Özdağ, Türk Siyasetinin Dünü Ve Bugününü Anlattı
7 Haziran Genel Seçimleri öncesinde baskı, darbe ve iç çatışmalarla vesayetçilerin yönettiği Türkiye’nin hatırlanması ve ders alınması gerektiğini kaydeden AK Parti Manisa Milletvekili Doç. Dr. Selçuk Özdağ, “13 yıllık AK Parti iktidarları dönemlerinde Türkiye gerçek kimliğini buldu. Devlet milletiyle, millet devletiyle barıştı. Artık geleceğe güvenle bakan, ekonomik refah seviyesini sürekli yükselten, insan hak ve özgürlüklerini genişleten Türkiye gerçeği var. Bunun gerçekleşmesi yolunda 12 Eylül 2010 Referandumu bir milattır” dedi.
Sandık sonucunu belirleyecek en önemli güçlerden birinin bağımsız ve bağlantısız Ülkücüler ile İslam’dan ve güçlü ülke Türkiye’den yana sağduyulu Kürt kökenli vatandaşlar olduğuna inandığını kaydeden AK Parti Manisa Milletvekili Doç. Dr. Selçuk Özdağ 12 Eylül dönemi ve sonrasını değerlendirdiği açıklamasında, “12 Eylül ‘esaret’ bir diğer yüzüyle eşyalaşmak, varken yok olmak yahut ölümün yavaşlatılması hadisesidir. 7 yıl Azrail’in kanatları altında yaşatıldım. Yıllarım, gençliğim, sevdalarım, arkadaşlıklarım bir bir çalındı. Nice mezarlıklar geçti içimden, karanlıklara yüzlerce tabut verdim, içim bir mezarlık gibi. İdama giden bir solcuya ağıt yakmıştım o yıl; Giden bir insan değil, giden herkesin yüreğiydi. Ağlıyordum. İlyas’a değil insanlığa… Nice İlyas’ı bizden çalan sisteme isyan ediyordum” şeklinde konuştu.
ACILI YÜREKLERİMİZİ VATANA SİPER YAPTIK
“Bizler bedel ödedik. Acılı yüreklerimizi vatana siper yaptık. Ailelerimizi, sevdiklerimizi ve gönüldaşlarımızı kaybettik. Ama onurumuzu hiç ezdirmedik. ‘İstikbal mi İstiklal mi?’ diye sorduklarında hiç düşünmeden ‘İstiklal’ dedik. İstikbalimle imanım arasında bir tercih yapma mecburiyetinde imanım dedim. Ama daha özgür, daha insan haklarından yana, daha güçlü Türkiye için 7 Haziran seçimlerinden sonra Yeni Anayasa ile Türkiye’nin İstikbalini yazacağız” diyen Özdağ sözlerine şöyle devam etti:
“1921 Anayasasında Türkiye’nin Anayasası yazılmıştı şimdi ise Yeni Anayasa ile Türkiye’nin istikbalini yazma zamanıdır. Konfiçyus ‘öldürmeyen her darbe insanı yüceltir’ diyor. İnsan acılarla büyür, onlara tahammül göstermekle yücelir. Biz kendimiz için değil, milletimiz ve insanlık için hizmete devam diyoruz. Yanlışları ve mağrurları güçsüz kılmak için, hataları putlaştıranları uyandırmak için, faziletleri geçerli kılmak için gece gündüz devlet ve millet adına durmak yok yola devam diyoruz. İslam ve dolayısıyla demokrasi fikirde birlik istemez çokluk içinde birlik ister. Farklılığımızı hasımlık kabul edenler titremeli ve kendilerine gelmelidirler. Devlet Bahçeli ve avanesi gerçek ülkücülere saldırarak parti içinde oluşan iktidar alanlarını korumak istiyorlar. Başaramayacaklar 8 Haziran sabahı yeni bir Türkiye kurulacak. Geçmişini unutup, geleceğini yok sayanları da milletimizin engin sağduyusuna havale ediyorum.”
MİLLİYETÇİLİK BİR MİLLETİN İDEALİDİR
Demokrasinin ‘farklı kültürlerin farklı fikirlerin farklı inanışların aynı zeminde barış içerisinde olması’ olduğunu kaydeden Özdağ, “MHP lideri Bahçeli, Gün Sazak’ı mezarı başında anarken, ölmeyip ayakta kalanları zavallı ilan ediyor. Bu çok büyük bir çelişkidir. Ecevit ailesi karşısında sus pus olanların bugün ülkücülere söz söylemeye hakkı yoktur. Biz gerçek ülkücüler olarak darağaçlarında sallandırıldık, taş medreselerde, cinnet mustatillerinde, dünya nimetlerinin tüm imtihanlarından geçtik, kör kuyularda inançlarımızı satmadık, vatan ve milletimize ihanet etmedik. Bu topraklardan beslendik, Allah’a bağlılığımız dışında kimseye ram olmadık. Referandum filminin başrol oyuncuları gerçek ülkücülerdir, figüranlar özgül ağırlığımızı kıskanmasınlar ve haset etmesinler. Sadece gıpta etsinler ki belki ileri de kendileri de başrole soyunabilsinler. Balı olanını sineği çok olur. Milliyetçilik ve ülkücülük MHP’nin tekelinde değildir. Milliyetçilik ve ülkücülük bir milletin idealidir. O ideallere uygun yaşayan herkes ülkücüdür” şeklinde konuştu.
ÜLKÜCÜLÜK PARTİ BAYRAĞI ALTINDA OLMAZ
AK Parti Manisa Milletvekili Doç. Dr. Selçuk Özdağ sözlerini şöyle sürdürdü:
“Ülkücülük parti bayrağı altında olmaz. Partiler onun çatısı altında yer alır. vesayete ‘hayır’ diyoruz. İrademize dün olduğu gibi bugün de ipotek koydurmuyoruz. Allah’a ram olanlar, baki bir davaya inananlar, fani şahıslara bel bağlamazlar. Bizler 12 Eylüllerde yargılanırken adları MHP’li olan avukatlar davalarımızı almaktan çekinmişlerdi. Ancak O dönem MSP’nin İl Başkanı olan bugün Başbakan Yardımcısı ve saygıdeğer abim Sayın Bülent Arınç cezaevine gelerek gönüllü avukat olmaya hazır olduğunu vurgulamıştı. Ben kendisine ‘Sayın Erbakan ve arkadaşlarının avukatlığını yaparsınız. Bizi ihmal edersiniz. Soluğu darağaçlarında alırız’ demiştim. Sayın Arınç ise, ‘Hayır, günde 10 saat çalışırsam; 5 saat sizin 5 saati Sayın Erbakan ve arkadaşlarımındır’ cevabını vermişti ve öyle de oldu. Sayın Arınç hep yanımızda yer aldı. Bizim mazlum ve masum olduğumuzu iyi biliyordu. Uzun yıllar davalarımızı yürüttü. Askeri mahkemelerde bizleri yiğitçe savundu. Hiç eğilmedi. Ailelerimizi evinde ağırladı. Bunları yapan Arınç mı milliyetçi, yoksa bugün bu bedelleri ödeyenlere küfür edenler mi? Cezaevinde yıllarca yatan ve Koalisyon Hükümeti dönemde çıkmaları için önerge vermeyen, teklif etmeyen Bahçeli bu ülkücüleri görmezlikten geldi, aldırış etmedi. Ama benim şahsi önergem ve o dönemin Başbakanı Bugünkü Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın derin hoşgörüsüyle bu ülkücüler yıllar sonra özgürlüklerine kavuştular. Hikmet Sami Türk’ün bile adaletsizliğe isyan ettiği dönemde Bahçeli olaya sessiz kalmıştı. Şimdi soruyorum Recep Tayyip Erdoğan mı, Ahmet Davutoğlu mu, Bülent Arınç mı daha Milliyetçi yoksa Devlet Bahçeli’mi? İktidarda iken onların dertleri ile dertlenmeyenler, dava arkadaşlarını hiçe sayanlar bugün ülkücülere söz söylemeye hak bulamazlar. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, milli savaş hikayelerinde nişanlısına mektup yazan bir kadın kahramanını şöyle konuşturur: ‘Sizin kan ve gözyaşı dökerek geçtiğiniz yerlerden evvela menfaatperestlerin saltanat arabaları geçti.’ Bu sözler sadece geçmiş zamanları ifade eden bir tespit değil, bizi, bizdeki kanlı gözyaşlarını da anlatan seven bir gönlün çırpınışları. Dönüp geriye baktığımda benim kan ve gözyaşı dökerek, istikbalimi feda ederek, canlarımızı vererek geçtiğimiz yerden evvela yine menfaatperestlerin saltanat arabalarının geçtiğini görüyorum. Geçsinler, fakat geçerken benim mücadeleme tüküre tüküre, söve söve değil, hiç olmazsa sessizce geçsinler. Mazime ve o günden bugüne mücadelemize laf söyletmeyiz. Yakup Kadri, cephedekiler savaşırken geride kalanları Sodom ve Gomore’ye benzetir. Yakup Kadri doğruyu söylemiş, dün Sodom ve Gomore’den aşağı olanlar baş tacı, acılı yüreklerini bir vatana siper yapanlar ise hor ve hakirler, zavallılar, müsveddeler öyle mi? Ne diyeyim ülkücülerin vicdanlarına havale ediyorum. Vicdan insandaki gönül mahkemesidir.”
ESARET AZRAİL’İN KANATLARI ALTINDA YAŞAMAKTIR
12 Eylül zindanları hakkında da görüşlerini aktaran Özdağ, “Cezaevi inanılmazdı. Tarihte bizim jenerasyondan daha muzdarip bir nesil var mıdır? Tahayyül edemiyorum. Esaret kelimelerini iflas ettiren müthiş çile. Can çekişmenin öteki adı. Ölüm bir defa gelen haberci ya esaret? Ellere, ayaklara değil ruhlara vurulan kelepçe. Bir insan düşününüz binlerce eğilimi var. Esaret bir anda tüm o eğilimlerin tutsak alınmasıdır. Duvarlar dışınızda değil, içinizde, kelepçeler ellerinizde değil, insiyaklarınızda. Düşünceler tutsak, sevgiler esir, heyecanlar kelepçeli, acılar bile köle. Bakamazsınız, duyamazsınız, sevemezsiniz, hissedemezsiniz, ağlayamazsınız, ağlasanız bile duyuramazsınız. Esaret bir diğer yüzüyle eşyalaşmak, varken yok olmak. Tüm insiyakların dondurulması, yahut ölümün yavaşlatılması hadisesi. Onu ne kadar yaşarsanız yaşayın tam olarak anlatamazsınız, Çünkü hiçbir olağanüstülük hakkıyla tasvir edilemez. Esaret acıların olağanüstülüğüdür. Azrail’in kanatları altında yaşamaktır esaret. Ben tam 7 yıl Azrail’in kanatları altında yaşatıldım. O 7 yıl içinde yıllarım, gençliğim, sevdalarım, arkadaşlıklarım bir bir çalındı. Nice mezarlıklar geçti içimden, karanlıklara yüzlerce tabut verdim, içim bir mezarlık gibi. 12 Eylül’de Referanduma evet diyerek yeniden dirildik. Esaret güçsüzlüklerin en berbatıdır, ama samimi bir çevrede bölüşen oldukça ölüm bile tahammüle müsait iştir. Beni üzen dünkü mücadele ettiğim solun bizi anlamaması değil, dost dediklerimizin bizi anlamaktan imtina etmesidir. İşte asıl esaret budur” ifadesinde bulundu.
SAVAŞLAR KAHKAHAYLA BAŞLAR BÜYÜK ACILARLA BİTER
Özdağ açıklamalarının devamında şunları söyledi:
“Bizde sağcılık ve solculuk genelde gelenekseldir. Türkiye’de insanlar okuyarak, analız ederek sağcı veya solcu olmazlar. Ailelerinin tuttukları parti, gittikleri okullar, mezhepleri, oturdukları şehrin kültürel dokuları insanların ideolojik tercihlerini belirlemiştir. Dünyada tüm kavgalar, savaşlar kahkahalarla başlar, büyük acı ve iniltilerle biter. Bir yığın genç insan profesyonel kışkırtıcıların elinde güneşe koşarcasına başlattıkları yürüyüşten yanıklar, acılar ve eyvahlarla geri dönmek mecburiyetinde kaldılar. 12 Eylül öncesi gençler dövüştüler ve dövüştürüldüler. Bize tanışmak, tartışmak konuşmak ve birlikte yaşamak nedir, öğretmeyen tüm siyasiler, aydınlar, yazarlar ve bürokratlar suçludurlar. Dünyada hiçbir devrimi gençler yapmamıştır, gençlerin sırtına basanlar hedefe ulaşmışlardır. Türkiye’de darbeyi dövüşenler değil, dövüştürenler yapmıştır. Bitişik koğuştan sloganlar geliyordu. Sol görüşlülerin yattığı koğuş. ‘İdamlar, işkenceler yıldıramaz bizi’ sesleri yükseliyordu. Bir sol görüşlü gencin daha idam günü gelmişti. Ağır ağır idama götürülüyordu. Ben o gün günlüğüme şöyle yazmıştım: ‘Giden bir hasımdan çok bir insandı. Adı, çehresiyle bizim insanımız. Geçmişte karşılıklı dövüşmelerimize rağmen bizim insanımız. 3 yıl önce benzer bir acı daha yaşamıştık. Ben çaresizdim. Şimdi ise onların çaresizliğini düşünüyorum. Bizim aynı durumumuzu şimdi onlar yaşıyor. Giden bir insan değil, giden herkesin yüreği. Ağlıyorum. İlyas’a değil insanlığa… Nice İlyas’ı bizden çalan sisteme isyan ediyorum. Hala ağlanacak binlerce İlyas’ımız var.’ Biz cezaevinde annelerimizi, sevdiklerimizi kaybettik. Çok sevdiğim arkadaşım annesini kaybetmişti. Cenazesine gidememişti. Çok acı bir durumdu. Bir türlü annesinin nasıl vefat ettiğini soramıyordum. Yarasını açmak istemiyordum. Aradan oldukça zaman geçti. Üzüntüsü hafiflemeye başlamıştı. Vardım yanına oturdum ve sordum. Nasıl olmuş? dedim. ‘Anacığım son nefesinde ‘ben hasta değilim. Ben oğlumu özledim. Beni ona götürün, beni ona götürürseniz bir şeyciğim kalmaz’ diyerek ruhunu teslim etmiş’ dediğinde içim yandı. Bugün hala birinin annesi ölmüş deseler onun oğlumu özledim, benim bir şeyim yok diyerek ruhunu teslim ettiğini düşünürüm.”
Kaynak: İHA
ACILI YÜREKLERİMİZİ VATANA SİPER YAPTIK
“Bizler bedel ödedik. Acılı yüreklerimizi vatana siper yaptık. Ailelerimizi, sevdiklerimizi ve gönüldaşlarımızı kaybettik. Ama onurumuzu hiç ezdirmedik. ‘İstikbal mi İstiklal mi?’ diye sorduklarında hiç düşünmeden ‘İstiklal’ dedik. İstikbalimle imanım arasında bir tercih yapma mecburiyetinde imanım dedim. Ama daha özgür, daha insan haklarından yana, daha güçlü Türkiye için 7 Haziran seçimlerinden sonra Yeni Anayasa ile Türkiye’nin İstikbalini yazacağız” diyen Özdağ sözlerine şöyle devam etti:
“1921 Anayasasında Türkiye’nin Anayasası yazılmıştı şimdi ise Yeni Anayasa ile Türkiye’nin istikbalini yazma zamanıdır. Konfiçyus ‘öldürmeyen her darbe insanı yüceltir’ diyor. İnsan acılarla büyür, onlara tahammül göstermekle yücelir. Biz kendimiz için değil, milletimiz ve insanlık için hizmete devam diyoruz. Yanlışları ve mağrurları güçsüz kılmak için, hataları putlaştıranları uyandırmak için, faziletleri geçerli kılmak için gece gündüz devlet ve millet adına durmak yok yola devam diyoruz. İslam ve dolayısıyla demokrasi fikirde birlik istemez çokluk içinde birlik ister. Farklılığımızı hasımlık kabul edenler titremeli ve kendilerine gelmelidirler. Devlet Bahçeli ve avanesi gerçek ülkücülere saldırarak parti içinde oluşan iktidar alanlarını korumak istiyorlar. Başaramayacaklar 8 Haziran sabahı yeni bir Türkiye kurulacak. Geçmişini unutup, geleceğini yok sayanları da milletimizin engin sağduyusuna havale ediyorum.”
MİLLİYETÇİLİK BİR MİLLETİN İDEALİDİR
Demokrasinin ‘farklı kültürlerin farklı fikirlerin farklı inanışların aynı zeminde barış içerisinde olması’ olduğunu kaydeden Özdağ, “MHP lideri Bahçeli, Gün Sazak’ı mezarı başında anarken, ölmeyip ayakta kalanları zavallı ilan ediyor. Bu çok büyük bir çelişkidir. Ecevit ailesi karşısında sus pus olanların bugün ülkücülere söz söylemeye hakkı yoktur. Biz gerçek ülkücüler olarak darağaçlarında sallandırıldık, taş medreselerde, cinnet mustatillerinde, dünya nimetlerinin tüm imtihanlarından geçtik, kör kuyularda inançlarımızı satmadık, vatan ve milletimize ihanet etmedik. Bu topraklardan beslendik, Allah’a bağlılığımız dışında kimseye ram olmadık. Referandum filminin başrol oyuncuları gerçek ülkücülerdir, figüranlar özgül ağırlığımızı kıskanmasınlar ve haset etmesinler. Sadece gıpta etsinler ki belki ileri de kendileri de başrole soyunabilsinler. Balı olanını sineği çok olur. Milliyetçilik ve ülkücülük MHP’nin tekelinde değildir. Milliyetçilik ve ülkücülük bir milletin idealidir. O ideallere uygun yaşayan herkes ülkücüdür” şeklinde konuştu.
ÜLKÜCÜLÜK PARTİ BAYRAĞI ALTINDA OLMAZ
AK Parti Manisa Milletvekili Doç. Dr. Selçuk Özdağ sözlerini şöyle sürdürdü:
“Ülkücülük parti bayrağı altında olmaz. Partiler onun çatısı altında yer alır. vesayete ‘hayır’ diyoruz. İrademize dün olduğu gibi bugün de ipotek koydurmuyoruz. Allah’a ram olanlar, baki bir davaya inananlar, fani şahıslara bel bağlamazlar. Bizler 12 Eylüllerde yargılanırken adları MHP’li olan avukatlar davalarımızı almaktan çekinmişlerdi. Ancak O dönem MSP’nin İl Başkanı olan bugün Başbakan Yardımcısı ve saygıdeğer abim Sayın Bülent Arınç cezaevine gelerek gönüllü avukat olmaya hazır olduğunu vurgulamıştı. Ben kendisine ‘Sayın Erbakan ve arkadaşlarının avukatlığını yaparsınız. Bizi ihmal edersiniz. Soluğu darağaçlarında alırız’ demiştim. Sayın Arınç ise, ‘Hayır, günde 10 saat çalışırsam; 5 saat sizin 5 saati Sayın Erbakan ve arkadaşlarımındır’ cevabını vermişti ve öyle de oldu. Sayın Arınç hep yanımızda yer aldı. Bizim mazlum ve masum olduğumuzu iyi biliyordu. Uzun yıllar davalarımızı yürüttü. Askeri mahkemelerde bizleri yiğitçe savundu. Hiç eğilmedi. Ailelerimizi evinde ağırladı. Bunları yapan Arınç mı milliyetçi, yoksa bugün bu bedelleri ödeyenlere küfür edenler mi? Cezaevinde yıllarca yatan ve Koalisyon Hükümeti dönemde çıkmaları için önerge vermeyen, teklif etmeyen Bahçeli bu ülkücüleri görmezlikten geldi, aldırış etmedi. Ama benim şahsi önergem ve o dönemin Başbakanı Bugünkü Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın derin hoşgörüsüyle bu ülkücüler yıllar sonra özgürlüklerine kavuştular. Hikmet Sami Türk’ün bile adaletsizliğe isyan ettiği dönemde Bahçeli olaya sessiz kalmıştı. Şimdi soruyorum Recep Tayyip Erdoğan mı, Ahmet Davutoğlu mu, Bülent Arınç mı daha Milliyetçi yoksa Devlet Bahçeli’mi? İktidarda iken onların dertleri ile dertlenmeyenler, dava arkadaşlarını hiçe sayanlar bugün ülkücülere söz söylemeye hak bulamazlar. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, milli savaş hikayelerinde nişanlısına mektup yazan bir kadın kahramanını şöyle konuşturur: ‘Sizin kan ve gözyaşı dökerek geçtiğiniz yerlerden evvela menfaatperestlerin saltanat arabaları geçti.’ Bu sözler sadece geçmiş zamanları ifade eden bir tespit değil, bizi, bizdeki kanlı gözyaşlarını da anlatan seven bir gönlün çırpınışları. Dönüp geriye baktığımda benim kan ve gözyaşı dökerek, istikbalimi feda ederek, canlarımızı vererek geçtiğimiz yerden evvela yine menfaatperestlerin saltanat arabalarının geçtiğini görüyorum. Geçsinler, fakat geçerken benim mücadeleme tüküre tüküre, söve söve değil, hiç olmazsa sessizce geçsinler. Mazime ve o günden bugüne mücadelemize laf söyletmeyiz. Yakup Kadri, cephedekiler savaşırken geride kalanları Sodom ve Gomore’ye benzetir. Yakup Kadri doğruyu söylemiş, dün Sodom ve Gomore’den aşağı olanlar baş tacı, acılı yüreklerini bir vatana siper yapanlar ise hor ve hakirler, zavallılar, müsveddeler öyle mi? Ne diyeyim ülkücülerin vicdanlarına havale ediyorum. Vicdan insandaki gönül mahkemesidir.”
ESARET AZRAİL’İN KANATLARI ALTINDA YAŞAMAKTIR
12 Eylül zindanları hakkında da görüşlerini aktaran Özdağ, “Cezaevi inanılmazdı. Tarihte bizim jenerasyondan daha muzdarip bir nesil var mıdır? Tahayyül edemiyorum. Esaret kelimelerini iflas ettiren müthiş çile. Can çekişmenin öteki adı. Ölüm bir defa gelen haberci ya esaret? Ellere, ayaklara değil ruhlara vurulan kelepçe. Bir insan düşününüz binlerce eğilimi var. Esaret bir anda tüm o eğilimlerin tutsak alınmasıdır. Duvarlar dışınızda değil, içinizde, kelepçeler ellerinizde değil, insiyaklarınızda. Düşünceler tutsak, sevgiler esir, heyecanlar kelepçeli, acılar bile köle. Bakamazsınız, duyamazsınız, sevemezsiniz, hissedemezsiniz, ağlayamazsınız, ağlasanız bile duyuramazsınız. Esaret bir diğer yüzüyle eşyalaşmak, varken yok olmak. Tüm insiyakların dondurulması, yahut ölümün yavaşlatılması hadisesi. Onu ne kadar yaşarsanız yaşayın tam olarak anlatamazsınız, Çünkü hiçbir olağanüstülük hakkıyla tasvir edilemez. Esaret acıların olağanüstülüğüdür. Azrail’in kanatları altında yaşamaktır esaret. Ben tam 7 yıl Azrail’in kanatları altında yaşatıldım. O 7 yıl içinde yıllarım, gençliğim, sevdalarım, arkadaşlıklarım bir bir çalındı. Nice mezarlıklar geçti içimden, karanlıklara yüzlerce tabut verdim, içim bir mezarlık gibi. 12 Eylül’de Referanduma evet diyerek yeniden dirildik. Esaret güçsüzlüklerin en berbatıdır, ama samimi bir çevrede bölüşen oldukça ölüm bile tahammüle müsait iştir. Beni üzen dünkü mücadele ettiğim solun bizi anlamaması değil, dost dediklerimizin bizi anlamaktan imtina etmesidir. İşte asıl esaret budur” ifadesinde bulundu.
SAVAŞLAR KAHKAHAYLA BAŞLAR BÜYÜK ACILARLA BİTER
Özdağ açıklamalarının devamında şunları söyledi:
“Bizde sağcılık ve solculuk genelde gelenekseldir. Türkiye’de insanlar okuyarak, analız ederek sağcı veya solcu olmazlar. Ailelerinin tuttukları parti, gittikleri okullar, mezhepleri, oturdukları şehrin kültürel dokuları insanların ideolojik tercihlerini belirlemiştir. Dünyada tüm kavgalar, savaşlar kahkahalarla başlar, büyük acı ve iniltilerle biter. Bir yığın genç insan profesyonel kışkırtıcıların elinde güneşe koşarcasına başlattıkları yürüyüşten yanıklar, acılar ve eyvahlarla geri dönmek mecburiyetinde kaldılar. 12 Eylül öncesi gençler dövüştüler ve dövüştürüldüler. Bize tanışmak, tartışmak konuşmak ve birlikte yaşamak nedir, öğretmeyen tüm siyasiler, aydınlar, yazarlar ve bürokratlar suçludurlar. Dünyada hiçbir devrimi gençler yapmamıştır, gençlerin sırtına basanlar hedefe ulaşmışlardır. Türkiye’de darbeyi dövüşenler değil, dövüştürenler yapmıştır. Bitişik koğuştan sloganlar geliyordu. Sol görüşlülerin yattığı koğuş. ‘İdamlar, işkenceler yıldıramaz bizi’ sesleri yükseliyordu. Bir sol görüşlü gencin daha idam günü gelmişti. Ağır ağır idama götürülüyordu. Ben o gün günlüğüme şöyle yazmıştım: ‘Giden bir hasımdan çok bir insandı. Adı, çehresiyle bizim insanımız. Geçmişte karşılıklı dövüşmelerimize rağmen bizim insanımız. 3 yıl önce benzer bir acı daha yaşamıştık. Ben çaresizdim. Şimdi ise onların çaresizliğini düşünüyorum. Bizim aynı durumumuzu şimdi onlar yaşıyor. Giden bir insan değil, giden herkesin yüreği. Ağlıyorum. İlyas’a değil insanlığa… Nice İlyas’ı bizden çalan sisteme isyan ediyorum. Hala ağlanacak binlerce İlyas’ımız var.’ Biz cezaevinde annelerimizi, sevdiklerimizi kaybettik. Çok sevdiğim arkadaşım annesini kaybetmişti. Cenazesine gidememişti. Çok acı bir durumdu. Bir türlü annesinin nasıl vefat ettiğini soramıyordum. Yarasını açmak istemiyordum. Aradan oldukça zaman geçti. Üzüntüsü hafiflemeye başlamıştı. Vardım yanına oturdum ve sordum. Nasıl olmuş? dedim. ‘Anacığım son nefesinde ‘ben hasta değilim. Ben oğlumu özledim. Beni ona götürün, beni ona götürürseniz bir şeyciğim kalmaz’ diyerek ruhunu teslim etmiş’ dediğinde içim yandı. Bugün hala birinin annesi ölmüş deseler onun oğlumu özledim, benim bir şeyim yok diyerek ruhunu teslim ettiğini düşünürüm.”