ANALİZ - Körfez Krizinin Kazananı Kim?
Trump'ın Suudi Arabistan gezisi sırasındaki öncelikli gündem maddesi Körfezİsrail barışıydı. Öyle görünüyor ki Doha çatlak ses çıkardı ve İsrail Filistinlilerle barış yapmadan KİK'in İsrail'le barış anlaşması yapmasını değerlendirmeyi reddetti Körfez krizinin patlak vermesiyle şaşkına dönen tek başkent Doha değildi; Washington da bu işe şaşırdı. İlk iki hafta boyunca ABD bir kafa karışıklığı sergiledi, ki kafa karışıklığı artık Trump yönetiminin temel bir özelliğine dönüşmüş durumda BAESuudi cephesinin ortaya bir netice koymasına yönelik daha büyük bir baskı mevcut olabilir. Zira bu cezalandırma amacı taşıyan saldırıyı Katar'a karşı başlatan onlardı ve saldırı şu anda başlatanların niyet ettiği istikamette gitmiyor gibi görünüyor
WASHINGTON -HÜSEYİN ABDÜL-HÜSEYİN- Eski Başkan Barack Obama'nın Körfez Ülkeleri Konseyi'nin (KİK) liderlerine ev sahipliği yaptığı 2015 Camp David zirvesinde, liderlerden biri Libya'nın istikrarsızlığından ve devam etmekte olan iç savaştan yakınmıştı. 'Çözüm burada, bu odada' demişti, Obama.
Libya lideri Muammer Kaddafi ve rejiminin Ekim 2011'de devrilmesinden bu yana, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) rejim muhalifi partilere destek veriyordu. Doha, birçoğu kendisine 'İslamcı' diyen, fakat mutlaka radikal olmadığı gibi el-Kaide veya DEAŞ ile de irtibatlı olmayan devrimci grupları destekliyordu. BAE kendi adına, onlarca sene ABD'de sürgün yaşamış eski bir general olan Halife Hafter'in başını çektiği Kaddafi ordusu kalıntılarına yatırım yaptı.
Libya fay hattı kırılarak bütün Arap dünyası boyunca, özellikle de hükümetleri 'Arap Baharı' olarak bilinen toplumsal gösterilerin baskısı altında çöken ülkelere uzandı. Katar Tunus'ta Zeynelabidin Bin Ali'nin devrilmesini destekledi. Suudi Arabistan ise devrilen diktatöre bir 'emeklilik rezidansı' teklif etti. Katar Mısır'da Hüsnü Mübarek'i deviren devrimi destekledi. BAE ve Suudi Arabistan ise Mübarek'in koltuğundan edilmesine karşı çıktı. Suudiler ve Katarlılar sadece Suriye'de aynı takımda olmasalar da aynı tarafta görünüyordu. Her iki ülkenin de desteklediği, kendi muhalif grupları vardı. Suudi Arabistan'dan ayrı bir yol tutan BAE, gizlice Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'i destekledi.
Bölgedeki en büyük oyuncu olan İran konusunda ise Katar diğer KİK üyeleriyle uyum içinde hareket etti. Fakat Doha burada Riyad'dan çok Abu Dabi'ye yakın durdu. Suudi Arabistan, kendisini Arap ülkelerinin lideri olarak algılıyor ve İran'ı baş rakibi olarak görüyor. Katar, BAE ve Kuveyt gibi daha küçük ülkeler ise Tahran'a daha farklı davranıyor.
'Mahallenin küçük çocukları' olduklarının farkında olan bu petrol zengini ülkelerin her biri bir denge politikası güdüyor. Riyad'a yakın duruyorlar, ancak Tahran'ı kızdırmamaya da dikkat ediyorlar. Tamamen Suudi Arabistan'ın tarafını tutan tek küçük KİK üyesi Bahreyn. Bahreynliler İran'ın kendi krallıklarına yönelik varoluşsal bir tehdit olduğunu düşünüyor. İranlı yetkililer de zaman zaman bu ada krallığının bir İran eyaleti olduğu yönündeki düşüncelerini ifade ediyor.
Bir yanında Katar'ın, diğer yanında ise Suudi Arabistan ve BAE'nin olduğu bu bölgesel ihtilaf, Donald Trump ABD başkanı olarak seçilmeseydi, ocağın arka gözünde içten içe kaynamaya devam edecekti.
Trump İsraillilere, kendi gözetiminde Tel Aviv'in Suudilere ve BAE'ye yönelik bir şirin görünme operasyonu başlatabileceğine ve belki de onlarla barış anlaşmaları yapabileceğine dair umut verdi. Böyle bir anlaşma imzalanmış olsaydı bu, Filistin'in arkasındaki geleneksel Arap dayanışmasında bir gedik açmış olurdu. Araplar İsrail boykotunu bir koz olarak her zaman kullandılar ve Tel Aviv'e, aparabileceği bütün ekonomik avantajları da içeren bir barış anlaşmasının, ancak Filistinlilerle hasretini çektikleri barış anlaşmasının yapılmasıyla mümkün olabileceğini söyleyegeldiler.
Trump'ın ilk dış gezisi de İsrail'e umut veren bu söylemin ışığında tasarlandı ve Trump Kanada, İngiltere, Fransa veya Almanya gibi geleneksel müttefikler dururken, evvela Suudi Arabistan'ı ziyaret etti. Trump Riyad'dan Tel Aviv'e uçtu. Orada İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu kendisini, bir İsrail başbakanının tıpkı Trump'ın yaptığı gibi bir gün Suudi Arabistan'dan İsrail'e uçacağı günün özlemini çektiğini ifade ederek karşıladı.
Artık şunu biliyoruz ki Trump'ın Suudi Arabistan gezisi sırasındaki öncelikli gündem maddesi Körfez-İsrail barışıydı. Öyle görünüyor ki Doha çatlak ses çıkardı ve İsrail Filistinlilerle barış yapmadan KİK'in İsrail'le barış anlaşması yapmasını değerlendirmeyi reddetti.
Bundan kısa bir süre sonra Suudi ve BAE medyası, ansızın ortaya çıkmış gibi görünen şekilde, Katar Şeyhi Temim bin Hamad el-Sani'nin “İran'a karşı durmanın abesle iştigal olduğu” yönünde açıklamalar yaptığını bildirdi. Yine artık biliyoruz ki bu 'açıklamanın' kaynağı, saldırıya uğramış Katar Haber Ajansı'ydı. The Washington Post ve NBC yaptıkları yayınlarda ABD'li yetkililerin, saldırı emrini BAE yetkililerinin verdiğine inandıklarını aktardılar.
Olayları başlatan kıvılcım her ne idiyse, önceden var olan düşmanlıkları açığa çıkarmış oldu. Bir anda Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn ve Mısır'dan oluşan bir cephe kuruldu ve bu cephe Katar'la ilişkilerini kestiğini açıkladı. Bu cephe diğer devletleri de kendi peşinden gelmeye zorlamaya kalkıştı, fakat başardıkları tek şey, bir elin parmaklarını geçmeyen sayıda hafif sıklette ülkeyi ikna etmek oldu. Suudi Arabistan'ın yakın müttefiklerinden Ürdün dahi arada kaldı: Büyükelçisini geri çağırmakla birlikte, Doha'daki büyükelçiliğini açık bıraktı.
Katar'ı en çok etkileyen adım, muhtemelen, Suudi Arabistan'la, ithal ticari emtiasının yüzde 40'ını geçirdiği tek sınır kapısının da kapatılması oldu. Bu sınırın kapatılmasından kısa süre sonra Katar ticaret yollarını yeniden çizdi, öyle ki bunu kapıların kapatılmasından zarar görmeyecek şekilde yapmışa benziyor.
Doha bu yıldırım harekatını bastırdı ve etkilerini asgariye indirdi. Suudi-BAE cephesi Katar'a 13 maddelik bir talep listesi gönderdi. Bunların arasında el-Cezire kanalının kapatılması, İran'la ilişkilerin diplomatik olarak daha aşağıya çekilmesi, bazı Mısırlı ve Filistinlilerin, BAE'nin başını çektiği cephenin ‘terörist’ olarak gördüğü 'Müslüman Kardeşler' üyeliği gerekçesiyle Doha'dan çıkarılması gibi maddeler vardı.
Taleplerin yerine getirilmesi için tanınan süre doldu. Doha bu taleplere, İran'la diplomatik ilişkilerini geriletecekse, bunu BAE'nin de yapması gerektiğini söyleyerek karşılık verdi.
Katar kendisine saldıranlara, itibarlarını kurtaracak boş alan bırakmamış oldu. Bundan kısa süre sonra, Kuveyt'in arabuluculuk yapmasıyla, BAE-Suudi cephesi talep listesini yarıya indirdi ve yine Kuveyt'in arabuluculuğundan sonra, Doha'nın 2014'te de sürtüşen taraflar arasında mutabık kalınan altı hususu kabul etmesini istedi.
Katar bu kez 2014 anlaşmasını yeniden yürürlüğe koymaya razı oldu, ancak kendisinin de bir talebi olduğunu iletti. Doha, BAE-Suudi cephesinin kendisiyle ilişkilerini kestiğini haberlerden öğrenince şaşkına dönmüştü. Doha böyle bir saldırının gelecekte tekerrür etmeyeceğine dair garanti talebinde bulundu ve ihtilafların yeniden vukuu durumunda KİK üyelerinin önce ikili kanallara müracaat edebileceğini veya hatta meseleleri KİK'te ele alabileceğini ifade etti.
Krizin patlak vermesiyle şaşkına dönen tek başkent Doha değildi; Washington da bu işe şaşırdı. İlk iki hafta boyunca ABD bir kafa karışıklığı sergiledi, ki kafa karışıklığı artık Trump yönetiminin temel bir özelliğine dönüşmüş durumda. Washington müesses nizamında, özellikle dışişleri ve savunma bakanlıkları ve güvenlik kurumları gibi birimler, ABD'nin Katar'la olan ilişkilerinin güçlü olduğuna vurgu yapıp öyle de kalması gerektiğinde ısrarcı olurken, Trump attığı 'tweet'lerde Katar'ı terörle suçlayan ifadeler kullandı.
Trump'ın damadı Jared Kushner'in gayrimenkul projeleri için vaktiyle bir Katar kredisine müracaat ettiğini ve bu müracaatın reddedildiğini de artık biliyoruz. Muhtemelen bu da Kushner'de, kayınpederini Katar'a saldırtacak derecede baskın çıkmasına sebebiyet veren şahsi bir nefrete yol açmış.
Ancak Trump'ın, Katar'ı desteklemekle kalmayıp BAE-Suudi Cephesi'ne saldıran Washington'daki ekibin geri kalanıyla aynı hizaya geri gelmesi uzun sürmedi. Katar'ın Washington'a ek olarak Londra, Paris, Berlin, Moskova ve Ankara gibi, dünyanın dört bir yanında güvenebileceği dostları vardı. Saldırıyı gerçekleştirenlere, ettiklerinin ceremesini daha kötü çektirmek amacıyla Doha, terör ve terör destekçilerine karşı sürdürdüğü gayretlerini daha da güçlendirmek için, Washington'la bir mutabakat anlaşması imzaladığını duyurdu. Dolayısıyla BAE-Suudi cephesinin, Katar'a baskıyı sürdürmek için neredeyse bahanesi kalmamış oldu.
Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad el-Sani Katar halkına hitap etmek üzere televizyona çıktı. Ülkesinin KİK üyeleriyle barışmaya hazır olduğunu, ama diğer yandan, süregiden ambargoya da dayanacak güçleri olduğunu söyledi. Suudiler ve BAE bu barış çağrısına mukabelede bulunmadılar ve bunun yerine, medyaları Katar'ı hedef almaya devam ederken, saldırılarını ikiye katladılar. Bir yandan da fonladıkları Katar karşıtı reklamların ABD iletişim ağlarındaki sıklığı büyük artış gösterdi.
Olayın taraflarının, diğeri olmaksızın yaşamaya, yani yeni realiteye ayak uydurmakta oldukları bu durum, dışarıdan bakan birine bir çıkmaz gibi görünebilir. Ancak BAE-Suudi cephesinin ortaya bir netice koymasına yönelik daha büyük bir baskı mevcut olabilir. Zira bu cezalandırma amacı taşıyan saldırıyı Katar'a karşı başlatan onlardı ve saldırı şu anda başlatanların niyet ettiği istikamette gitmiyor gibi görünüyor.
Mütercim: Ömer Çolakoğlu
[Bir dönem Chatham House'da misafir araştırmacı olarak görev yapan ve şu an Washington'da ikamet eden gazeteci Hüseyin Abdül-Hüseyin, Arap medyasının yanı sıra New York Times, Washington Post, Christian Science Monitor, USA Today gibi gazetelere makaleler yazmakta, CNN ve BBC gibi televizyon kanallarında Ortadoğu analizleri yapmaktadır]
Kaynak: AA
Libya lideri Muammer Kaddafi ve rejiminin Ekim 2011'de devrilmesinden bu yana, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) rejim muhalifi partilere destek veriyordu. Doha, birçoğu kendisine 'İslamcı' diyen, fakat mutlaka radikal olmadığı gibi el-Kaide veya DEAŞ ile de irtibatlı olmayan devrimci grupları destekliyordu. BAE kendi adına, onlarca sene ABD'de sürgün yaşamış eski bir general olan Halife Hafter'in başını çektiği Kaddafi ordusu kalıntılarına yatırım yaptı.
Libya fay hattı kırılarak bütün Arap dünyası boyunca, özellikle de hükümetleri 'Arap Baharı' olarak bilinen toplumsal gösterilerin baskısı altında çöken ülkelere uzandı. Katar Tunus'ta Zeynelabidin Bin Ali'nin devrilmesini destekledi. Suudi Arabistan ise devrilen diktatöre bir 'emeklilik rezidansı' teklif etti. Katar Mısır'da Hüsnü Mübarek'i deviren devrimi destekledi. BAE ve Suudi Arabistan ise Mübarek'in koltuğundan edilmesine karşı çıktı. Suudiler ve Katarlılar sadece Suriye'de aynı takımda olmasalar da aynı tarafta görünüyordu. Her iki ülkenin de desteklediği, kendi muhalif grupları vardı. Suudi Arabistan'dan ayrı bir yol tutan BAE, gizlice Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'i destekledi.
Bölgedeki en büyük oyuncu olan İran konusunda ise Katar diğer KİK üyeleriyle uyum içinde hareket etti. Fakat Doha burada Riyad'dan çok Abu Dabi'ye yakın durdu. Suudi Arabistan, kendisini Arap ülkelerinin lideri olarak algılıyor ve İran'ı baş rakibi olarak görüyor. Katar, BAE ve Kuveyt gibi daha küçük ülkeler ise Tahran'a daha farklı davranıyor.
'Mahallenin küçük çocukları' olduklarının farkında olan bu petrol zengini ülkelerin her biri bir denge politikası güdüyor. Riyad'a yakın duruyorlar, ancak Tahran'ı kızdırmamaya da dikkat ediyorlar. Tamamen Suudi Arabistan'ın tarafını tutan tek küçük KİK üyesi Bahreyn. Bahreynliler İran'ın kendi krallıklarına yönelik varoluşsal bir tehdit olduğunu düşünüyor. İranlı yetkililer de zaman zaman bu ada krallığının bir İran eyaleti olduğu yönündeki düşüncelerini ifade ediyor.
Bir yanında Katar'ın, diğer yanında ise Suudi Arabistan ve BAE'nin olduğu bu bölgesel ihtilaf, Donald Trump ABD başkanı olarak seçilmeseydi, ocağın arka gözünde içten içe kaynamaya devam edecekti.
Trump İsraillilere, kendi gözetiminde Tel Aviv'in Suudilere ve BAE'ye yönelik bir şirin görünme operasyonu başlatabileceğine ve belki de onlarla barış anlaşmaları yapabileceğine dair umut verdi. Böyle bir anlaşma imzalanmış olsaydı bu, Filistin'in arkasındaki geleneksel Arap dayanışmasında bir gedik açmış olurdu. Araplar İsrail boykotunu bir koz olarak her zaman kullandılar ve Tel Aviv'e, aparabileceği bütün ekonomik avantajları da içeren bir barış anlaşmasının, ancak Filistinlilerle hasretini çektikleri barış anlaşmasının yapılmasıyla mümkün olabileceğini söyleyegeldiler.
Trump'ın ilk dış gezisi de İsrail'e umut veren bu söylemin ışığında tasarlandı ve Trump Kanada, İngiltere, Fransa veya Almanya gibi geleneksel müttefikler dururken, evvela Suudi Arabistan'ı ziyaret etti. Trump Riyad'dan Tel Aviv'e uçtu. Orada İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu kendisini, bir İsrail başbakanının tıpkı Trump'ın yaptığı gibi bir gün Suudi Arabistan'dan İsrail'e uçacağı günün özlemini çektiğini ifade ederek karşıladı.
Artık şunu biliyoruz ki Trump'ın Suudi Arabistan gezisi sırasındaki öncelikli gündem maddesi Körfez-İsrail barışıydı. Öyle görünüyor ki Doha çatlak ses çıkardı ve İsrail Filistinlilerle barış yapmadan KİK'in İsrail'le barış anlaşması yapmasını değerlendirmeyi reddetti.
Bundan kısa bir süre sonra Suudi ve BAE medyası, ansızın ortaya çıkmış gibi görünen şekilde, Katar Şeyhi Temim bin Hamad el-Sani'nin “İran'a karşı durmanın abesle iştigal olduğu” yönünde açıklamalar yaptığını bildirdi. Yine artık biliyoruz ki bu 'açıklamanın' kaynağı, saldırıya uğramış Katar Haber Ajansı'ydı. The Washington Post ve NBC yaptıkları yayınlarda ABD'li yetkililerin, saldırı emrini BAE yetkililerinin verdiğine inandıklarını aktardılar.
Olayları başlatan kıvılcım her ne idiyse, önceden var olan düşmanlıkları açığa çıkarmış oldu. Bir anda Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn ve Mısır'dan oluşan bir cephe kuruldu ve bu cephe Katar'la ilişkilerini kestiğini açıkladı. Bu cephe diğer devletleri de kendi peşinden gelmeye zorlamaya kalkıştı, fakat başardıkları tek şey, bir elin parmaklarını geçmeyen sayıda hafif sıklette ülkeyi ikna etmek oldu. Suudi Arabistan'ın yakın müttefiklerinden Ürdün dahi arada kaldı: Büyükelçisini geri çağırmakla birlikte, Doha'daki büyükelçiliğini açık bıraktı.
Katar'ı en çok etkileyen adım, muhtemelen, Suudi Arabistan'la, ithal ticari emtiasının yüzde 40'ını geçirdiği tek sınır kapısının da kapatılması oldu. Bu sınırın kapatılmasından kısa süre sonra Katar ticaret yollarını yeniden çizdi, öyle ki bunu kapıların kapatılmasından zarar görmeyecek şekilde yapmışa benziyor.
Doha bu yıldırım harekatını bastırdı ve etkilerini asgariye indirdi. Suudi-BAE cephesi Katar'a 13 maddelik bir talep listesi gönderdi. Bunların arasında el-Cezire kanalının kapatılması, İran'la ilişkilerin diplomatik olarak daha aşağıya çekilmesi, bazı Mısırlı ve Filistinlilerin, BAE'nin başını çektiği cephenin ‘terörist’ olarak gördüğü 'Müslüman Kardeşler' üyeliği gerekçesiyle Doha'dan çıkarılması gibi maddeler vardı.
Taleplerin yerine getirilmesi için tanınan süre doldu. Doha bu taleplere, İran'la diplomatik ilişkilerini geriletecekse, bunu BAE'nin de yapması gerektiğini söyleyerek karşılık verdi.
Katar kendisine saldıranlara, itibarlarını kurtaracak boş alan bırakmamış oldu. Bundan kısa süre sonra, Kuveyt'in arabuluculuk yapmasıyla, BAE-Suudi cephesi talep listesini yarıya indirdi ve yine Kuveyt'in arabuluculuğundan sonra, Doha'nın 2014'te de sürtüşen taraflar arasında mutabık kalınan altı hususu kabul etmesini istedi.
Katar bu kez 2014 anlaşmasını yeniden yürürlüğe koymaya razı oldu, ancak kendisinin de bir talebi olduğunu iletti. Doha, BAE-Suudi cephesinin kendisiyle ilişkilerini kestiğini haberlerden öğrenince şaşkına dönmüştü. Doha böyle bir saldırının gelecekte tekerrür etmeyeceğine dair garanti talebinde bulundu ve ihtilafların yeniden vukuu durumunda KİK üyelerinin önce ikili kanallara müracaat edebileceğini veya hatta meseleleri KİK'te ele alabileceğini ifade etti.
Krizin patlak vermesiyle şaşkına dönen tek başkent Doha değildi; Washington da bu işe şaşırdı. İlk iki hafta boyunca ABD bir kafa karışıklığı sergiledi, ki kafa karışıklığı artık Trump yönetiminin temel bir özelliğine dönüşmüş durumda. Washington müesses nizamında, özellikle dışişleri ve savunma bakanlıkları ve güvenlik kurumları gibi birimler, ABD'nin Katar'la olan ilişkilerinin güçlü olduğuna vurgu yapıp öyle de kalması gerektiğinde ısrarcı olurken, Trump attığı 'tweet'lerde Katar'ı terörle suçlayan ifadeler kullandı.
Trump'ın damadı Jared Kushner'in gayrimenkul projeleri için vaktiyle bir Katar kredisine müracaat ettiğini ve bu müracaatın reddedildiğini de artık biliyoruz. Muhtemelen bu da Kushner'de, kayınpederini Katar'a saldırtacak derecede baskın çıkmasına sebebiyet veren şahsi bir nefrete yol açmış.
Ancak Trump'ın, Katar'ı desteklemekle kalmayıp BAE-Suudi Cephesi'ne saldıran Washington'daki ekibin geri kalanıyla aynı hizaya geri gelmesi uzun sürmedi. Katar'ın Washington'a ek olarak Londra, Paris, Berlin, Moskova ve Ankara gibi, dünyanın dört bir yanında güvenebileceği dostları vardı. Saldırıyı gerçekleştirenlere, ettiklerinin ceremesini daha kötü çektirmek amacıyla Doha, terör ve terör destekçilerine karşı sürdürdüğü gayretlerini daha da güçlendirmek için, Washington'la bir mutabakat anlaşması imzaladığını duyurdu. Dolayısıyla BAE-Suudi cephesinin, Katar'a baskıyı sürdürmek için neredeyse bahanesi kalmamış oldu.
Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad el-Sani Katar halkına hitap etmek üzere televizyona çıktı. Ülkesinin KİK üyeleriyle barışmaya hazır olduğunu, ama diğer yandan, süregiden ambargoya da dayanacak güçleri olduğunu söyledi. Suudiler ve BAE bu barış çağrısına mukabelede bulunmadılar ve bunun yerine, medyaları Katar'ı hedef almaya devam ederken, saldırılarını ikiye katladılar. Bir yandan da fonladıkları Katar karşıtı reklamların ABD iletişim ağlarındaki sıklığı büyük artış gösterdi.
Olayın taraflarının, diğeri olmaksızın yaşamaya, yani yeni realiteye ayak uydurmakta oldukları bu durum, dışarıdan bakan birine bir çıkmaz gibi görünebilir. Ancak BAE-Suudi cephesinin ortaya bir netice koymasına yönelik daha büyük bir baskı mevcut olabilir. Zira bu cezalandırma amacı taşıyan saldırıyı Katar'a karşı başlatan onlardı ve saldırı şu anda başlatanların niyet ettiği istikamette gitmiyor gibi görünüyor.
Mütercim: Ömer Çolakoğlu
[Bir dönem Chatham House'da misafir araştırmacı olarak görev yapan ve şu an Washington'da ikamet eden gazeteci Hüseyin Abdül-Hüseyin, Arap medyasının yanı sıra New York Times, Washington Post, Christian Science Monitor, USA Today gibi gazetelere makaleler yazmakta, CNN ve BBC gibi televizyon kanallarında Ortadoğu analizleri yapmaktadır]