Behzat Ç. Efsanesi Neydi?
Her Temas İz Bırakır ve Son Hafriyat'ı Erdal Beşikçioğlu 'nun performansını unutarak ya da Pilli Bebek'in müzikleri olmadan düşünmek imkansız neredeyse. Kolay değil, fenomen olmuş bir uyarlamadan bahsediyoruz. Hem de Türkiye televizyonlarının alışık olmadığı bir şekilde, “kirli” hikaye anlatan bir diziden. Dili, anlatımı, karakterleri ve steril kalma hassasiyeti olmadan yazılmış diyaloglarıyla, yapaylıktan uzak dünyasıyla; vasatlığın prim yaptığı bu topraklarda televizyon için bir riskti Behzat Ç.
Neyse ki, kendi izleyicisini buldu ve şimdi, geçtiğimiz ay gösterime giren ikinci film Behzat Ç. – Ankara Yanıyor vesilesiyle geriye gitmek, kitaplar ve karakterler üzerine konuşmak için fırsat yakalamış olduk.
Emrah Serbes 'in 2000'lerin ikinci yarısında yayımlanan iki romanı polisiye külliyatımıza sıkı bir giriş yapmakla kalmamış, mühim işler de başarmıştı. İdealize edilmiş karakterleri elinin tersiyle iterek Dashiell Hammett'tan ya da 70'lerin ABD sinemasından ödünç alırcasına anti-kahramanlar yaratan Serbes, iyi ile kötü arasındaki çizgiyi bulandırmış, depresif ve efkarlı başkarakterinin ruh halini hikayenin tümüne aktarabilmişti. Özellikle kurgusuyla dikkat çeken iki kitap da yazarın gözlem yeteneğiyle dolup taşmıştı. Polislerin dünyası, jargonu, küfürler, içtikleri Samsun 216 sigarası, Tekel birası, yaşadıkları mahalleler, oturdukları evler, özellikle Behzat'ın evindeki eşyalar, cinayet işleyenlerin ve mağdurların profilleri ve daha birçok detay okuduğumuz kağıt parçasını üç boyutlu hale getirecek kadar gerçekti. Bu gerçeklikte hikayenin melankolik tonunun payı büyük. Dizide dozajı biraz daha artan bu melankoli, “kaybeden erkek” motifi için de olmazsa olmaz hale geldi bir süre sonra. Zaten her şeyini kaybetmiş bir adamın hikayesi olarak bile yeterince güçlüydü hikaye. Behzat Ç.'nin evinde elinde birayla koltuğuna yıkıldığı bölümler çoğu şeyi özetliyordu. Genel olarak Ankara betimlemelerinde de bunu görmek zor değildi. Kızılay'da, soğukta işe giden ya da işten dönen memurların atkıyla kaplı yüzlerinden hayatlarını okumak gibi. Ya da Ankara'nın ayazından, bürokrat griliğinden, meyhanelerinden, pavyonundan, çekyat ve gazete kağıdı serilmiş sehpadan ibaret bekar evlerinden, Sakarya Caddesi'nden, Dikmen Yokuşu’ndan, Kuğulu Park’tan... O melankoli Behzat, Harun, Akbaba, Hayalet, Eda, Cevdet koca dünyada kendilerini küçücük hissettiklerinde de ortaya çıkıyordu elbette. Özellikle adalet peşinde koşan Behzat’ın cinayeti çözse bile bu dünyayı çözemediğinde aslında hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini anladığı vakitler...
Siyasi görüşü yoktu Behzat'ın ama adaletin yanında olduğundan –özellikle dizide– net bir şekilde tarafı da belliydi. Hrant Dink cinayetinden Cumartesi Anneleri'ne, kot taşlama işçilerinden Festus Okey cinayetine kadar Türkiye'de karanlıkta bırakılmış ve vicdanı olan birçok meseleye dokunmuş bir diziden bahsediyoruz. İçerdiği şiddet, küfür, “devlet düşmanlığı” yüzünden sürekli tartışılan dizi (çünkü biz ülke olarak bir masalda yaşıyorduk; çocuk tecavüzleri, kadın cinayetleri, çocuk gelinler, işkenceler, faili meçhuller, travesti cinayetleri bu ülkede hiç olmuyordu!) kısa sürede ikiyüzlülüğün hedefi haline geldi, bilindiği üzere. Yine de, dizideki karakterlerin yaşam tarzından rahatsız olan iktidar, RTÜK ve işgüzar yetkililerin çabalarına rağmen (dizinin günü ve yayın saati değişti, süresi kısaldı) olabildiğince tavizsiz yola devam etti. Üç yılın sonunda bitmek zorunda kaldığında geriye büyük bir boşluk bıraktığı aşikar. (Örneğin “Akbaba’nın Evi” başlıklı bölümün bir eşini daha görmek zor, en azından bu ülkede. Ya da Türkiye televizyon tarihinde “Barbaros ve Muzo” kadar iyi yazılmış yan karakterler var mı, bilmiyorum.)
Geri dönüp baktığımızda Serbes'in güçlü bir dünya yarattığını söylemek mümkün. Dizi ve filmlerle büyüyen ve belli ki daha da büyüyecek olan bir dünya. (Vizyona giren iki filmin –özellikle Seni Kalbime Gömdüm– dizilerin yanında fazlasıyla zayıf olduğunu da belirtmek lazım.) Bir yanıyla gerçekliğiyle çekici olmayı becermiş, empati kurulabilen bir karakter Behzat Ç., diğer taraftansa gerçek olamayacak kadar idealize edilmiş bir polis. Yine de bu arada kalmışlığı sorgulamaya izin vermeyecek kadar da kendini sevdirmeyi becermiş bir kitap/dizi! Adorno’dan Tezer Özlü’ye uzanan, normal ile delilik arasında seyreden, cesetlerle yaşayan, Neşet Ertaş’sız olmayan, duman altında efkarlanan, Ankara simidi, peynir ve çay üçlüsünden vazgeçmeyen, soğukta donarken aşkını itiraf eden, çokça gülümseten ama sonunda can yakan bir dünya.
Emrah Serbes 'in 2000'lerin ikinci yarısında yayımlanan iki romanı polisiye külliyatımıza sıkı bir giriş yapmakla kalmamış, mühim işler de başarmıştı. İdealize edilmiş karakterleri elinin tersiyle iterek Dashiell Hammett'tan ya da 70'lerin ABD sinemasından ödünç alırcasına anti-kahramanlar yaratan Serbes, iyi ile kötü arasındaki çizgiyi bulandırmış, depresif ve efkarlı başkarakterinin ruh halini hikayenin tümüne aktarabilmişti. Özellikle kurgusuyla dikkat çeken iki kitap da yazarın gözlem yeteneğiyle dolup taşmıştı. Polislerin dünyası, jargonu, küfürler, içtikleri Samsun 216 sigarası, Tekel birası, yaşadıkları mahalleler, oturdukları evler, özellikle Behzat'ın evindeki eşyalar, cinayet işleyenlerin ve mağdurların profilleri ve daha birçok detay okuduğumuz kağıt parçasını üç boyutlu hale getirecek kadar gerçekti. Bu gerçeklikte hikayenin melankolik tonunun payı büyük. Dizide dozajı biraz daha artan bu melankoli, “kaybeden erkek” motifi için de olmazsa olmaz hale geldi bir süre sonra. Zaten her şeyini kaybetmiş bir adamın hikayesi olarak bile yeterince güçlüydü hikaye. Behzat Ç.'nin evinde elinde birayla koltuğuna yıkıldığı bölümler çoğu şeyi özetliyordu. Genel olarak Ankara betimlemelerinde de bunu görmek zor değildi. Kızılay'da, soğukta işe giden ya da işten dönen memurların atkıyla kaplı yüzlerinden hayatlarını okumak gibi. Ya da Ankara'nın ayazından, bürokrat griliğinden, meyhanelerinden, pavyonundan, çekyat ve gazete kağıdı serilmiş sehpadan ibaret bekar evlerinden, Sakarya Caddesi'nden, Dikmen Yokuşu’ndan, Kuğulu Park’tan... O melankoli Behzat, Harun, Akbaba, Hayalet, Eda, Cevdet koca dünyada kendilerini küçücük hissettiklerinde de ortaya çıkıyordu elbette. Özellikle adalet peşinde koşan Behzat’ın cinayeti çözse bile bu dünyayı çözemediğinde aslında hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini anladığı vakitler...
Siyasi görüşü yoktu Behzat'ın ama adaletin yanında olduğundan –özellikle dizide– net bir şekilde tarafı da belliydi. Hrant Dink cinayetinden Cumartesi Anneleri'ne, kot taşlama işçilerinden Festus Okey cinayetine kadar Türkiye'de karanlıkta bırakılmış ve vicdanı olan birçok meseleye dokunmuş bir diziden bahsediyoruz. İçerdiği şiddet, küfür, “devlet düşmanlığı” yüzünden sürekli tartışılan dizi (çünkü biz ülke olarak bir masalda yaşıyorduk; çocuk tecavüzleri, kadın cinayetleri, çocuk gelinler, işkenceler, faili meçhuller, travesti cinayetleri bu ülkede hiç olmuyordu!) kısa sürede ikiyüzlülüğün hedefi haline geldi, bilindiği üzere. Yine de, dizideki karakterlerin yaşam tarzından rahatsız olan iktidar, RTÜK ve işgüzar yetkililerin çabalarına rağmen (dizinin günü ve yayın saati değişti, süresi kısaldı) olabildiğince tavizsiz yola devam etti. Üç yılın sonunda bitmek zorunda kaldığında geriye büyük bir boşluk bıraktığı aşikar. (Örneğin “Akbaba’nın Evi” başlıklı bölümün bir eşini daha görmek zor, en azından bu ülkede. Ya da Türkiye televizyon tarihinde “Barbaros ve Muzo” kadar iyi yazılmış yan karakterler var mı, bilmiyorum.)
Geri dönüp baktığımızda Serbes'in güçlü bir dünya yarattığını söylemek mümkün. Dizi ve filmlerle büyüyen ve belli ki daha da büyüyecek olan bir dünya. (Vizyona giren iki filmin –özellikle Seni Kalbime Gömdüm– dizilerin yanında fazlasıyla zayıf olduğunu da belirtmek lazım.) Bir yanıyla gerçekliğiyle çekici olmayı becermiş, empati kurulabilen bir karakter Behzat Ç., diğer taraftansa gerçek olamayacak kadar idealize edilmiş bir polis. Yine de bu arada kalmışlığı sorgulamaya izin vermeyecek kadar da kendini sevdirmeyi becermiş bir kitap/dizi! Adorno’dan Tezer Özlü’ye uzanan, normal ile delilik arasında seyreden, cesetlerle yaşayan, Neşet Ertaş’sız olmayan, duman altında efkarlanan, Ankara simidi, peynir ve çay üçlüsünden vazgeçmeyen, soğukta donarken aşkını itiraf eden, çokça gülümseten ama sonunda can yakan bir dünya.