'Aydınlarla Yüz Yüze' Devam Ediyor
Nilüfer Belediyesi, Uludağ Üniversitesi ve Bursa Gazeteciler Cemiyeti’nin birlikte düzenlediği "Aydınlarla Yüz Yüze" söyleşileri basın dünyasının üç ünlü ismi Saygı Öztürk, Ragıp Duran ve Fikri Akyüz’ün katıldıkları “Gazeteci Ne Umar, Ne Bulur?” başlıklı söyleşi ile devam etti.
Basın Kültür Sarayı Uğur Mumcu Etkinlik Salonu’nda yapılan ve Bursa Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nuri Kolaylı’nın yönettiği söyleşide , Öztürk, Akyüz ve Duran, hem gazeteciliğin, hem de Türkiye’nin güncel sorunlarını değerlendirdi. Kolaylı, söyleşilere yeterli ilginin gösterildiğinin söylenemeyeceğini belirterek, “Belki de Yüz Yüze Söyleşileri’ne Son vermenin zamanı geldi. Öyle anlaşılıyor ki, Yüz Yüze Söyleşileri’nde Bursa’da doyum noktasına varılmış. Bir dönem daha sürdürmek gerekir mi emin değilim” diye konuştu.
Saygı Öztürk, “Gazeteci ne umar, ne bulur” sorusuyla başladığı konuşmasında: “Her sabah yeni bir gün, her sabah yeni bir başlangıç ve yeni bir iş, gazeteci için. Diğer mesleklerdeki gibi bıraktığı yerden devam etmez gazetecinin işi. Dün, dünde kalmıştır ve yeni başlayan günde yapacakların veya yapmak zorunda olacaklarınla hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Sabahına uyandığın gün, kısmetine ne çıkarsa işin odur, onu yaparsın ve o gün bitirmek zorundasındır o işini. Genel rutin böyle yürür” dedi.
Öztürk, yaklaşık 35 yıldır gazetecilik yaptığını hatırlatarak, kimi durumlarda çok tehlikeli şartlarda çalıştığını söyledi.
Güneydoğu Anadolu’da mayınlanmış arazide haber kovaladığını; 12 Eylül askeri yönetimi döneminde sıkıyönetim mahkemelerindeki davaları izlediğini ve bu davaların içeriği ile seyri üzerine yazdığını ifade eden Öztürk, şöyle devam etti: “Bunların hiçbirini günümüzdeki koşullarla kıyaslayamıyorum. Bugün gazeteciler, sabahları endişeyle uyanıyor, akşamları da endişeyle uyuyorlar. Sabahleyin evden çıkarken, köşede park etmiş aracın içindekilerin polis olup olmadığını denetlemek gereği duyuyorlar. Eğer o araç bir minibüs ise, bu tehlike işareti. Çünkü gazetecileri tutuklamaya minibüsle geliyor polis. Akşam eve dönerken de, ister istemez aklından geçirdikleri: ‘Acaba, bugün yazdıklarım yüzünden başım belaya girer mi? Acaba hakkımda soruşturma veya kovuşturma açılır mı?’ oluyor. Eve dönüyor, televizyonun karşısına oturuyorsunuz, sizin gazetenizin reklamı geliyor ekrana, o da ne? ‘Yarın bombayı patlatıyoruz’ diyor! ‘Eyvah’, diye yerinizden fırlıyorsunuz. Çünkü okuduğunuz kimi iddianameler ile siyasilerin kimi demeçleri geliyor aklınıza. Bomba patlatmakla masum gazetecilik, habercilik veya köşe yazısı pekala birbiriyle irtibatlı olabiliyor, biliyorsunuz! O gün sizin yazdığınız da bu çerçevede değerlendirilirse ne olacak? Uykularınız kaçıyor tabii…”
Gazetecilik mesleğinin gerilimi yüksek bir meslek olduğunu da ifade eden Öztürk: “Gece yarısı telefon çalar, ‘Dağlıca’da 15 şehit verdik’ derler. Başka bir gün, bir deprem haberi alırsınız veya o haberi yerle bir olmuş evlerin, perişan olmuş insanların arasından siz verirsiniz. Bu yüzden acıyı, kederi, yası, infiali herkesle birlikte yaşar gazeteci. Bu yüzden derdi, hastalığı çoktur. Gazeteciliğe adım attığınız gün, bu hastalıkları meslekle birlikte sırtınıza almış olursunuz” dedi.
Günümüzde çok önemli davaların görüldüğünü kaydeden Öztürk, gazeteci için bunları yazmanın, kalın perdelerin ardındakileri öne çıkarmanın bir görev ve sorumluluk olduğunu söyledi.
Öztürk, şöyle devam etti: “Ne var ki sizin yazmanız da yetmiyor. Ertesi gün bakıyorsunuz, başka hiçbir gazete o haberi vermemiş. Hiçbir televizyon, sizin gördüğünüzü, işittiğinizi işitmemiş! Bu da, o haberin değerini törpülüyor, aşındırıyor elbette. Ama beni hiçbiri ilgilendirmiyor. Yalnızca gerçekleri yazmaya, gerçekleri anlatmaya devam edeceğim. Bunun bir bedeli var, onu da göğüslerim. Örneğin, başbakanlık akredite etmiyor beni. Başbakanlık katında hiçbir haberi izleyemem. Başbakan’ın yurtdışı gezilerine katılamam. Gazetemin olanakları ile gitsem bile, korumaları yanına yöresine yaklaştırmazlar. Demecini, fotoğrafını alamam. Ama biliyorum ki, 12 Eylül’de erk sahiplerinin çevresini kuşatan zevat, nasıl büyük bir hızla değiştiyse, bugünkü zevat da aynı hızla değişecektir. Ne yapalım, Türkiye’de işler böyle yürüyor.”
Fikri Akyüz ise, “Eğer bir gazete şiddetin, savaşın, terörün propagandasını yapmıyorsa, ister sağda ister solda olsun, ideolojisi ne olursa olsun, o bir gazetedir. En muteber kabul ettiğin gazete gibi bir gazetedir! Onun muhabirine, yazarına, muteber kabul ettiğinin muhabirine, yazarına nasıl davranıyorsan öyle davranacaksın! Devlet, hükümet senin mülkün değil ki! Ama bir gazete şiddetin propagandasını yapıyorsa o başka. Başbakanlığın bazı gazetecileri akredite etmemesi, Genelkurmay Başkanlığı’nın geçmiş dönemde bazı gazetecileri akredite etmemesi kadar yanlıştır. Mesela yandaşlık deniliyor. Yandaşlık ayıp değildir, ben de yandaşım ve bundan gocunmuyorum. Ben bir prototipim. Başbakan Erdoğan’ın yüzde 80 doğru olduğunu düşünüyorum. Yüzde 20 yanlışı var diye veya yalakaları bana saldırıyor diye yandaşlığından vazgeçmem. Ben yandaşım, yanaşma değilim. Yanaşmalık, yalakalık suç değildir ama ayıptır. Mesele omurga sahibi olmakta. Uğur Mumcu’yu okuyorum Son zamanlarda. Gazeteciliğim sırasında okumaya yeterli zamanım olmamıştı. Okuyorsun, ‘işte omurgalı bir yazar’ diyorsun. Nokta dergisinin eski bir sayısını karıştırırken, ilgimi çekti: Bir grup yazara ‘TCK 141,142, 163. maddeleri kalksın mı, kalkmasın mı?’ diye sormuşlar. Muhafazakarlar ‘163 kalksın, 141-142 kalkmasın’ derken, solcular da ‘Aman 163 kalkmasın’ demiş. Demokrasi istiyorsak, bu üç madde de kalkmalıdır diyen iki yazar var: Uğur Mumcu ve Abdurrahman Dilipak! Medya’da, MİT krizinden Sonra bir taraf ötekini MİT’çi olmakla, bir taraf da ötekini Emniyetçi olmakla suçladı. Yazar, bir kitap yazmıştır, beğenirsin veya beğenmezsin, o ayrı konu, ama vicdansızca, karalamaya kalkışmanın ahlakla bağdaşır bir tarafı olamaz. Şuna inanıyorum: Medya ancak vicdan sahibi insanlarla adam olur. Sağda olsun, solda olsun, yandaş veya yandaş değil, vicdan sahibi, izan ve ahlak sahibi adamların sayısı artarsa medyamız adam olabilir. Bunu söylüyorum, ama açıkçası her iki taraftan da böyle bir ümit beslemek için herhangi bir sebep göremiyorum, çünkü herhangi bir ümit yok” diye konuştu.
Ragıp Duran ise, Ahmet Şık’a ilişkin bir anekdotu anlatarak, “Ahmet Şık, iyi bir gazeteci olduğu için iyi bir muhaliftir; yoksa sanıldığı gibi muhalif olduğu için iyi gazeteci değil! Cezaevinden çıktıktan Sonra İstanbul’da bir taksiye binmiş, yolculuk süresince oradan buradan konuşurken şoför, Ahmet’e ‘ne iş yaptığını’ sormuş. O da, ‘gazeteciyim’ demiş ona. Taksi şoförü: ‘Aman abi, yazdığına, çizdiğine dikkat et de, hapse girme’ diyerek uyarmış... Ahmet’in yanıtı da, ‘Ben dikkat etmeyenlerdenim’ olmuş… Bu örnek, Türkiye’de gazeteciliğin durumunu yeterince ortaya koyan bir örnek. Hükümet yetkilileri, ne derse desin; Adalet Bakanı veya Avrupa’dan sorumlu bakan ne derse desin, 100’den fazla gazetecinin tutuklu olduğu bir ülkede insanlar taksi şoförü gibi düşünecektir. Doğrusu da zaten budur…”
Kaynak: İHA
Saygı Öztürk, “Gazeteci ne umar, ne bulur” sorusuyla başladığı konuşmasında: “Her sabah yeni bir gün, her sabah yeni bir başlangıç ve yeni bir iş, gazeteci için. Diğer mesleklerdeki gibi bıraktığı yerden devam etmez gazetecinin işi. Dün, dünde kalmıştır ve yeni başlayan günde yapacakların veya yapmak zorunda olacaklarınla hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Sabahına uyandığın gün, kısmetine ne çıkarsa işin odur, onu yaparsın ve o gün bitirmek zorundasındır o işini. Genel rutin böyle yürür” dedi.
Öztürk, yaklaşık 35 yıldır gazetecilik yaptığını hatırlatarak, kimi durumlarda çok tehlikeli şartlarda çalıştığını söyledi.
Güneydoğu Anadolu’da mayınlanmış arazide haber kovaladığını; 12 Eylül askeri yönetimi döneminde sıkıyönetim mahkemelerindeki davaları izlediğini ve bu davaların içeriği ile seyri üzerine yazdığını ifade eden Öztürk, şöyle devam etti: “Bunların hiçbirini günümüzdeki koşullarla kıyaslayamıyorum. Bugün gazeteciler, sabahları endişeyle uyanıyor, akşamları da endişeyle uyuyorlar. Sabahleyin evden çıkarken, köşede park etmiş aracın içindekilerin polis olup olmadığını denetlemek gereği duyuyorlar. Eğer o araç bir minibüs ise, bu tehlike işareti. Çünkü gazetecileri tutuklamaya minibüsle geliyor polis. Akşam eve dönerken de, ister istemez aklından geçirdikleri: ‘Acaba, bugün yazdıklarım yüzünden başım belaya girer mi? Acaba hakkımda soruşturma veya kovuşturma açılır mı?’ oluyor. Eve dönüyor, televizyonun karşısına oturuyorsunuz, sizin gazetenizin reklamı geliyor ekrana, o da ne? ‘Yarın bombayı patlatıyoruz’ diyor! ‘Eyvah’, diye yerinizden fırlıyorsunuz. Çünkü okuduğunuz kimi iddianameler ile siyasilerin kimi demeçleri geliyor aklınıza. Bomba patlatmakla masum gazetecilik, habercilik veya köşe yazısı pekala birbiriyle irtibatlı olabiliyor, biliyorsunuz! O gün sizin yazdığınız da bu çerçevede değerlendirilirse ne olacak? Uykularınız kaçıyor tabii…”
Gazetecilik mesleğinin gerilimi yüksek bir meslek olduğunu da ifade eden Öztürk: “Gece yarısı telefon çalar, ‘Dağlıca’da 15 şehit verdik’ derler. Başka bir gün, bir deprem haberi alırsınız veya o haberi yerle bir olmuş evlerin, perişan olmuş insanların arasından siz verirsiniz. Bu yüzden acıyı, kederi, yası, infiali herkesle birlikte yaşar gazeteci. Bu yüzden derdi, hastalığı çoktur. Gazeteciliğe adım attığınız gün, bu hastalıkları meslekle birlikte sırtınıza almış olursunuz” dedi.
Günümüzde çok önemli davaların görüldüğünü kaydeden Öztürk, gazeteci için bunları yazmanın, kalın perdelerin ardındakileri öne çıkarmanın bir görev ve sorumluluk olduğunu söyledi.
Öztürk, şöyle devam etti: “Ne var ki sizin yazmanız da yetmiyor. Ertesi gün bakıyorsunuz, başka hiçbir gazete o haberi vermemiş. Hiçbir televizyon, sizin gördüğünüzü, işittiğinizi işitmemiş! Bu da, o haberin değerini törpülüyor, aşındırıyor elbette. Ama beni hiçbiri ilgilendirmiyor. Yalnızca gerçekleri yazmaya, gerçekleri anlatmaya devam edeceğim. Bunun bir bedeli var, onu da göğüslerim. Örneğin, başbakanlık akredite etmiyor beni. Başbakanlık katında hiçbir haberi izleyemem. Başbakan’ın yurtdışı gezilerine katılamam. Gazetemin olanakları ile gitsem bile, korumaları yanına yöresine yaklaştırmazlar. Demecini, fotoğrafını alamam. Ama biliyorum ki, 12 Eylül’de erk sahiplerinin çevresini kuşatan zevat, nasıl büyük bir hızla değiştiyse, bugünkü zevat da aynı hızla değişecektir. Ne yapalım, Türkiye’de işler böyle yürüyor.”
Fikri Akyüz ise, “Eğer bir gazete şiddetin, savaşın, terörün propagandasını yapmıyorsa, ister sağda ister solda olsun, ideolojisi ne olursa olsun, o bir gazetedir. En muteber kabul ettiğin gazete gibi bir gazetedir! Onun muhabirine, yazarına, muteber kabul ettiğinin muhabirine, yazarına nasıl davranıyorsan öyle davranacaksın! Devlet, hükümet senin mülkün değil ki! Ama bir gazete şiddetin propagandasını yapıyorsa o başka. Başbakanlığın bazı gazetecileri akredite etmemesi, Genelkurmay Başkanlığı’nın geçmiş dönemde bazı gazetecileri akredite etmemesi kadar yanlıştır. Mesela yandaşlık deniliyor. Yandaşlık ayıp değildir, ben de yandaşım ve bundan gocunmuyorum. Ben bir prototipim. Başbakan Erdoğan’ın yüzde 80 doğru olduğunu düşünüyorum. Yüzde 20 yanlışı var diye veya yalakaları bana saldırıyor diye yandaşlığından vazgeçmem. Ben yandaşım, yanaşma değilim. Yanaşmalık, yalakalık suç değildir ama ayıptır. Mesele omurga sahibi olmakta. Uğur Mumcu’yu okuyorum Son zamanlarda. Gazeteciliğim sırasında okumaya yeterli zamanım olmamıştı. Okuyorsun, ‘işte omurgalı bir yazar’ diyorsun. Nokta dergisinin eski bir sayısını karıştırırken, ilgimi çekti: Bir grup yazara ‘TCK 141,142, 163. maddeleri kalksın mı, kalkmasın mı?’ diye sormuşlar. Muhafazakarlar ‘163 kalksın, 141-142 kalkmasın’ derken, solcular da ‘Aman 163 kalkmasın’ demiş. Demokrasi istiyorsak, bu üç madde de kalkmalıdır diyen iki yazar var: Uğur Mumcu ve Abdurrahman Dilipak! Medya’da, MİT krizinden Sonra bir taraf ötekini MİT’çi olmakla, bir taraf da ötekini Emniyetçi olmakla suçladı. Yazar, bir kitap yazmıştır, beğenirsin veya beğenmezsin, o ayrı konu, ama vicdansızca, karalamaya kalkışmanın ahlakla bağdaşır bir tarafı olamaz. Şuna inanıyorum: Medya ancak vicdan sahibi insanlarla adam olur. Sağda olsun, solda olsun, yandaş veya yandaş değil, vicdan sahibi, izan ve ahlak sahibi adamların sayısı artarsa medyamız adam olabilir. Bunu söylüyorum, ama açıkçası her iki taraftan da böyle bir ümit beslemek için herhangi bir sebep göremiyorum, çünkü herhangi bir ümit yok” diye konuştu.
Ragıp Duran ise, Ahmet Şık’a ilişkin bir anekdotu anlatarak, “Ahmet Şık, iyi bir gazeteci olduğu için iyi bir muhaliftir; yoksa sanıldığı gibi muhalif olduğu için iyi gazeteci değil! Cezaevinden çıktıktan Sonra İstanbul’da bir taksiye binmiş, yolculuk süresince oradan buradan konuşurken şoför, Ahmet’e ‘ne iş yaptığını’ sormuş. O da, ‘gazeteciyim’ demiş ona. Taksi şoförü: ‘Aman abi, yazdığına, çizdiğine dikkat et de, hapse girme’ diyerek uyarmış... Ahmet’in yanıtı da, ‘Ben dikkat etmeyenlerdenim’ olmuş… Bu örnek, Türkiye’de gazeteciliğin durumunu yeterince ortaya koyan bir örnek. Hükümet yetkilileri, ne derse desin; Adalet Bakanı veya Avrupa’dan sorumlu bakan ne derse desin, 100’den fazla gazetecinin tutuklu olduğu bir ülkede insanlar taksi şoförü gibi düşünecektir. Doğrusu da zaten budur…”