiğinde güçlü bir duygusal silaha dönüşür. Dolayısıyla bu hadiseler olup bittikten sonra ortaya çıkan hizipleşmeler zaman içinde kendi iddialarına dini gerekçeler üretmişler, bu malzeme zamanla doktrinleşmiş, doktrinler üzerinde konuşulan ve yazılanlarla belli bir külliyat oluşmuş, bu öğretiler etrafında taraftarlar toplanmaya başlamış, bu sosyal kütle kendi içinde sistemli bir hiyerarşiye yol açmıştır. Tabii bunlar birkaç asır sürebilen gelişmelerdir ve mezheplerin oluşması bu şekilde gerçekleşir."

Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara, Kerbela'nın hatırasının belli bir siyasi ve dini taraftar zümresini asırlardır canlı tuttuğunu ve bunun aynı zamanda ötekileştirmenin bir aracı olduğunu öne sürerek, sözlerini şöyle tamamladı:

"Kendilerinden olmayan kesimlerin Kerbela anlatısı üzerinden 'Yezidleştirilmesi' böyle bir zihni ve psikolojik faaliyettir. Anlaşılacağı gibi böyle hatırlama ve anma biçimi, birleştirici değil, ayrıştırıcı bir fonksiyon gütmektedir. Oysa Kur'an'ın ilkelerinden biri, 'Kimse diğerinin suçu ve günahını üstlenmez.' ve 'Herkes kendi yaptığından mesuldür.' Bakara suresi 134. ayette belirtildiği gibi, 'Onlar bir ümmetti, geçtiler ve gittiler. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız ise sizedir. Siz onların işlediklerinden sorumlu değilsiniz.' Tabii ki bu dediklerim, Kerbela'yı ve benzerlerini unutalım anlamına gelmemeli. Tüm olup bitenden ders almak durumundayız. Eğer ders alabilseydik hiç çağdaş Kerbelalar yaşanır mıydı? Son birkaç yılda Yemen'de, Kahire'de, Musul'da, Şam'da, Halep'te yaşananların Kerbela'dan hiç de geri kalır katliamlar olmadığı kanaatindeyim. Kerbela'yı gündemden düşürmemeye çalışan biz Müslümanların sembollere takılıp kaldığımızı, ağlasak da dövünsek de yaşanmış felaketlerden, bu büyük imtihanlardan ahlaki dersler çıkartamadığımızı düşünüyorum. Bu açıdan bakarsak Kerbela, mezhepçilik hastalığını 'azdıran' bir unsur değil, bunu 'tedavi eden' bir formül işlevi görmelidir."
Kaynak: AA