Emekli Koramiral'den tarihi açıklamalar
Emekli Koramiral Kıyat, 43 yıllık meslek hayatını ve tarihe ışık tutacak önemli olayları "Üç yıldız bir penaltı" kitabında topladı.
Gerçekten de Fenerbahçe Spor Kulübü Yönetim Kurulu Asbaşkanlığı ve basın sözcülüğü de yapmış olan Kıyat, renkli kişiliği, siyasi söylemi ile bilinen asker kimliğinin dışında bir imaj çizer. İşte “Üç Yıldız Bir Penaltı” adlı anı kitabı da onun bu özelliğini yansıtıyor. Kıyat’ın çocukluk yıllarıyla başlayıp 43 yıllık meslek hayatını içeren kitap Türkiye tarihine ilişkin oldukça önemli detaylar ve kimi zaman eleştiriler de içeriyor.
* 27 Mayıs Askeri İhtilali sırasında Deniz Harp Okulu’nda öğrencisiniz... Arkadaşlarınızla 27 Mayıs’a dahil olamadığınızı söyleyip “çorbada tuzumuz yoktu” diyor ve bir şeyler yapmaya çalışıyorsunuz. 27 Mayıs askerler üzerinde böyle bir duygu mu bırakmıştı?
Düşünebiliyor musunuz, sene 1960. Demek ki 18-19 yaşlarındayız. Üniversitenin önünde gösteriler olmuş, Turan Emeksiz öldürülmüş, hükümeti protesto gösterileri iyice artmış ve biz hiç izne çıkamıyoruz. Tamam içeride müzikler falan çalıyor ama Osman Paşa filan değil. O sırada ne kadar meşhur olan İtalyan şarkısı varsa onları dinliyoruz. Deniz Harp Okulu’nda onları dinleyip yiyor, içiyoruz... Ama sonra bir bakıyoruz ki, 27 Mayıs olmuş ve Kara Harp Okulu’nun da bunda bayağı bir etkin bir rolü var. Bizse Deniz Harp Okulu olarak adada vapurdaki güzel kızları seyredip duruyoruz. Sonra okulun subaylarından biri gelip “Yazıklar olsun size, hiç olmazsa bahçede dolaşırken Osman Paşa Marşı’nı ıslıkla çalmayı bile akıl etseydiniz, onu bile demediniz” demişti. Biz de bunun üzerine gidip silahhaneyi bastık.
* Ne yapacaktınız o silahlarla?
Hiçbir şey... Sadece bir şey yapmak için o silahlara el koyduk. Zaten mermisi olmayan, törenlerde kullanılan silahlardı. Okul idaresi şaşırdı, “Bunlar ne yapıyor” diye. Ertesi gün eğitim komutanı hepimize bir konuşma yaptı, hepimiz aslan olduk, kahraman olduk! Aklımda da kalmadı ne dediği... Biz de ikna olup silahları silahhaneye bıraktık.
Kıbrıs harekatında denize girdik diye “Burası tatil yeri mi” diye azar işittik
* Kıbrıs da sizin anılarınızda önemli bir yer tutuyor. Bununla ilgili bölümlerde de denizcilerle ilgili eleştirilere rastlıyoruz. Sizlere burası “Tatil yeri mi” diyorlar.
Kıbrıs enteresan bir deneyimdi. Uzun süredir harp etmemiş bir silahlı kuvvetler harbe gidiyordu. Ama başarılı bir harekattı. Benim gelişim ise dört gün gecikmeli olmuştu. Ancak biz denizciler, Deniz Piyade alayı hariç vuruşmadık. Görevimiz elde ettiğimiz sahayı güvende tutmaktı. Bunu yaparken terk edilmiş bir oteli de karargah yaptık. Onun da yüzme havuzu vardı, yüzmeyecek miyiz yani! Erlerle falan yüzüyoruz. Çünkü orada morali yüksek tutmak çok önemliydi. Çocuk gelmiş, belki bir aylık asker... Geceleri uykusunda “ölmek istemiyorum” diye bağıranlar vardı. Bir tuğgeneralimizin başkanlığında yapılacak toplantıya çağrıldık. Masanın etrafında her rütbeden insan var. Denizci olarak Neşet İkiz ve ben varız. Bir karacı generalimiz vardı, toplantıya herkesin içinde Günaydın Gazetesi’nde yazan Gölge Adam’ın haberini göstererek başladı. Gazetede bahriye erlerinin denize girerken çekilmiş resimleri vardı.
* Sizin fotoğraflarınız çekilip gazeteye haber yapılmış...
General bağırıyor; “Ne bu rezalet, burası tatil yeri mi, komutanlarımız bizi savaşta biliyor, bu resmi görürlerse ne düşünürler, denize donla girseler neyse, hepsinin mayosu var, hazırlıklı gelmişler.” Ve devam etti; “Limanda o takunya gibi gemileriniz var ya, onların personelinin kıyafetleri rezalet, saçları uzamış, sakalları uzamış, bu ne disiplinsizlik?” Bunun üzerine dayanamayıp “Komutanım, unutmayın Kıbrıs’a o takunya dediğiniz gemilerle geldiniz...” dedim. Bunun üzerine Amfibi Alay Komutanı Neşet Gür dayanamayıp “Biz Ada’da 30 binin üzerinde karacının içinde yalnızca 700 denizciyiz. Aksi olsaydı sizleri başımızın üstünde gezdirirdik. Ama bilesiniz ki, Ada’daki en kıdemli deniz subayı Albay Kemal Altınbaş’tan, benim ikinci tabur, üçüncü bölüğümdeki en kıdemsiz ere kadar, sizi sevmiyoruz, sizi saymıyoruz. Üçüncü bir harekat olursa bunları bilerek planlayın ve bize ona göre komuta edin.”
SAVANORA YANGININDA DIŞARISI OLDUĞU GİBİ DURUYORDU AMA İÇERİSİ TAMAMEN YANMIŞTI
* Bu kadar güçlü müdür karacı ve denizci ayrı mı?
Yetiştirme tarzlarımız farklı. Onların çok haklı oldukları yönler olabilir. Belki o sıralar, Türkiye’nin eğitim seviyesinden de kaynaklanan denizci er, karacı er arasında farklar da olabilir. Karacı eri belki şekli bir görev disiplininde tutmak gerekebilir. Hiç imkanların olmadığı durumlarda adamın sakalı uzamış, elbisesi yırtık da olabilir. Biz bunu görmezden gelebiliriz. Çünkü o çıkartma yapıldığında tuvalet yoktu. Şimdi tuvaletin olmadığı yerde her gün sakal kesimini beklemeyebiliriz.
* Atatürk’ün yatı Savarona’nın içeriden yakıldığını söylüyorsunuz. Neden?
Savarona 1979 Ekim ayında Heybeliada önünde yandı. Terörün en yaygın olduğu, her yerin solcu-sağcı diye bölündüğü günler. Yangın söndürüldükten sonra gördük ki dışarısı olduğu gibi duruyor, içerisi yanmıştı. Ama sadece birkaç kişiden şüpheleniliyor ve onlar da çeşitli birliklere sürülüyor. Gemi Gölcük’e çekiliyor, fakat orada da kalbinden vurulmaya kalkılıyor. Türbin devrini pervane devrine indiren dişlilere çelik saplamalar koyuyorlar. Allah’tan personel anormalliğin farkına vararak denemeyi durduruyor. Bunun üzerine Deniz Kuvvetleri Komutanlığı da gemi personelini, komutandan erine kadar toptan değiştiriyor. Savarona’nın Komutanlığı’na da beni getirdiler.
“Savarona gibi Gayret’i de yakmasınlar!”
İzmir Tersanesi’nde malum nedenlerle yaptıramadığımız işleri Gölcük Tersanesi’nde yaptırdık. NATO Akdeniz Çağrı Kuvveti’ne katılmak üzere hazırdık. Seyirden önce, varsa emirlerini almak üzere donanma komutanını ziyaret ettim. Önce kurmay başkanı amirale uğradım. Bana, Yalova Merkez Komutanlığı’nın iki el telsizine ihtiyacı olduğunu ve bunları yurt dışından alıp getirmemi söyledi. Ben, “Lütfen bu telsizleri yurt dışındaki ataşeler kanalıyla aldırın. Bu gemiyle Türkiye’ye bir toplu iğne bile gelmeyecek” dedim. Sinirlendi... Donanma komutanının yanına girdim. Kimse bana tatbikatla ilgili ne bir soru soruyor ne de bir talimat veriyordu. Söz dönüp dolaşıp, yurt dışından ne getireceğimize, daha doğrusu hiçbir şey getirmeyeceğimize geliyordu. Donanma komutanı bir taraftan beni kutluyor, bir taraftan da endişelerini dile getiriyordu. Hem de ne endişeler. “Kıyat Yarbayım, yıllar süren bir alışkanlığa bir anda son veriyorsun. Aman dikkat et, önemli cihazların başına ikişer nöbetçi koy, Savarona’yı yaktıkları gibi Gayret’i de yakmasınlar” sözleriyle dile getirdiği endişeler. Kulaklarıma inanamıyordum. Donanma komutanı, personelin mağdur olduğunu ve bu nedenle gemiyi bile yakabileceklerini düşünüyordu.
Harekatın ortasında orduevi kavgası
Daha karargâhımızı kurduğumuz günden beri, Ada’daki karacı komutanlarımız “Böyle karargâh olmaz, burayı derhal boşaltacaksınız” demeye başlamışlardı (Müsait iki otelden Rock Ruby’yi karargâh yapmış, Dome Otel’de ise yaşlı ve çocuklardan oluşan Rumları gözetim altında barındırmıştık). Bizse duymazdan geliyor, deniz kenarında bu kadar askeri barındıracak başka bir bina olmadığını söylüyorduk. Üzerimizdeki baskılar artıyordu. Her fırsatta bir karacı komutanımız geliyor, binayı terk etmemizi istiyor ve binayı orduevi yapacaklarını söylüyordu.
Sadece Levent Kırca gelip bizden para aldı
Sizlere hemen hemen her ay bir-iki kere sinema salonumuzda verilen konserlerden, bale gösterilerinden ve tiyatro oyunlarından da söz etmeliyim. Devlet Opera ve Balesi, Levent Kırca, Yıldız Kenter, Ferhan Şensoy ve Haldun Dormen bu etkinlikler içinde yer almışlardı. Levent Kırca’nın Dünya Tiyatrolar Günü’nde yani bütün oyuncuların perdelerini izleyicilere ücretsiz olarak açtığı günde, Deniz Harp Okulu’na ücret alarak geldiğini ve oyun sonrasında verdiğim kokteylde, şaka yollu da olsa, bunu kendisine hatırlattığımı anımsıyorum.
12 Eylül darbesini ülkücü bir general yaparsa, Savarona’yla İtalya’ya kaçıp darbeye muhalefet edecektim
* 12 Eylül’de Savarona ile İtalya’ya iltica etmeyi de düşünmüşsünüz.
12 Eylül’ün hemen öncesi. Ben de Deniz Harp Okulu öğrencileriyle seyirdeyim. Türkiye’de bir şeylerin olacağının farkındayım ama kimse bir kurmay yarbaya darbe yapacağız falan demiyor. Bu yüzden bugün bu Balyoz operasyonlarına hayretlerle bakıyorum. 167 kişinin önünde darbe provaları olsun, bunlar kaydedilsin falan! 11 Eylül günü Çanakkale’ye demirledik. Akşam bir mesaj geldi. Heybeliada’ya dönmem emrediliyordu. Gemiye dönmek için motora binerken, karargâh subaylarından biri, “Sabaha karşı saat dörtte radyoyu açın” deyince de darbe olacağını anladım. Ama ihtilal, emir-komuta zinciri içinde mi olacaktı? Yoksa o günün ülkücüleriyle hemen hemen aynı kafada olan bir general önderliğinde mi? İkinci şık beni çok ürkütüyordu. Ben de bunun üzerine kararımı vermiştim. İkincisi olursa Savarona’yı İtalya limanına götürecek ve oradan darbeye muhalefet edecektim. Sabaha karşı, Silahlı Kuvvetler’in ülke yönetimine el koyduğunu bildiri radyodan okundu. Emir-komuta zinciri içinde yapılmıştı ve herhangi bir zümre adına değildi. Ama 12 Eylül yönetiminin daha sonra yaptıklarını görebilseydim, Savarona ve Deniz Harp Okulu öğrencileriyle İtalya’ya iltica ederdim.
* Savarona’yla! Büyük yankı bulurdu herhalde!
1967’de Albay Papadopulos komutasındaki cuntacılar yönetime el koyduğunda bir Yunan yüzbaşı Delos isimli gemisini alıp İtalya’ya kaçmıştı. Kendini İtalyan makamlarına teslim etti. O çocuk sonra bir kahraman olmuştu. Derdim kahraman olmak değildi ama bir Yunanlı cuntaya direnebiliyor da bir Türk niye direnemeyecekti! Hele bunu Savarona ile yapmak!
Bizi Güneydoğululara karşı ürettiğimiz stratejiler böldü
* Doğan Güreş ve dönemin kuvvet komutanlarına PKK’lıların siyanürlü kahve ile düzenledikleri suikast de yer alıyor kitabınızda.
Bu olaydan sonra Güneydoğulular potansiyel zehirleyici olarak görüldü. Bu da “Efendim biz bu arkadaşlara inanıyoruz, güveniyoruz ama bunlar şimdi oralı. PKK da onlara baskıyla bunu yaptırabilir” gibi gerekçelerle ifade ediliyordu. Nitekim bu yüzden Kuzey Deniz Saha Komutanı, sırf Güneydoğulu diye, Sarıyer Orduevi’nin 20 yıllık aşçısını işten atmıştı. Hücumbot Filosu komutanıyken, denetlemeye gitmiştim. Bir çocuk geldi, “Ne içersiniz komutanım” dedi. Şivesinden anladım Güneydoğulu’ydu. Biraz sohbet ettim. Antalya’da çalışıyormuş, maaşı hâlâ ailesine yatıyormuş. Bunu öğrenince ben de, “Olur da bir aksilik çıkar, bize gel söyle, anneciğinin-babacığının bir ihtiyacı varsa buradan karşılarız” deyince başlamıştı ağlamaya. O gidince komodor, bana “Çok özür dilerim hâlâ değiştiremedik” dedi. Ben de “Komodor çocuğu görmedin mi, bu çocuk mu beni zehirleyecek! Sen zehirlemeye kalksan bu çocuk korur” deyince “Emir var” dedi, ben de “Burada komutan benim emir, memir yok” demiştim. Oysa bizim öğrenciliğimizde bir Kürt asker bölükteki en iyi nişancıydı. O bölük komutanı yüzbaşı “Güneydoğulular nöbetteyken rahat uyuyorum” derdi. Bizi bölecekler varsayımı ile stratejiler ürettik ve ürettiğimiz yanlış stratejiler de bizi böldü. Eğer biz “Bölünmeyiz, bölünmemek için onları kazanmalıyız” stratejisini üretebilseydik olmazdı. Hâlâ bugün o stratejinin doğru olduğunu savunurlar! İşin Türkçesi, bu zehirlenme olayından sonra biz kendi ellerimizle onları kendimizden uzaklaştırdık.
“Cam eşya olmaz, mücevher gibi bir şey alsanız...”
* Komutan eşlerine ziyaret sırasında götürülen hediyeleri de eleştiriyorsunuz...
Meslek hayatım boyunca bu alışkanlığa hep karşı çıktım. Bir komutan eşi sizi davet ettiyse elbette bir çikolata, çiçek götürülebilir. Fakat maalesef bir yarış başlamıştı ve bu yarış da uzun süre devam ettiği için “Yıllardır hediye aldım” diyen başa geçmişse, tam sıra ona gelmişken bu adetin bitmesini istemediği için sürüp gidiyordu. Ama birinin de “Dur” demesi gerekiyordu. Bir komutanın yanındaki subaylarının maaşından onar lira kesip komutan eşine bir tek taş ya da başka bir mücevher alınması kötü bir şey... Sonra bir gün eşim “Sıra bize geldi, komutanın eşine gidiyoruz” dedi. Ben de Paşabahçe’den indirimden 24 adet şampanya bardağı almasını söyledim. Burada komutanı ve eşini tenzih ederim. Çünkü kraldan çok kralcılar vardı. Donanma komutanı kurmay başkanının eşi telefonla eşimi aramış, hediyenin 24 bardak olduğunu öğrenince, “Hanımefendi cam eşyadan hoşlanmaz, mücevher gibi bir şey alsanız” demişlerdi. Bunu öğrenince eşime “Bardaklara devam” demiştim. Daha sonra bunu bir toplantıda söyledim: “Komutanım sizin haberiniz bile yoktur, bir emir verin, ziyaret hediyeleri çikolata ve çiçekle sınırlı kalsın çünkü hiç farkında olmadan makamınız ve isminiz yıpranıyor.” Bunun üzerine emir verdi, o sene yemeklere sadece çiçek ve çikolata gitti. Ancak donanma komutanının eşinin koordinatörlüğünde hediye adeti hortladı. Arkadaşlara “İsterseniz donanma komutanına gidelim ve bunu istemiyoruz diyelim” dedim. Ne yazık ki arkadaşlar destek vermedi, ben de katıldım. Ama keşke ben vermiyorum deseydim.
VATAN
* 27 Mayıs Askeri İhtilali sırasında Deniz Harp Okulu’nda öğrencisiniz... Arkadaşlarınızla 27 Mayıs’a dahil olamadığınızı söyleyip “çorbada tuzumuz yoktu” diyor ve bir şeyler yapmaya çalışıyorsunuz. 27 Mayıs askerler üzerinde böyle bir duygu mu bırakmıştı?
Düşünebiliyor musunuz, sene 1960. Demek ki 18-19 yaşlarındayız. Üniversitenin önünde gösteriler olmuş, Turan Emeksiz öldürülmüş, hükümeti protesto gösterileri iyice artmış ve biz hiç izne çıkamıyoruz. Tamam içeride müzikler falan çalıyor ama Osman Paşa filan değil. O sırada ne kadar meşhur olan İtalyan şarkısı varsa onları dinliyoruz. Deniz Harp Okulu’nda onları dinleyip yiyor, içiyoruz... Ama sonra bir bakıyoruz ki, 27 Mayıs olmuş ve Kara Harp Okulu’nun da bunda bayağı bir etkin bir rolü var. Bizse Deniz Harp Okulu olarak adada vapurdaki güzel kızları seyredip duruyoruz. Sonra okulun subaylarından biri gelip “Yazıklar olsun size, hiç olmazsa bahçede dolaşırken Osman Paşa Marşı’nı ıslıkla çalmayı bile akıl etseydiniz, onu bile demediniz” demişti. Biz de bunun üzerine gidip silahhaneyi bastık.
* Ne yapacaktınız o silahlarla?
Hiçbir şey... Sadece bir şey yapmak için o silahlara el koyduk. Zaten mermisi olmayan, törenlerde kullanılan silahlardı. Okul idaresi şaşırdı, “Bunlar ne yapıyor” diye. Ertesi gün eğitim komutanı hepimize bir konuşma yaptı, hepimiz aslan olduk, kahraman olduk! Aklımda da kalmadı ne dediği... Biz de ikna olup silahları silahhaneye bıraktık.
Kıbrıs harekatında denize girdik diye “Burası tatil yeri mi” diye azar işittik
* Kıbrıs da sizin anılarınızda önemli bir yer tutuyor. Bununla ilgili bölümlerde de denizcilerle ilgili eleştirilere rastlıyoruz. Sizlere burası “Tatil yeri mi” diyorlar.
Kıbrıs enteresan bir deneyimdi. Uzun süredir harp etmemiş bir silahlı kuvvetler harbe gidiyordu. Ama başarılı bir harekattı. Benim gelişim ise dört gün gecikmeli olmuştu. Ancak biz denizciler, Deniz Piyade alayı hariç vuruşmadık. Görevimiz elde ettiğimiz sahayı güvende tutmaktı. Bunu yaparken terk edilmiş bir oteli de karargah yaptık. Onun da yüzme havuzu vardı, yüzmeyecek miyiz yani! Erlerle falan yüzüyoruz. Çünkü orada morali yüksek tutmak çok önemliydi. Çocuk gelmiş, belki bir aylık asker... Geceleri uykusunda “ölmek istemiyorum” diye bağıranlar vardı. Bir tuğgeneralimizin başkanlığında yapılacak toplantıya çağrıldık. Masanın etrafında her rütbeden insan var. Denizci olarak Neşet İkiz ve ben varız. Bir karacı generalimiz vardı, toplantıya herkesin içinde Günaydın Gazetesi’nde yazan Gölge Adam’ın haberini göstererek başladı. Gazetede bahriye erlerinin denize girerken çekilmiş resimleri vardı.
* Sizin fotoğraflarınız çekilip gazeteye haber yapılmış...
General bağırıyor; “Ne bu rezalet, burası tatil yeri mi, komutanlarımız bizi savaşta biliyor, bu resmi görürlerse ne düşünürler, denize donla girseler neyse, hepsinin mayosu var, hazırlıklı gelmişler.” Ve devam etti; “Limanda o takunya gibi gemileriniz var ya, onların personelinin kıyafetleri rezalet, saçları uzamış, sakalları uzamış, bu ne disiplinsizlik?” Bunun üzerine dayanamayıp “Komutanım, unutmayın Kıbrıs’a o takunya dediğiniz gemilerle geldiniz...” dedim. Bunun üzerine Amfibi Alay Komutanı Neşet Gür dayanamayıp “Biz Ada’da 30 binin üzerinde karacının içinde yalnızca 700 denizciyiz. Aksi olsaydı sizleri başımızın üstünde gezdirirdik. Ama bilesiniz ki, Ada’daki en kıdemli deniz subayı Albay Kemal Altınbaş’tan, benim ikinci tabur, üçüncü bölüğümdeki en kıdemsiz ere kadar, sizi sevmiyoruz, sizi saymıyoruz. Üçüncü bir harekat olursa bunları bilerek planlayın ve bize ona göre komuta edin.”
SAVANORA YANGININDA DIŞARISI OLDUĞU GİBİ DURUYORDU AMA İÇERİSİ TAMAMEN YANMIŞTI
* Bu kadar güçlü müdür karacı ve denizci ayrı mı?
Yetiştirme tarzlarımız farklı. Onların çok haklı oldukları yönler olabilir. Belki o sıralar, Türkiye’nin eğitim seviyesinden de kaynaklanan denizci er, karacı er arasında farklar da olabilir. Karacı eri belki şekli bir görev disiplininde tutmak gerekebilir. Hiç imkanların olmadığı durumlarda adamın sakalı uzamış, elbisesi yırtık da olabilir. Biz bunu görmezden gelebiliriz. Çünkü o çıkartma yapıldığında tuvalet yoktu. Şimdi tuvaletin olmadığı yerde her gün sakal kesimini beklemeyebiliriz.
* Atatürk’ün yatı Savarona’nın içeriden yakıldığını söylüyorsunuz. Neden?
Savarona 1979 Ekim ayında Heybeliada önünde yandı. Terörün en yaygın olduğu, her yerin solcu-sağcı diye bölündüğü günler. Yangın söndürüldükten sonra gördük ki dışarısı olduğu gibi duruyor, içerisi yanmıştı. Ama sadece birkaç kişiden şüpheleniliyor ve onlar da çeşitli birliklere sürülüyor. Gemi Gölcük’e çekiliyor, fakat orada da kalbinden vurulmaya kalkılıyor. Türbin devrini pervane devrine indiren dişlilere çelik saplamalar koyuyorlar. Allah’tan personel anormalliğin farkına vararak denemeyi durduruyor. Bunun üzerine Deniz Kuvvetleri Komutanlığı da gemi personelini, komutandan erine kadar toptan değiştiriyor. Savarona’nın Komutanlığı’na da beni getirdiler.
“Savarona gibi Gayret’i de yakmasınlar!”
İzmir Tersanesi’nde malum nedenlerle yaptıramadığımız işleri Gölcük Tersanesi’nde yaptırdık. NATO Akdeniz Çağrı Kuvveti’ne katılmak üzere hazırdık. Seyirden önce, varsa emirlerini almak üzere donanma komutanını ziyaret ettim. Önce kurmay başkanı amirale uğradım. Bana, Yalova Merkez Komutanlığı’nın iki el telsizine ihtiyacı olduğunu ve bunları yurt dışından alıp getirmemi söyledi. Ben, “Lütfen bu telsizleri yurt dışındaki ataşeler kanalıyla aldırın. Bu gemiyle Türkiye’ye bir toplu iğne bile gelmeyecek” dedim. Sinirlendi... Donanma komutanının yanına girdim. Kimse bana tatbikatla ilgili ne bir soru soruyor ne de bir talimat veriyordu. Söz dönüp dolaşıp, yurt dışından ne getireceğimize, daha doğrusu hiçbir şey getirmeyeceğimize geliyordu. Donanma komutanı bir taraftan beni kutluyor, bir taraftan da endişelerini dile getiriyordu. Hem de ne endişeler. “Kıyat Yarbayım, yıllar süren bir alışkanlığa bir anda son veriyorsun. Aman dikkat et, önemli cihazların başına ikişer nöbetçi koy, Savarona’yı yaktıkları gibi Gayret’i de yakmasınlar” sözleriyle dile getirdiği endişeler. Kulaklarıma inanamıyordum. Donanma komutanı, personelin mağdur olduğunu ve bu nedenle gemiyi bile yakabileceklerini düşünüyordu.
Harekatın ortasında orduevi kavgası
Daha karargâhımızı kurduğumuz günden beri, Ada’daki karacı komutanlarımız “Böyle karargâh olmaz, burayı derhal boşaltacaksınız” demeye başlamışlardı (Müsait iki otelden Rock Ruby’yi karargâh yapmış, Dome Otel’de ise yaşlı ve çocuklardan oluşan Rumları gözetim altında barındırmıştık). Bizse duymazdan geliyor, deniz kenarında bu kadar askeri barındıracak başka bir bina olmadığını söylüyorduk. Üzerimizdeki baskılar artıyordu. Her fırsatta bir karacı komutanımız geliyor, binayı terk etmemizi istiyor ve binayı orduevi yapacaklarını söylüyordu.
Sadece Levent Kırca gelip bizden para aldı
Sizlere hemen hemen her ay bir-iki kere sinema salonumuzda verilen konserlerden, bale gösterilerinden ve tiyatro oyunlarından da söz etmeliyim. Devlet Opera ve Balesi, Levent Kırca, Yıldız Kenter, Ferhan Şensoy ve Haldun Dormen bu etkinlikler içinde yer almışlardı. Levent Kırca’nın Dünya Tiyatrolar Günü’nde yani bütün oyuncuların perdelerini izleyicilere ücretsiz olarak açtığı günde, Deniz Harp Okulu’na ücret alarak geldiğini ve oyun sonrasında verdiğim kokteylde, şaka yollu da olsa, bunu kendisine hatırlattığımı anımsıyorum.
12 Eylül darbesini ülkücü bir general yaparsa, Savarona’yla İtalya’ya kaçıp darbeye muhalefet edecektim
* 12 Eylül’de Savarona ile İtalya’ya iltica etmeyi de düşünmüşsünüz.
12 Eylül’ün hemen öncesi. Ben de Deniz Harp Okulu öğrencileriyle seyirdeyim. Türkiye’de bir şeylerin olacağının farkındayım ama kimse bir kurmay yarbaya darbe yapacağız falan demiyor. Bu yüzden bugün bu Balyoz operasyonlarına hayretlerle bakıyorum. 167 kişinin önünde darbe provaları olsun, bunlar kaydedilsin falan! 11 Eylül günü Çanakkale’ye demirledik. Akşam bir mesaj geldi. Heybeliada’ya dönmem emrediliyordu. Gemiye dönmek için motora binerken, karargâh subaylarından biri, “Sabaha karşı saat dörtte radyoyu açın” deyince de darbe olacağını anladım. Ama ihtilal, emir-komuta zinciri içinde mi olacaktı? Yoksa o günün ülkücüleriyle hemen hemen aynı kafada olan bir general önderliğinde mi? İkinci şık beni çok ürkütüyordu. Ben de bunun üzerine kararımı vermiştim. İkincisi olursa Savarona’yı İtalya limanına götürecek ve oradan darbeye muhalefet edecektim. Sabaha karşı, Silahlı Kuvvetler’in ülke yönetimine el koyduğunu bildiri radyodan okundu. Emir-komuta zinciri içinde yapılmıştı ve herhangi bir zümre adına değildi. Ama 12 Eylül yönetiminin daha sonra yaptıklarını görebilseydim, Savarona ve Deniz Harp Okulu öğrencileriyle İtalya’ya iltica ederdim.
* Savarona’yla! Büyük yankı bulurdu herhalde!
1967’de Albay Papadopulos komutasındaki cuntacılar yönetime el koyduğunda bir Yunan yüzbaşı Delos isimli gemisini alıp İtalya’ya kaçmıştı. Kendini İtalyan makamlarına teslim etti. O çocuk sonra bir kahraman olmuştu. Derdim kahraman olmak değildi ama bir Yunanlı cuntaya direnebiliyor da bir Türk niye direnemeyecekti! Hele bunu Savarona ile yapmak!
Bizi Güneydoğululara karşı ürettiğimiz stratejiler böldü
* Doğan Güreş ve dönemin kuvvet komutanlarına PKK’lıların siyanürlü kahve ile düzenledikleri suikast de yer alıyor kitabınızda.
Bu olaydan sonra Güneydoğulular potansiyel zehirleyici olarak görüldü. Bu da “Efendim biz bu arkadaşlara inanıyoruz, güveniyoruz ama bunlar şimdi oralı. PKK da onlara baskıyla bunu yaptırabilir” gibi gerekçelerle ifade ediliyordu. Nitekim bu yüzden Kuzey Deniz Saha Komutanı, sırf Güneydoğulu diye, Sarıyer Orduevi’nin 20 yıllık aşçısını işten atmıştı. Hücumbot Filosu komutanıyken, denetlemeye gitmiştim. Bir çocuk geldi, “Ne içersiniz komutanım” dedi. Şivesinden anladım Güneydoğulu’ydu. Biraz sohbet ettim. Antalya’da çalışıyormuş, maaşı hâlâ ailesine yatıyormuş. Bunu öğrenince ben de, “Olur da bir aksilik çıkar, bize gel söyle, anneciğinin-babacığının bir ihtiyacı varsa buradan karşılarız” deyince başlamıştı ağlamaya. O gidince komodor, bana “Çok özür dilerim hâlâ değiştiremedik” dedi. Ben de “Komodor çocuğu görmedin mi, bu çocuk mu beni zehirleyecek! Sen zehirlemeye kalksan bu çocuk korur” deyince “Emir var” dedi, ben de “Burada komutan benim emir, memir yok” demiştim. Oysa bizim öğrenciliğimizde bir Kürt asker bölükteki en iyi nişancıydı. O bölük komutanı yüzbaşı “Güneydoğulular nöbetteyken rahat uyuyorum” derdi. Bizi bölecekler varsayımı ile stratejiler ürettik ve ürettiğimiz yanlış stratejiler de bizi böldü. Eğer biz “Bölünmeyiz, bölünmemek için onları kazanmalıyız” stratejisini üretebilseydik olmazdı. Hâlâ bugün o stratejinin doğru olduğunu savunurlar! İşin Türkçesi, bu zehirlenme olayından sonra biz kendi ellerimizle onları kendimizden uzaklaştırdık.
“Cam eşya olmaz, mücevher gibi bir şey alsanız...”
* Komutan eşlerine ziyaret sırasında götürülen hediyeleri de eleştiriyorsunuz...
Meslek hayatım boyunca bu alışkanlığa hep karşı çıktım. Bir komutan eşi sizi davet ettiyse elbette bir çikolata, çiçek götürülebilir. Fakat maalesef bir yarış başlamıştı ve bu yarış da uzun süre devam ettiği için “Yıllardır hediye aldım” diyen başa geçmişse, tam sıra ona gelmişken bu adetin bitmesini istemediği için sürüp gidiyordu. Ama birinin de “Dur” demesi gerekiyordu. Bir komutanın yanındaki subaylarının maaşından onar lira kesip komutan eşine bir tek taş ya da başka bir mücevher alınması kötü bir şey... Sonra bir gün eşim “Sıra bize geldi, komutanın eşine gidiyoruz” dedi. Ben de Paşabahçe’den indirimden 24 adet şampanya bardağı almasını söyledim. Burada komutanı ve eşini tenzih ederim. Çünkü kraldan çok kralcılar vardı. Donanma komutanı kurmay başkanının eşi telefonla eşimi aramış, hediyenin 24 bardak olduğunu öğrenince, “Hanımefendi cam eşyadan hoşlanmaz, mücevher gibi bir şey alsanız” demişlerdi. Bunu öğrenince eşime “Bardaklara devam” demiştim. Daha sonra bunu bir toplantıda söyledim: “Komutanım sizin haberiniz bile yoktur, bir emir verin, ziyaret hediyeleri çikolata ve çiçekle sınırlı kalsın çünkü hiç farkında olmadan makamınız ve isminiz yıpranıyor.” Bunun üzerine emir verdi, o sene yemeklere sadece çiçek ve çikolata gitti. Ancak donanma komutanının eşinin koordinatörlüğünde hediye adeti hortladı. Arkadaşlara “İsterseniz donanma komutanına gidelim ve bunu istemiyoruz diyelim” dedim. Ne yazık ki arkadaşlar destek vermedi, ben de katıldım. Ama keşke ben vermiyorum deseydim.
VATAN