Erzurum Milletvekili Dr.cengiz Yavilioğlu Açıklaması
Cumhurbaşkanı seçimi süreci üzerinde değerlendirmelerde bulunan Erzurum Milletvekili Dr. Cengiz Yavilioğlu, Cumhurbaşkanının tarafının cumhur olduğunu belirterek “Tarafsız Cumhurbaşkanı projesi, Erdoğan’ı siyaseten bitirmeyi amıçlıyor.
Milletimiz bu oyuna gelmeyecek ve ilk turda sayın Erdoğan’ı köşke taşıyacaktır.” dedi.
Yavilioğlu, Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin değerlendirmesinde, “Başta 17 Aralık Darbe Koalisyonu olmak üzere Yeni Türkiye’nin karşısındaki Yeni Muhalefet bloku, başta siyaset alanı olmak üzere büyüyen ve güçlenen bir Türkiye’ye karşı direnç cephesini bu kez de Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde Erdoğan’ın adaylığı üzerinden kurmaya başladılar.” görüşünü dile getirdi.
Başbakan Erdoğan karşısında oluşturulan cephenin, Erdoğan’ın farklı zamanlarda söylediği “Cumhurbaşkanlığı vitrin makamı değildir. Siyasetin tepe noktasıdır… Seçilirsem, tarafsız bir Cumhurbaşkanı olmayacağım. Anayasanın verdiği yetkileri sonuna kadar kullanacağım. Bakanlar Kuruluna Başkanlık yetkisi dahil.” sözüyle ortaya koyduğu iradeden çok rahatsız olduğuna işaret eden Dr.Yavilioğlu: “Erdoğan’ı, cumhurbaşkanlığı makamında statükoyu rahatsız etmeyecek şekilde görev yapmaya mahkum ederek siyaseten bitirmek istiyorlar. Şimdiden Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığının üzerinde meşruiyet krizi üretmenin zeminini hazırlıyorlar.” değerlendirmesinde bulundu.
Dr. Yavilioğlu’nun Cumhurbaşkanı seçimi sürecine ilişkin değerlendirmelerinden satırbaşları:
ERDOĞAN’I SİYASETEN BİTİRME PLANI: TARAFSIZ CUMHURBAŞKANI
Böylece parlamento seçimlerinde yenemedikleri, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de yenemeyecekleri artık alenileşen Erdoğan’ı, cumhurbaşkanlığı makamında statükoyu rahatsız etmeyecek şekilde görev yapmaya mahkum ederek siyaseten bitirmek istiyorlar. Şimdiden Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığının üzerinde meşruiyet krizi üretmenin zeminini hazırlıyorlar. Bu nedenle “seçilecek cumhurbaşkanının tarafsız olması, yetkilerini teamüller içerisinde kullanması ve parlamenter sistemin ilkeleri dışında yürütmeye müdahalede bulunmaması gerektiğini” her mekanda dile getiriyorlar. Cumhurbaşkanlığı makamını “Noterlik Makamı” haline düşürmek istiyorlar.
Demokratik bir devlette sanki olmazsa olmaz kurallarmış gibi sunulan bu şartların aslında milleti aldatmak için piyasaya sürüldüğü aşikardır. Milletin zekasıyla alay edilmektedir. Niye mi? Mesela, bir cumhurbaşkanının“tarafsız olması gerekir” denildiğinde herhalde o adayın seçim sürecinde de “hiçbir partiyle ilişkisinin olmaması, aleni olarak bir partinin ideolojisini dillendirmemesi, amblemi altında fotoğraf vermemesi ve partililer tarafından da ‘bizim adayımız’ diye sahiplenilmemesi” gerekir. Peki şimdi çıkarılan çatı aday, bizatihi MHP, CHP ve diğer partilerin “parti kimlikleriyle” destekledikleri bir aday değil midir? Her bir parti, kendi parti önceliklerine göre adaya milliyetçi, laik, çağdaş veya sosyal demokrat vasfı yüklemiyorlar mı? Doğal olarak şayet adayları seçilirse, kendi çizgileri içinde bir cumhurbaşkanlığı yapmasını beklemiyorlar mı? Doğrusu bu gayet de normal bir beklentidir ama aynı zamanda adaylarının taraf olması demektir.
“Siyaset üstü/dışı olmak” ve “tarafsız olmak” vurgusu ve beklentisinin “karanlık dehlizlerin” ürünü ve gerçeklikten uzak olduğu çok açıktır. Zira, tarafsız ve aynı zamanda yasama, yürütme ve yargıya müdahale etmeyen bir cumhurbaşkanını yakın ve uzak tarihimizde bulmak imkansızdır. Öyle veya böyle her cumhurbaşkanı bu alanlara müdahale etmişlerdir. Özellikle 1993-2007 arasında görev yapan cumhurbaşkanları taraf olmalarıyla ve tuttukları tarafın lehine müdahaleleriyle tanınan şahsiyetlerdir. Zaten 1960 Darbesi sonrasında, tıpkı Milli Güvenlik Kurulu ve Anayasa Mahkemesi gibi Cumhurbaşkanlarının da halka karşı sistemin “emniyet supabı” olarak işlev görmeleri istenmiştir. O dönemden sonra, Gül ve Özal hariç, bütün cumhurbaşkanları da bu görevi hakkıyla yerine getirmişlerdir.
ÖNCEKİ CUMHURBAŞKANLARI TARAFSIZ MIYDI?
Şimdi örnekleriyle, 17 Aralık Darbe Koalisyonunun ve ortaklarının önerdikleri; tarafsız ve yürütmeye müdahalesiz bir cumhurbaşkanı var olup olmadığına bir bakalım. İşte bazı örnekler:
- Demirel, 1997’de 55. Hükümeti kurma yetkisini, çoğunluk milletvekili sayısına sahip olan ve aralarında koalisyon protokolü bulunan partilere değil, azınlık milletvekiline sahip ANAP’a vererek, unutulmayacak bir yasama ve yürütme müdahalesine imza atmıştır.
- 28 Şubat döneminde askerlerin verdiği brifinglerin gereğini yapmak üzere Demirel tarafından Cumhurbaşkanlığı Çalışma Grubu oluşturulmuştur. Bu grup, brifingleri esas alarak birçok rapor hazırlamıştır. Raporların ilgili konuları, gereği yapılmak üzere başbakanlık, bakanlıklar ve ilgili kurumlara gönderilmiş ve takibi yapılmıştır. Bu anlamda Demirel tarafından Erbakan’a ve bazı Bakanlıklara çeşitli defalarda gönderilen mektuplar meşhurdur.
- 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında gündeme getirilecek olan “İrticai Faaliyetler Raporu” önceden Demirel’e sunulmuş, bu faaliyetlere ilişkin alınacak “ÖNLEMLERE” Cumhurbaşkanlığınca önemli katkı yapılmış, bu metin ise 28 Şubat post-modern darbesinin belkemiğini oluşturmuştur.
- Demirel’in 17 Ocak 1997’de Genel Kurmay başkanıyla “İrticai Faaliyetler” konulu yaptığı görüşmenin ardından, Hükümete ve Meclise yönelik tavrını “Eğer Meclisi fesih yetkisi Cumhurbaşkanında olsa, bugün şikayetçisi olunan pek çok hususla karşılaşmayız. Herkes ona göre hareket eder, sorumluluğunu bilir.” şeklinde dile getirmiştir. Bu ifade, bırakın yasamaya ve yürütmeye müdahale etmeyi, şartlar oluştuğunda onları feshetme niyetinin ifadesidir.
- 1997 tarihinde, Demirel tarafından Necmi Yüzbaşıoğlu ve Erdoğan Teziç’e İHL ve Kur’an Kursları Raporu hazırlattırılmıştır. Daha sonraki tarihlerde sekiz yıllık eğitim ve katsayı gibi uygulamalarla İHL’lerin ve Kur’an Kurslarının sayısının azaltılması ve sonrasında kapatılması işlemlerinin bu rapor içeriğiyle birebir uyumlu olduğu görülmüştür.
- Demirel, 28 Nisan 1997 tarihinde “28 Şubat Kararları bir süreçtir. Madem altında Hükümetin imzası var, 8 yıl kesintisiz eğitim dahil hepsi uygulanacaktır. MGK danışma organı değildir. Anayasa’ya göre aldığı kararları Hükümete tavsiye etmiyor, bildiriyor… Gereği neyse yapmalısınız.” deyip, hükümete müdahalenin en üst örneğini vererek 28 Şubat’ta tamamen darbeciler tarafında yer almıştır.
- Ahmet Necdet Sezer ise, yürütmeye en bilinen müdahalesini Anayasa fırlatmakla yapmıştır. O olaydan sonra koalisyon hükümeti dağılmış, zaten krizde olan siyasal alan daha da derin bir krize sürüklenmiştir.
- Sezer’in yürütmeye yönelik teamüllerinden birisi de Meclisten gelen kanunları Meclise geri göndermek ve iptal davası açmak olmuştur. Bu dönemde; 22 Kanun için Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açılmış, 70 Kanun ise Meclise iade edilmiştir. 1962’den Sezer döneminin sonuna kadar toplam 131 Kanun Meclise geri gönderilmiştir. Sezer döneminde iade edilen kanunlar, 1962-2007 döneminde iade edilenlerin yarısından fazlasını oluşturmuştur.
- Yine Sezer döneminin yürütmeye müdahale örneklerinden birisi de atamalar aracılığıyla olmuştur. Bu dönemde hükümet tarafından yapılan bürokrat atamalarının çoğunluğu irticai gerekçelerden dolayı kabul edilmemiştir.
Özetle; Demirel, 28 Şubat Darbesinde sivil alandan yana tavır almamıştır. Aynı şekilde Sezer’de 27 Nisan e-muhtırasında halkın tercihlerinden/iradesinden yana tavır koymamış, 367 Krizinin yaşanmasının yolunu açmıştır. Bu dönemlerde ortaya çıkan sosyal, siyasal ve ekonomik maliyetlerin boyutlarının ne olduğunu daha iyi anlayabilmek için, benimde içerisinde görev aldığım Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonunun hazırladığı Rapora bakmak yerinde olacaktır.
STATÜKO İÇİN TARAFSIZLIK: HALKA KARŞI KURALSIZ MÜDAHALE
Yukarıda sıraladığımız oldukça sınırlı örneklerde de görüldüğü gibi; Gül öncesi iki Cumhurbaşkanı da yürütmeye olabildiğince müdahale etmişlerdir. Bu dönemlerde müdahale istisna değil, esas olmuştur. Müdahalelerin içeriğine bakıldığında, genellikle tekçi, ulusalcı, seküler, devletçi ve seçkinci yapının korunması için yapılan çoğunlukla “kuralsız müdahaleler” olduğu görülmektedir.
Örnekler bize, 17 Aralık Darbe Koalisyonunun iddia ettiği gibi, geçmiş dönem cumhurbaşkanlarının asla tarafsız olmadığını göstermektedir. Örneklerden hareketle Erdoğan’ın tarafsız olması gerektiğini istemek ise, aslında Erdoğan’a “taraf tut, ama tuttuğun taraf statükonun tarafı olsun” demektir.
Bu dönemlerde oluşan teamüllerin büyük çoğunluğu, “halka karşı, halkın inanç ve değerleriyle kavgalı, en temel insan haklarına bile tahammülsüz, anti-demokratik ve farklılıkları tehdit olarak gören” bir ruh taşımaktadır. Bu teamüllere göre hareket edeceğini halka açıklayan bir adayın Türkiye’de seçilme imkanının artık olamayacağını her akıl sahibi bilir. Seçim sürecinde halka söylemeyip seçildikten sonra bu teamüllere göre davranmak ise halka ihanet etmektir.
BİTARAF OLANLAR BERTARAF OLMAYA MAHKUMDUR
Unutmamak gerekir ki siyaset, taraf tutmaktır; tarafların olması ve her bir tarafın kendi amaç ve çıkarlarının gerçekleştirilmesi için yasalar içinde mücadele etmektir. Taraflar yoksa, siyaset de yok demektir. Siyasette, taraf olacak kadar güçlü olmayanlar, bîtaraf olsa da, her taraf olsa da bertaraf olmaya mahkumdur. Siyasette, bir tarafta olmak demek ise, karşı tarafta olmak demek değildir. Tarafsız siyaset iddiası her şeyden önce siyaset yapan kurumların kendini ve temsil ettikleri halkı inkar etmesi anlamına gelmektedir. Halkın iradesinin ve sorunlarının tek çözüm mercii olan siyaset kurumuna yönelik bu ihanet aslında onların kendi bindikleri dalı kesmelerinin de göstergesidir.
Anayasamızın 101. maddesinde ifade edilen “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir” hükmünün parti temsili açısından tarafsızlığa işaret etmesinin aynı zamanda siyasi tarafsızlığa da işaret ettiğini söyleyecek kadar akıl ve ahlak tutulması örneklerinin hukuk ve siyaset nosyonunu kaybetmiş bu cepheden gelmesinin en büyük nedeni, Erdoğan’a olan taraflı önyargılarının akıllarını ve ahlaklarını da esir almış olmasıdır.
Şu çok iyi bilinmelidir ki Erdoğan Cumhurbaşkanı olduğunda gerekirse kendi partisi karşısında dahi halkın iradesi tarafında yer alacaktır. Onun sürekli taraf olmaktan bahsettiği ve anladığı da budur. Onun anladığı bu taraf olmanın kaynağı da yine anayasamızın 104. maddesinde ifadesini bulan “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir. Bu amaçlarla Anayasanın ilgili maddelerinde gösterilen şartlara uyarak yapacağı görev ve kullanacağı yetkileri” vardır ve bu yetkileri hukukun ve siyasetin meşru alanı içinde yapmaya da bihakkın yetkindir.
ÖNEMLİ OLAN TARAF OLMAK DEĞİL, HANGİ TARAF OLMAKTIR
Erdoğan muhaliflerinin de çok iyi bildiği gibi “önemli olan taraf olmak değil hangi taraf olmaktır”. Onların korkusu devletin/statükonun bekası ve devamı yönünde değil, milletin iradesi ve demokrasinin ikamesi yönünde taraf olmuş bir Cumhurbaşkanıdır. Yoksa yukarıda bir kaç örnekle gösterildiği gibi, daha önce Cumhurbaşkanlığı makamını millete ve demokrasiye karşıt tarafgirliğin merkez üssü haline dönüştürmüş Demirel ve Sezer örnekliğine en küçük bir itirazları olmamıştır.
Demokrasilerde kırmızı çizgi “seçimlerle ortaya çıkan halkın iradesi ve onun kullanımıdır.” Hiçbir güç bu iradeyi sorgulayamaz. Anayasa ve yasalarla halkın iradesini kullanma yetkisi alan seçilmişlere hiçbir güç sınır koyamaz, yetkilerini kullanmasını engelleyemez ve geçmiş dönem teamüllerine mahkum edemez. Zira Cumhurbaşkanları görev ve yetkilerini kullanırken meşruiyetini, Anayasa ve yasalarla birlikte artık halktan da almış olacaklar. Belki de asıl korku ilk kez bir liderin gerçekten de oturduğu koltuğu doldurması ve temsil ettiği makamın tüm hak ve yetkilerini “Cumhur”dan aldığı güçlü icazetle kullanmasıdır. Tıpkı Başbakanlık makamını kullandığı gibi.
Meşru görev ve yetki alanları içerisinde değer, hizmet ve birlik/uyum üretecek bir cumhurbaşkanına engel olmak Yeni Türkiye’nin evrensel vizyonuna ve bu milletin tarihi misyonuna katkı sağlamayacaktır. Unutmamak gerekir ki insani olan her şeyin bir tarafı; her tarafın da siyasi olan bir insani duruşu vardır. Hele hele insani ve siyasi taraf olmak duruşunda söz konusu olan ülke Türkiye ise…
Kaynak: İHA
Yavilioğlu, Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin değerlendirmesinde, “Başta 17 Aralık Darbe Koalisyonu olmak üzere Yeni Türkiye’nin karşısındaki Yeni Muhalefet bloku, başta siyaset alanı olmak üzere büyüyen ve güçlenen bir Türkiye’ye karşı direnç cephesini bu kez de Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde Erdoğan’ın adaylığı üzerinden kurmaya başladılar.” görüşünü dile getirdi.
Başbakan Erdoğan karşısında oluşturulan cephenin, Erdoğan’ın farklı zamanlarda söylediği “Cumhurbaşkanlığı vitrin makamı değildir. Siyasetin tepe noktasıdır… Seçilirsem, tarafsız bir Cumhurbaşkanı olmayacağım. Anayasanın verdiği yetkileri sonuna kadar kullanacağım. Bakanlar Kuruluna Başkanlık yetkisi dahil.” sözüyle ortaya koyduğu iradeden çok rahatsız olduğuna işaret eden Dr.Yavilioğlu: “Erdoğan’ı, cumhurbaşkanlığı makamında statükoyu rahatsız etmeyecek şekilde görev yapmaya mahkum ederek siyaseten bitirmek istiyorlar. Şimdiden Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığının üzerinde meşruiyet krizi üretmenin zeminini hazırlıyorlar.” değerlendirmesinde bulundu.
Dr. Yavilioğlu’nun Cumhurbaşkanı seçimi sürecine ilişkin değerlendirmelerinden satırbaşları:
ERDOĞAN’I SİYASETEN BİTİRME PLANI: TARAFSIZ CUMHURBAŞKANI
Böylece parlamento seçimlerinde yenemedikleri, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de yenemeyecekleri artık alenileşen Erdoğan’ı, cumhurbaşkanlığı makamında statükoyu rahatsız etmeyecek şekilde görev yapmaya mahkum ederek siyaseten bitirmek istiyorlar. Şimdiden Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığının üzerinde meşruiyet krizi üretmenin zeminini hazırlıyorlar. Bu nedenle “seçilecek cumhurbaşkanının tarafsız olması, yetkilerini teamüller içerisinde kullanması ve parlamenter sistemin ilkeleri dışında yürütmeye müdahalede bulunmaması gerektiğini” her mekanda dile getiriyorlar. Cumhurbaşkanlığı makamını “Noterlik Makamı” haline düşürmek istiyorlar.
Demokratik bir devlette sanki olmazsa olmaz kurallarmış gibi sunulan bu şartların aslında milleti aldatmak için piyasaya sürüldüğü aşikardır. Milletin zekasıyla alay edilmektedir. Niye mi? Mesela, bir cumhurbaşkanının“tarafsız olması gerekir” denildiğinde herhalde o adayın seçim sürecinde de “hiçbir partiyle ilişkisinin olmaması, aleni olarak bir partinin ideolojisini dillendirmemesi, amblemi altında fotoğraf vermemesi ve partililer tarafından da ‘bizim adayımız’ diye sahiplenilmemesi” gerekir. Peki şimdi çıkarılan çatı aday, bizatihi MHP, CHP ve diğer partilerin “parti kimlikleriyle” destekledikleri bir aday değil midir? Her bir parti, kendi parti önceliklerine göre adaya milliyetçi, laik, çağdaş veya sosyal demokrat vasfı yüklemiyorlar mı? Doğal olarak şayet adayları seçilirse, kendi çizgileri içinde bir cumhurbaşkanlığı yapmasını beklemiyorlar mı? Doğrusu bu gayet de normal bir beklentidir ama aynı zamanda adaylarının taraf olması demektir.
“Siyaset üstü/dışı olmak” ve “tarafsız olmak” vurgusu ve beklentisinin “karanlık dehlizlerin” ürünü ve gerçeklikten uzak olduğu çok açıktır. Zira, tarafsız ve aynı zamanda yasama, yürütme ve yargıya müdahale etmeyen bir cumhurbaşkanını yakın ve uzak tarihimizde bulmak imkansızdır. Öyle veya böyle her cumhurbaşkanı bu alanlara müdahale etmişlerdir. Özellikle 1993-2007 arasında görev yapan cumhurbaşkanları taraf olmalarıyla ve tuttukları tarafın lehine müdahaleleriyle tanınan şahsiyetlerdir. Zaten 1960 Darbesi sonrasında, tıpkı Milli Güvenlik Kurulu ve Anayasa Mahkemesi gibi Cumhurbaşkanlarının da halka karşı sistemin “emniyet supabı” olarak işlev görmeleri istenmiştir. O dönemden sonra, Gül ve Özal hariç, bütün cumhurbaşkanları da bu görevi hakkıyla yerine getirmişlerdir.
ÖNCEKİ CUMHURBAŞKANLARI TARAFSIZ MIYDI?
Şimdi örnekleriyle, 17 Aralık Darbe Koalisyonunun ve ortaklarının önerdikleri; tarafsız ve yürütmeye müdahalesiz bir cumhurbaşkanı var olup olmadığına bir bakalım. İşte bazı örnekler:
- Demirel, 1997’de 55. Hükümeti kurma yetkisini, çoğunluk milletvekili sayısına sahip olan ve aralarında koalisyon protokolü bulunan partilere değil, azınlık milletvekiline sahip ANAP’a vererek, unutulmayacak bir yasama ve yürütme müdahalesine imza atmıştır.
- 28 Şubat döneminde askerlerin verdiği brifinglerin gereğini yapmak üzere Demirel tarafından Cumhurbaşkanlığı Çalışma Grubu oluşturulmuştur. Bu grup, brifingleri esas alarak birçok rapor hazırlamıştır. Raporların ilgili konuları, gereği yapılmak üzere başbakanlık, bakanlıklar ve ilgili kurumlara gönderilmiş ve takibi yapılmıştır. Bu anlamda Demirel tarafından Erbakan’a ve bazı Bakanlıklara çeşitli defalarda gönderilen mektuplar meşhurdur.
- 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında gündeme getirilecek olan “İrticai Faaliyetler Raporu” önceden Demirel’e sunulmuş, bu faaliyetlere ilişkin alınacak “ÖNLEMLERE” Cumhurbaşkanlığınca önemli katkı yapılmış, bu metin ise 28 Şubat post-modern darbesinin belkemiğini oluşturmuştur.
- Demirel’in 17 Ocak 1997’de Genel Kurmay başkanıyla “İrticai Faaliyetler” konulu yaptığı görüşmenin ardından, Hükümete ve Meclise yönelik tavrını “Eğer Meclisi fesih yetkisi Cumhurbaşkanında olsa, bugün şikayetçisi olunan pek çok hususla karşılaşmayız. Herkes ona göre hareket eder, sorumluluğunu bilir.” şeklinde dile getirmiştir. Bu ifade, bırakın yasamaya ve yürütmeye müdahale etmeyi, şartlar oluştuğunda onları feshetme niyetinin ifadesidir.
- 1997 tarihinde, Demirel tarafından Necmi Yüzbaşıoğlu ve Erdoğan Teziç’e İHL ve Kur’an Kursları Raporu hazırlattırılmıştır. Daha sonraki tarihlerde sekiz yıllık eğitim ve katsayı gibi uygulamalarla İHL’lerin ve Kur’an Kurslarının sayısının azaltılması ve sonrasında kapatılması işlemlerinin bu rapor içeriğiyle birebir uyumlu olduğu görülmüştür.
- Demirel, 28 Nisan 1997 tarihinde “28 Şubat Kararları bir süreçtir. Madem altında Hükümetin imzası var, 8 yıl kesintisiz eğitim dahil hepsi uygulanacaktır. MGK danışma organı değildir. Anayasa’ya göre aldığı kararları Hükümete tavsiye etmiyor, bildiriyor… Gereği neyse yapmalısınız.” deyip, hükümete müdahalenin en üst örneğini vererek 28 Şubat’ta tamamen darbeciler tarafında yer almıştır.
- Ahmet Necdet Sezer ise, yürütmeye en bilinen müdahalesini Anayasa fırlatmakla yapmıştır. O olaydan sonra koalisyon hükümeti dağılmış, zaten krizde olan siyasal alan daha da derin bir krize sürüklenmiştir.
- Sezer’in yürütmeye yönelik teamüllerinden birisi de Meclisten gelen kanunları Meclise geri göndermek ve iptal davası açmak olmuştur. Bu dönemde; 22 Kanun için Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açılmış, 70 Kanun ise Meclise iade edilmiştir. 1962’den Sezer döneminin sonuna kadar toplam 131 Kanun Meclise geri gönderilmiştir. Sezer döneminde iade edilen kanunlar, 1962-2007 döneminde iade edilenlerin yarısından fazlasını oluşturmuştur.
- Yine Sezer döneminin yürütmeye müdahale örneklerinden birisi de atamalar aracılığıyla olmuştur. Bu dönemde hükümet tarafından yapılan bürokrat atamalarının çoğunluğu irticai gerekçelerden dolayı kabul edilmemiştir.
Özetle; Demirel, 28 Şubat Darbesinde sivil alandan yana tavır almamıştır. Aynı şekilde Sezer’de 27 Nisan e-muhtırasında halkın tercihlerinden/iradesinden yana tavır koymamış, 367 Krizinin yaşanmasının yolunu açmıştır. Bu dönemlerde ortaya çıkan sosyal, siyasal ve ekonomik maliyetlerin boyutlarının ne olduğunu daha iyi anlayabilmek için, benimde içerisinde görev aldığım Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonunun hazırladığı Rapora bakmak yerinde olacaktır.
STATÜKO İÇİN TARAFSIZLIK: HALKA KARŞI KURALSIZ MÜDAHALE
Yukarıda sıraladığımız oldukça sınırlı örneklerde de görüldüğü gibi; Gül öncesi iki Cumhurbaşkanı da yürütmeye olabildiğince müdahale etmişlerdir. Bu dönemlerde müdahale istisna değil, esas olmuştur. Müdahalelerin içeriğine bakıldığında, genellikle tekçi, ulusalcı, seküler, devletçi ve seçkinci yapının korunması için yapılan çoğunlukla “kuralsız müdahaleler” olduğu görülmektedir.
Örnekler bize, 17 Aralık Darbe Koalisyonunun iddia ettiği gibi, geçmiş dönem cumhurbaşkanlarının asla tarafsız olmadığını göstermektedir. Örneklerden hareketle Erdoğan’ın tarafsız olması gerektiğini istemek ise, aslında Erdoğan’a “taraf tut, ama tuttuğun taraf statükonun tarafı olsun” demektir.
Bu dönemlerde oluşan teamüllerin büyük çoğunluğu, “halka karşı, halkın inanç ve değerleriyle kavgalı, en temel insan haklarına bile tahammülsüz, anti-demokratik ve farklılıkları tehdit olarak gören” bir ruh taşımaktadır. Bu teamüllere göre hareket edeceğini halka açıklayan bir adayın Türkiye’de seçilme imkanının artık olamayacağını her akıl sahibi bilir. Seçim sürecinde halka söylemeyip seçildikten sonra bu teamüllere göre davranmak ise halka ihanet etmektir.
BİTARAF OLANLAR BERTARAF OLMAYA MAHKUMDUR
Unutmamak gerekir ki siyaset, taraf tutmaktır; tarafların olması ve her bir tarafın kendi amaç ve çıkarlarının gerçekleştirilmesi için yasalar içinde mücadele etmektir. Taraflar yoksa, siyaset de yok demektir. Siyasette, taraf olacak kadar güçlü olmayanlar, bîtaraf olsa da, her taraf olsa da bertaraf olmaya mahkumdur. Siyasette, bir tarafta olmak demek ise, karşı tarafta olmak demek değildir. Tarafsız siyaset iddiası her şeyden önce siyaset yapan kurumların kendini ve temsil ettikleri halkı inkar etmesi anlamına gelmektedir. Halkın iradesinin ve sorunlarının tek çözüm mercii olan siyaset kurumuna yönelik bu ihanet aslında onların kendi bindikleri dalı kesmelerinin de göstergesidir.
Anayasamızın 101. maddesinde ifade edilen “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir” hükmünün parti temsili açısından tarafsızlığa işaret etmesinin aynı zamanda siyasi tarafsızlığa da işaret ettiğini söyleyecek kadar akıl ve ahlak tutulması örneklerinin hukuk ve siyaset nosyonunu kaybetmiş bu cepheden gelmesinin en büyük nedeni, Erdoğan’a olan taraflı önyargılarının akıllarını ve ahlaklarını da esir almış olmasıdır.
Şu çok iyi bilinmelidir ki Erdoğan Cumhurbaşkanı olduğunda gerekirse kendi partisi karşısında dahi halkın iradesi tarafında yer alacaktır. Onun sürekli taraf olmaktan bahsettiği ve anladığı da budur. Onun anladığı bu taraf olmanın kaynağı da yine anayasamızın 104. maddesinde ifadesini bulan “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir. Bu amaçlarla Anayasanın ilgili maddelerinde gösterilen şartlara uyarak yapacağı görev ve kullanacağı yetkileri” vardır ve bu yetkileri hukukun ve siyasetin meşru alanı içinde yapmaya da bihakkın yetkindir.
ÖNEMLİ OLAN TARAF OLMAK DEĞİL, HANGİ TARAF OLMAKTIR
Erdoğan muhaliflerinin de çok iyi bildiği gibi “önemli olan taraf olmak değil hangi taraf olmaktır”. Onların korkusu devletin/statükonun bekası ve devamı yönünde değil, milletin iradesi ve demokrasinin ikamesi yönünde taraf olmuş bir Cumhurbaşkanıdır. Yoksa yukarıda bir kaç örnekle gösterildiği gibi, daha önce Cumhurbaşkanlığı makamını millete ve demokrasiye karşıt tarafgirliğin merkez üssü haline dönüştürmüş Demirel ve Sezer örnekliğine en küçük bir itirazları olmamıştır.
Demokrasilerde kırmızı çizgi “seçimlerle ortaya çıkan halkın iradesi ve onun kullanımıdır.” Hiçbir güç bu iradeyi sorgulayamaz. Anayasa ve yasalarla halkın iradesini kullanma yetkisi alan seçilmişlere hiçbir güç sınır koyamaz, yetkilerini kullanmasını engelleyemez ve geçmiş dönem teamüllerine mahkum edemez. Zira Cumhurbaşkanları görev ve yetkilerini kullanırken meşruiyetini, Anayasa ve yasalarla birlikte artık halktan da almış olacaklar. Belki de asıl korku ilk kez bir liderin gerçekten de oturduğu koltuğu doldurması ve temsil ettiği makamın tüm hak ve yetkilerini “Cumhur”dan aldığı güçlü icazetle kullanmasıdır. Tıpkı Başbakanlık makamını kullandığı gibi.
Meşru görev ve yetki alanları içerisinde değer, hizmet ve birlik/uyum üretecek bir cumhurbaşkanına engel olmak Yeni Türkiye’nin evrensel vizyonuna ve bu milletin tarihi misyonuna katkı sağlamayacaktır. Unutmamak gerekir ki insani olan her şeyin bir tarafı; her tarafın da siyasi olan bir insani duruşu vardır. Hele hele insani ve siyasi taraf olmak duruşunda söz konusu olan ülke Türkiye ise…