'Teamül dönemi'nden 'hukuk devleti'ne dönen viraj
Pazar gecesi geç saatte geldi haber; Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na Orgeneral Erdal Ceylanoğlu atandı.
Pazar gecesi geç saatte geldi haber; Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na Orgeneral Erdal Ceylanoğlu atandı. Ama, o, 1. Ordu Komutanlığı’na atanmıştı. Bu durumda, 1. Ordu Komutanlığı boşalmış olmadı mı?
Olmadı. 1. Ordu Komutanlığı’na da Ege Ordu Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu atandı. Orgeneral Kıvrıkoğlu, iki yıldır orgeneral imiş, oysa 3. Ordu Komutanlığı’ndan Eğitim ve Doktrin (EDOK) Komutanlığı’na kaydırılan, bir davanın ‘bir numaralı sanığı’ Saldıray Berk ise üç yıllık orgeneralmiş.
1. Ordu Komutanlığı’na onun atanması gerekirmiş.
Ama o atanmadı. Rütbe kıdemi daha az olan Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu atandı. 1. Ordu Komutanlığı boş kalmadı. Ege Komutanlığı’na da bir başka orgeneral atandı. İki orgeneral yerine üç orgeneral emekli olunca, iş çözülmüş oldu. Böylece TSK’da 15 yerine 14 orgeneral kaldı.
Bütün bunların mümkün olduğunu, kıyamet kopmadığını da görmüş olduk. Siyasi otorite yetkisini kullanmaya karar verdiği anda, pekhâlâ, olabiliyormuş.
Militarist virüs beyin kıvrımlarına işlemiş olan bir kısım Ankara medyası ve İstanbul’daki uzantılarının ülke çapında yaratmaya çalıştıkları ‘kriz’ heyecanı bir anda sönüverdi. Pazar gecesi gelen haberlerden sonra, geceyi uykusuz geçirmedik; Pazartesi sabahına tank sesi bekleyerek uyanmadık.
‘Normalleşme’ budur zaten.
***
Oysa, cuma gecesi ‘militarist mahfiller’ ve ‘medya boyutu’nda nasıl da heyecanlı bir bekleyiş vardı; Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un gecenin saat 11’inde ve kendi isteği üzerine Başbakan Tayyip Erdoğan’la yapacağı görüşmenin sonucu heyecanla bekleniyordu.
O gece, saat 10:30’dan 12:00’ye kadar ekrandaydım. Önce ‘kriz’ sözüne itiraz ettim, arkasından da ‘uzlaşma’ sözüne.
Her iki sözcüğün ‘kriz’in de, ‘uzlaşma’nın da, Silahlı Kuvvetler’in hükümet ile eşit konumda olduğunu aslında kimilerine göre hükümetin de üzerinde- olduğunu ima eder içerik taşıdıkları için itiraz ettim.
Silahlı Kuvvetler, bir devlet kurumudur. Birçok devlet kurumundan biri. Evet, belki en önemlisi ve özelliği olan bir devlet kurumu ama netice itibarıyla bir devlet kurumu. Hükümet ise devletin yöneticisidir ve yönetiminden dolayı halka hesap verme mevkiindedir. İki yapı birbirine eşit konumda olmadıklarından ötürü, aralarında ‘kriz’ ya da ‘uzlaşma’ diye bir şey söz konusu olamaz.
Olmadı da zaten.
Kendisine ait yasal yetkilerini uygulamaktan başka bir şey yapmayan hükümete ve yürütmenin anayasal olarak en üst parçası konumundaki Cumhurbaşkanı ile Silahlı Kuvvetler arasında bir ‘kriz’ olabilmesi için, Genelkurmay Başkanı ve bazı komutanların, ellerine teslim edilmiş silahlardan güç alarak, ‘meşru otorite’ye karşı ‘direniş’e geçmeleri gerekir. Elinde silah bulunduran devlet kurumunun, yönetici organı olan hükümete karşı direnişe geçmesidir kriz.
Başka türlü ‘kriz’ olmaz.
Silahlı Kuvvetler’in en tepesindeki kişinin, emekliliğine beş kala, yönettiği kurumda yapılacak atamalar ve kendi yerini alacakların silsilesine ilişkin hükümet ve hatta Cumhurbaşkanı ile görüş ayrılığı olabilir. Ama sonuç olarak, hükümetin dediğinin olması gerekir. Öyle de oldu zaten.
İlker Başbuğ, gerek Cumhurbaşkanı’nın ve gerekse hükümetin tavrını bile bile, Kara Kuvvetleri Komutanlığı makamına hükümete karşı tertip suçlaması altındaki bir ismi getirmekte direndi. Bu, ‘A Planı’ydı.
Buna karşı konunca, bu kez ince hesaplarla hükümetin Kara Kuvvetleri’nin başına getirmeyi tasarladığı bir orgeneralin emekliliğini istemesi sağlandı. Başbuğ’u takip edecek silsile, Başbuğ’un ‘B Planı’nın yürürlüğe konabilmesini sağlayacak şekilde altüst oluyordu.
Başbuğ’un cuma gece yarısına doğru, direnme denemezse de, hükümete yönelik kısa süreli boykotunun ardından Başbakan’a sunduğu ‘B Planı’ idi. Yürümedi.
‘A Planı’nın yürümeyeceği belli olunca, Genelkurmay Başkanı’nın ne kadar güçlü olduğu, ne kadar zayıf olduğu da belli olmuştu.
‘A Planı’na geçit vermeyen hükümet daha da kolaylıkla ‘B Planı’nın önünü kesti.
Militarist virüs ile enfekte olmuş medyanın ‘uzlaşma’dan kastettiği, ‘B Planı’nın kabulü idi. O da olmadı. Zaten olmaması gerekiyordu.
O pek arzulanan ‘uzlaşma’nın olması, TSK’nın devletten bağımsız ya da özerk hatta ‘devlet içinde devlet’ olmasını tahkim etmek anlamına gelirdi. Oysa, TSK’nın herhangi bir demokratik ülkede çekilmesi gereken sınırlara çekilmeye ihtiyacı vardı.
Türkiye’nin demokratikleşmesi ve normalleşmesi için olması gereken oldu. İyi oldu.
***
Türkiye, 24 saat öncesinden başlayarak geleceğe doğru ve Silahlı Kuvvetler’in çok yitirdiği saygınlığı geri kazanabilmesi açısından, kendisinin de çok yararına olan çok anlamlı bir adım attı.
Türkiye’de ‘devlet içinde devlet’ biçimindeki çarpık kültürü tahkim eden ‘teamül dönemi’ sona erdi; Türkiye, ‘teamül dönemi’nden çıkıp, ‘hukuk devleti’ yönünde bir viraj daha aldı.
Çok iyi oldu.