Hillary Clinton Kemal Kılıçdaroğlu ile görüşecek

ABD Dışişleri Bakanı şubat gezisinde Erdoğan ve Kılıçdaroğlu ile görüşecek. Gezi, Türk-Amerikan ilişkilerinde fırtınalı bir dönem sonrasında geliyor.

Amerikan dışişleri bakanları, gittikleri ülkelerde nadiren muhalefetle bir araya gelecek zaman bulur. Ancak Türkiye sıradan bir ülke değil, Hillary Clinton da sıradan bir dışişleri bakanı değil.
ABD Dışişleri Bakanı’nın 7 Şubat’ta yapacağı Türkiye gezisinde, Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu yanında yeni CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile de bir araya gelmeyi planlıyor. Hillary Clinton’un gezisi, sadece CHP açısından değil son yıllarda inişli çıkışlı seyreden Türk-Amerikan ilişkileri cephesinde de büyük önem taşıyor.
Uzunca bir süredir Ankara tarafından davet edilen Hillary Clinton, sadece Ak Parti ve CHP değil aynı zamanda İstanbul’da sivil toplum ve kültürel kuruluşlarla da bir araya gelme niyetinde. Dışişleri tarafından geçen hafta Erzurum’daki büyükelçiler zirvesine de davet edilen Clinton, Orta Doğu ziyareti nedeniyle bu zirveye katılamamıştı. Bu kez Clinton’un gündeminde, Wikileaks yayınlarından özellikle rahatsız olan Başbakan Tayyip Erdoğan’la güven tazelemek, İran’ın nükleer programı, Lübnan’daki hükümet krizi, Irak, Afganistan ve Kıbrıs konularını masaya yatırmak var.

Demokrasi vurgusu
CHP’yle temas ise, Washington açısından Türk-Amerikan ilişkilerinin sadece Ak Parti’ye endeksli olmadığı ve ABD’nin Türk demokrasisine önem verdiği mesajını vermeyi amaçlıyor.
Kılıçdaroğlu açısından ise Clinton’la aynı karede fotoğraf vermek başka bir sembolizm taşıyor. CHP lideri ise bu fotoğrafı, global düzlemde ciddiye alınan bir lider olduğu algısı yaratacağı için ve aynı zamanda Batı’da yıllardır “izolasyonist” ve “Batı karşıtı” damgası yemiş olan Baykal dönemi dış politikasından ayrıştıracağı için önemsiyor.
ABD’li kaynaklar, henüz Clinton’un programı netleşmemiş olsa da CHP’yle öntemasın sağlandığını ve Clinton’un böyle bir niyeti olduğunu vurguladı. CHP kaynakları da bunu doğruladı.

CHP’de “kırmızı kitap”
Kılıçdaroğlu Clinton’la bir araya geldiğinde, CHP’de emekli büyükelçiler Osman Korutürk ve Faruk Loğoğlu tarafından hazırlanan ve partinin dış politika önceliklerini belirleyen yeni CHP doktrinini de ABD başkanına anlatma imkanı bulacak. Bu yeni metin, Avrupa’ya ilerleyen, Batı’yla bağlarını güçlendiren ancak aynı zamanda Orta Doğu’daki bölgesel liderlik rolünü sahiplenen bir Türkiye vizyonu çiziyor.
CHP yönetimi, özellikle son yıllarda yerleşen CHP’nin “Batı-karşıtı” olduğu algısının değişmesi gerektiğine inanıyor.

Washington’la fırtına sonrası
Ancak yeni CHP doktrininin AK Parti dış politika vizyonundan ayrıldığı noktalar da var. Bu hafta MYK’da tartışılacak olan metnin içeriğinden haberdar olan kaynaklar, “Amaç sadece hükümeti eleştirmek değil. Ancak biz sosyal demokrat bir parti olarak dış politikanın daha şeffaf, daha gerçekçi ve özünde insan hakları ve kadın-erkek eşitliği gibi çağdaş demokratik değerlere dayanması gerektiğine inanıyoruz” dedi.
Washington ve Ankara arasındaki bağlar, bu yaz başında Mavi Marmara krizi ve hemen ardından Türkiye’nin BM’de İran’a yaptırım tasarısına “Hayır” oyu vermesiyle duraksama devresine girmişti. Wikileaks belgelerinin gözler önüne serdiği gibi, ABD yönetiminde Türk dış politikasında “eksen kayması” yaşandığı görüşü yaygın. Dış politikada ciddi ağırlığı olan Kongre ise, özellikle Mavi Marmara krizinden sonra AK parti yönetimine tepkili bir tavır sergiliyor.
Ancak Washington’un tek kaygısı Türkiye’de eksen kayması değil. Amerikalılar, her şeye rağmen Türkiye’nin kendi bölgesinde önemli bir aktör olduğunun bilinciyle, özellikle İran ve Irak konularında Ankara’yı karşılarına almak, Batı’dan iyice kopmasına itmek istemiyorlar.
ABD yönetimi, AK parti’nin kendi bölgesindeki liderlik hırslarından şikayetçi değil, ancak bu liderlik rolünün İran rejimine ve Hamas’a “fazla yakın”, füze kalkanı ya da yaptırım gibi konularda Batı ittifakındaki konsensüsten “fazla uzak” gözükmesinden rahatsız.
Irak ve Lübnan gibi konularda AK Parti hükümeti ve Washington arasında konjonktürel olarak görüş birliği olsa da, iki başkentte de artık ilişkinin “stratejik ittifak” diye tanımlanamayacağı, Türkiye’nin yeri geldiğinde ABD’yle birlikte, yeri geldiğinde karşısında yer alacak özgüvene sahip olduğu bilinci var.
İşte Clinton’un gezisi, bu hassas dengede iki başkentin hem uzak hem yakın, hem müttefik hem bölgesel rakip olduğu bir döneme denk geliyor.

Galatasaray’da yüzde 42 Paradoksu
Başbakan Erdoğan’ın Galatasaray stadı açılışında yuhalanması, AK Parti’de bomba etkisi yarattı. Dün konuştuğum AK Parti’lilerde hem ciddi bir üzüntü, hem de kızgınlık vardı.
Protestocular cephesinde neyin neden olduğu cumartesi akşamından bu yana konuşuluyor. Belli ki stadyumdaki öfkenin ardında AK Parti’yle ilgili genel bir metal yorgunluğu, Adnan Polat’a tepki, TOKİ Başkanı’nın Erdoğan’ı takdim ederken “Biz olmasak Galatasaray bir hiç” anlamına gelen yersiz lafları, “Iksırana tıksırana kadar içiyorlar” söyleminin yarattığı “hayat tarzı” endişeleri ve birikmiş bir sürü gündem vardı.

Peki ya hükümetteki algı?
Dün açıkçası hükümet üyelerini protestoların neden yapıldığı konusuna çok “meraklı” görmedim. Empati değil tepki hakimdi. Kendi dertlerine kilitlenmişlerdi. Üzüntüleri, “Biz ne yaptık da bunu hak ettik?”, kızgınlıkları ise “Ağzımızla kuş tutsak bu yüzde 42’ye yaranamayız” kızgınlığıydı. Ancak konuştuğum herkes bu sembolik olayın öneminin farkındaydı.
Çünkü Galatasaray stadında yaşanan, hükümet çevrelerinin referandumdan bu yana uykusunu kaçıran”%42 Paradoksu”nun en dramatik özetiydi.

Nedir bu paradoks?
Şöyle. AK Parti’nin yeniden seçimi kazanacak oyu var. Son anketlerde dikkatli bir kampanyayala 2007’deki 47 oy oranını yeniden yakalayabilecekleri, referandumdaki “Evet” cephesinden ciddi bir taban oluşturabilecekleri algısı oluştu. İktidar, garanti olmasa da, çok uzak değil.
Ancak bu rakamlar tatminkar değil. Erdoğan’ın referandum sonrasında “Sahillere inin” talimatı, %42’nin oyunu kapmak değil “arayı düzeltmek” amaçlı. Çünkü Beyaz Türkler, endişeli modernler, Aleviler, CHP’liler, üniversiteliler, zenginler direnişte. Sayıca yüzde 50’ye varmıyorlar; ancak özgül ağırlıkları yüksek. Büyüme rakamlarına, yeni viyadüklere, açılışlara, açılımlara rağmen AK parti’ye güvenmiyorlar.
AK Parti’nin asıl sıkıntısı, ne kadar oy aldığı değil ne kadar alamadığı; daha doğrusu kendisine oy vermeyenlerin kızgınlığı. Hükümet biliyor ki seçimi kazansa da kendisine oy vermeyenlerin husumeti, eğitimlilerin, öğrencilerin, medyanın muhalefeti, ülkeyi büyük oranda kilitliyor.
Bu yüzden atmosferi yumuşatmak, sahilleri anlamak istiyorlar.
İstiyorlar istemesine de, bunu yapayım derken söyleme, dile, üsluba hakim olamayıp tam tersine %42’nin üstüne üstüne gidiyor, damarına basıyorlar...

Ankara eksenini diktatöre değil halka kırmalı
Türkiye’nin artık Avrupa’nın son halkası olmakla yetinmeyip Orta Doğu liderliğine oynadığını duymayan kalmadı. Buna ister bağımsız dış politika, ister neo-Osmanlıcılık veya global vizyon deyin; Ankara artık kendi bölgesinde lider olmak, hatta kimilerine göre Başbakan Erdoğan’ın son Kuveyt gezisinde “57 İslam ülkesiyiz. Biz kendi kendimize yeteriz” sözlerinde vurguladığı gibi, İslam aleminin lideri olmak hevesinde.
Bu kötü bir şey değil. Batı’dan ve Batılı demokrasiden kopmadığı sürece Türkiye’nin kendi coğrafyasında lider olmasında sakınca yok. Cumhuriyet dönemi dış politikası Turgut Özal’a kadar fazla “izolasyonist” idi; Türkiye kendi bölgesinde hak ettiği role hiçbir zaman talip olmadı. Şimdi bunu yapıyor.
Bu yüzden Orta Doğu’yla ticaret artıyor, temaslar daha yoğun, Türkiye bölgesel krizlerde aktif rol oynuyor.
Ancak sorun şurada. Şu anda liderliğine soyunduğumuz blok, demokrasi değil diktatörlüklerden oluşuyor. İslam ülkelerinin, kadın-erkek eşitliği, hukuk ve temel hak ve özgürlükler karnesi zayıf. Hatta zayıf ötesi; Endonezya, Lübnan, Bangladeş ve Türkiye dışında doğru dürüst demokrasi yok. Bu ülkeleri seçilmiş liderler değil kral ya da diktatörler yönetiyor.
Ankara’nın son yıllarda Orta Doğu ve İslam dünyasına yaptığı açılımlar, dolar, turist ve yatırım olarak fazlasıyla geri dönüyor; ancak Türkiye’nin kendi bölgesinde yakın ilişkide olduğu ülkelerde demokratikleşme gibi bir gündemi yok. Bu ülkelere “Aman demokratikleşin” telkini değil, “Gelin ticaret yapalım” ricası var. Suriye hala Esad rejimi tarafından otokrasiyle yönetiliyor; İran’da halkını inleten bir teokratik yapı var. Ürdün krallık, Sudan soykırımcı. Yemen’den Kuveyt’e ticaret hacmi ve ikili ilişkilerin arttığı dostlarımızın tümü, şu ya da bu şekilde “kapalı rejimler”.
Diyeceksiniz ki, dış politika gerçekçi olmak zorunda.
Doğru, ancak gerçekçilik sadece rejimlere değil, biraz da halklara oynamayı gerektiriyor. Çünkü Orta Doğu’da önümüzdeki 10 yılda çok şey değişecek. Demokrasi ateşi, sessiz sedasız yayılıyor. İnternet, yerel televizyonlar ve iletişim araçları yaygınlaştıkça, diktatörlerin işi güçleşiyor. Tunus, Arap dünyasında alttan alta başlayan halk isyanının ilk ayağı; sırada başka ülkeler var. Mısır ilelebet Mübarek, Libya sonsuza dek Kaddafi tarafından yönetilmeyecek. İran’da insanlar düzenli olarak başkaldırıyor, günün birinde başaracaklar.
Bu yüzden bölgesel liderlik, sadece statükoya oynamak değil, yeni ve daha demokratik bir orta Doğu’yu da şekillendirmek demek. Bu rejim açılmazsa ya batacak ya da devrilecek. O yüzden yeni Orta Doğu şekillenirken, sadece diktatörlere değil, biraz da halklara yatırım yapalım derim....