Washington'un kafası ne kadar karışıkmış

Henüz sadece birinci faslı yayımlanan Wikileaks belgelerinin önümüzdeki günlerde Türkiye'yi nasıl etkiley...


Henüz sadece birinci faslı yayımlanan Wikileaks belgelerinin önümüzdeki günlerde Türkiye'yi nasıl etkileyeceğini şimdiden kestirmek güç. Ancak şu ana kadar yayımlanan belgelere bakarak konuşursak, asıl sarsıntı Ankara değil, Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanacak gibi.
Wikileaks belgelerinin Türkiye'yi ilgilendiren bölümleri, 2004'ten itibaren Ankara'daki Amerikalı diplomat ve elçilerin Washington'a yolladıkları değerlendirme, bilge ve zaman zaman dedikodulardan oluşuyor.
Okuması heyecanlı olsa da metinlerin hepsi "dopdolu" değil. Evet Kasım 2009'da ABD Dışişleri Bakanı Müsteşarı Phil Gordon'un, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'yla İran'la uranyum takas anlaşmasıyla ilgili yaptığı gergin ve kıran kırana pazarlık, son derece ilginç.
Ancak kriptolarda hükümetin rahatça "Bunlar palavra" diye geçiştirebileceği birçok dedikodu da var.
Örneğin Haziran 2005'te Ankara'da görev yapan siyasi müsteşar John Kunstadter'ın kabine değişikliğiyle ilgili yazdığı kripto, günün standart Ankara dedikodularıyla süslü. İyi Türkçe bilen Kunstadter, Nimet Çubukçu'nun Emine Erdoğan'a yakınlığından bakan olduğunu duyduğunu aktarıyor ve evli barklı olan kadın vekilin sohbetlerde kocasından söz etmiyor oluşunu kendince manidar buluyor. Aynı metinde Abdülkadir Aksu'nun eroin kaçakçılığıyla bağlantılı olduğu ve Başbakan Erdoğan'ın örtülü ödenekten Trabzonspor'a birkaç milyon dolar aktardığı var. Bunlar istihbarat bilgisinden ziyade o günlerde Ankara'da yayılan dedikodular.
İddiaların hiçbiri mesnetsiz değil tabii. Arada parti içinde yapılan dedikodular, Başbakan'ın yakın çevresiyle birebir yapılan temaslar, içerden haber getiren hükümet üyeleri var. Örneğin Vecdi Gönül'ün Ahmet Davutoğlu'nu açıkça "çok tehlikeli" diye nitelendirmesi kabinede sancı yaratacak cinsten. Devlet Bakanı Mehmet Şimşek'in Londra'da bir grup yatırımcıyla yaptığı toplantıda "Doğan grubu hisselerini satın, çünkü etrafta fazla kalmayacaklar" sözü ise normal bir ülkede yargı bağımsızlığı kaygısı yaratacak ya da en basitinden insider trading cezası alacak türden ifadeler.
Buna karşın Erdoğan'ın İsviçre'de 8 banka hesabı olduğu ya da İran'la yakınlaşmadan doğrudan ticari çıkar elde ettiği gibi iddialar, havada... İsim yok, kanıt yok, meblağ yok. Muhtemelen muhalefet önümüzdeki günlerde bunları dile getirecek, ancak hükümet "palavra" diye içinden sıyrılacaktır. Dün görüştüğüm üst düzey bir hükümet yetkilisi "Dava açabiliriz. Bunlar o dönem sıkça anlatılan dedikodulardan ibaret. Açıkçası koskoca Amerika açısından üzüldüm" dedi.
Çin'den Dubai'ye aktarılan belgeleri bir saat boyunca okursanız, süper güç olmanın hiç de öyle sanıldığı kadar kolay olmadığını görüyorsunuz.
Kriptolarda her anlamda kafası karışık bir Amerika var. Bir yanda Ak Parti'yle birlikte iş yapma gereği, diğer yanda hiç anlayamadıkları bu yapıyla ilgili kaygılar. Amerikalılar 2004'ten itibaren sormaya başlıyor: Türkiye daha İslami bir çizgiye mi gidiyor? Hükümetin gizli gündemi var mı? Eksen kayıyor mu? Ta 2005'te ABD Büyükelçilik Müsteşarı Bob Deutsch AK Parti dış politikasını "İslamcı/neo-Osmanlıcı" olarak tanımlıyor. Sadece bilgi kırıntıları değil, ciddi stratejik sorular da var bu metinlerde.
2004'ten itibaren hemen tüm değerlendirmelerin arka planındaki ortak tema, siyasi İslam. İşin garibi, sorular aynı olsa da cevaplar metni yazanın kim olduğuna göre değişiyor. Ankara'da görev yapan Amerikalı büyükelçiler (ya da kadroları) arasındaki üslup farkı, gece ve gündüz gibi.
Örneğin George Bush döneminde atanan ve neo-con olduğu gerekçesiyle AK Parti hükümetiyle yıldızı bir türlü barışmayan Eric Edelman döneminde yazılan telgraflarda, tarikat ve cemaatlere özel vurgu var. Hükümeti en zora sokacak eleştiriler, bu döneme ait. Kriptolarda betimlenen, kırılgan, gitti-gidecek, bölündü-bölünecek bir AK Parti ve başında, henüz Milli Görüş gömleğini tam çıkarmamış, kendisinin Allah tarafından görevlendirildiğine inanan, şakşakçılarla çevrelenmiş, öngörüden yoksun bir Erdoğan... Edelman döneminden başlayarak diplomatlar sık sık hükümetin gizli İslami gündemi olup olmadığı sorusuna yanıt aranıyor. Büyükelçi ve ekibi (kriptoları çoğunlukla diplomatlar yazıyor, elçi imzalıyor) kâh akademik, kâh Sokratik bir üslupla Türkiye'yi masaya yatırıyor; ancak her seferinde AK Parti'ye alternatif görünmediği sonucuna varıyor.
Edelman'dan sonra Ankara'ya atanan Ross Wilson döneminde ise 2007 Temmuzu'nda bir anda karşımızda "mükemmeliyetçi", "işkolik" ve dışarıdan algılandığından çok daha "demokrat" bir Tayyip Erdoğan var. Edelman döneminde cemaatler ve gizli gündeme yapılan vurgu, bir anda yok oluyor. 2008 yılında siyasi müsteşar Janice Weiner, AK Parti'nin kapatma davasını engellemek için hazırladığı anayasal değişiklik paketini hükümet açısından  "Evet ateşle oynuyorlar ama haksızlık yapmayalım, önce ateşi onların altına yakmaya çalıştılar" diye empatiyle yorumluyor. Wilson açıkça Nisan 2008'de "Kapatma davası bu ülkenin geleceğine vurulmuş bir darbedir" diyor.
En son görev yapan Büyükelçi Jim Jeffrey'nin karşılaştığı Türkiye ise bambaşka. Onun döneminde artık iktidarını iyice perçinlemiş ve kolay kolay ABD'ye evet demeyen bir hükümet var Ankara'da. Jeffrey, Balyoz'dan Ergenekon'a kadar serinkanlı bir üslupla Ankara'da yaşanan bilek güreşini bütün netliğiyle anlatıyor. Tarihçiler için, Türk ordusunun siyasetten adım adım çekilmesi/itilmesinin duru bir anatomisi. Jeffrey döneminde Amerikalıların en büyük derdi, Ak Parti hükümetini İran konusunda ikna etmek; daha doğrusu en azından İran'ın nükleer programı konusunda tam olarak ne düşündüğünü anlamak.
Jeffrey, daha 2009 Ekim'inde Washington'daki Dışişleri Bakanlığı'ndan üst düzey yetkili Sandy Vershbow'a yazdığı bilgi notunda "Sandy" diyor, "En azından Türklerden İran'la ilgili gerçekçi bir tehdit değerlendirmesi almaya çalış." Jeffrey'nin dönemi, içerde gücünü ispatlamış ve artık tereddütsüz yeni global politikalar güden bir Erdoğan hükümetini füze kalkanı ve İran konusunda ikna etmeye çalışmakla geçiyor.
İşte Wikileaks belgeleri aynı anda iki başkenti, hızla değişen bir Türkiye'yi ve onu anlamak için debelenen, kâh yanlış kâh doğru analizler yapan mükemmelden çok uzak bir Amerika'yı böyle anlatıyor.