İclal Aydın: Aşk'ın gözyaşları...
Filmin sonunda gelmiştik neredeyse... Yani yaşlı kadın “arabayı hazırlasınlar” dediğinde anladık finale doğru gittiğimizi... Ama kadın rujunu sürmeye başladığında Elif finali anlamıştı bile ve ağlamaya başladı. Bir de güzel ağlıyordu ki...
Cuma akşamı arkadaşım Elif’le Ferzan Özpetek’in yeni filmine gittik. Filmin ismi de nasıl uygun ikimize... Serseri Mayınlar... Serseri-mayınlar! Yanlışlıkla üzerine basmaya gör!!!
Yemeğimizi yerken gülüşüp duruyorduk habire... Saat 22.00’ye almıştım biletleri. Önden dedikodu yapacağız, son havadisler alınıp verilecek ya... Kız kardeşim Hilal, Elif, Özlem ve Meltem... Bizi birbirimizin ağzından lafları ala ala sohbet ederken görenler “en son ne zaman görüştünüz siz” diye sorarlar hep...
Ve fakat konudan konuya atlamaktan, karşılaştığımız arkadaşlarla sohbet etmekten hep yarım kalır her şey. Yarın devam ederiz diyerek öpüşür vedalaşırız gecenin sonunda. Cuma akşamı da öyle oldu. Ne çok insanla karşılaştık anlatamam... Seda Sayan’dan, Şengül Balıksırtı’na, Fatih Ediboğlu’ndan gazeteci Mehmet Kenan Kaya’ya varana dek herkesle sohbet ede ede bitirdik yemeği... Niye bu listeyi veriyorum, çünkü her biriyle konuşmalarımız ayrı ayrı yazı konusu olacak kadar ilginçti. Özellikle Fatih beyle karşılaşmam... Bir ara yazacağım çok güleceksiniz...
***
Gördüğünüz gibi bir türlü yazıma başlayamadım. Hep böyle işte... Bazen ağırbaşlı bir mürebbiye, bazen lise ikinci sınıf öğrencisi bir geveze kaçıyor içime... Bu daldan dala, konudan konuya atlayan halim beni yorsa da kont asistan Batu hayatında eksilmeyen bu heyecandan ve bir uzlaşmacı görünümlü bir anarşistle (lüks görünümlü minibüs gibi ki ayrıca Doğan görünümlü Şahin’den iyidir) çalışmaktan çok mutlu olduğunu söylüyor. Ben de ona kendisini cep telefonuna benzettiğimi söylüyorum sıklıkla.
İlk duyduğunda anlamamış ve karar verememişti hakaret mi ediyorum, yoksa seviyor muyum? “Sen, cep telefonu gibisin canım kardeşim. İcat olunmadan önce biz cep telefonsuz nasıl yaşıyorduk diye soruyoruz ya habire... Sen de öyle; yaşamıma girmeden önce nasıl yetişiyormuşum ben bunca karmaşaya, anlamıyorum” dedim...
Yüzüne yayılan o gülümsemeyi görmeliydiniz...
***
Anlatmak istediğim şey uzundu aslında. Ferzan Özpetek’in filmini izlediğimde içimde bir yerlerde tuttuğum bana emanet “öteki sırlar” uzattılar başlarını saklandıkları yerlerden... Ben bu yazıyı yazarken şahane güneşli bir gün var dışarıda. İstanbul’a bahar gelmiş gibi... Lacivert öyle güzel bir yelkenli geçiyor ki şu anda uzaktan... Uzun lafın yoracağına kanaat getirdim birden... O sırları tekrar gönderdim kalbimdeki aynı gizli odacığa...
Filmi izlerken cinsel seçimini saklamayan bir yönetmenden acaba çok şey beklediğim için mi bu film beni kesmedi diye düşündüm. Ama bir baktım sinema konusunda hemen hemen tüm filmlere aynı yıldızları verdiğim arkadaşım ağlıyor...
Belki lise ikinci sınıftayken okuduğum Murathan Mungan’ın “Aşkın Gözyaşları ya da Rapunzel ile Avare” isimli öyküsündeki gerçeğin şok edici, acıtıcı, inandırıcı hatta susturucu etkisini bekledim... Belki kendini saklamasına yıllardır eşlik ettiğim bazı arkadaşlarımın derdini içselleştirip, filmdeki neşeli eşcinsel karakterlerin fazla karikatürize edilmesine bozuldum...
Ama ben neresinden bakarsam bakayım, öteki olmanın bedelini ödemiş, ödeyen, ödetilecek herkes adına kocaman bir adım, sıcak bir kucaklaşmadır bu film... Dışarı bırakılan bir nefes, gizli gizli akan bir gözyaşı hatta...
Hayat kısa ve gerçek anlamda önemli şeyler öyle az ki... Cesurca, kendini saklamadan yaşayanları, konuşmaktan korkmayanları ve itilen, horlanan, küçümsenen “öteki” olabilmeyi bir madalya gibi taşıyabilenleri sevgiyle selamlıyorum...
Serseri Mayınlar, tercihiniz ne olursa olsun, vakit ayırıp izlediğinizde, tutmaktan pişman olmayacağınız bir el uzatıyor size...
NOT: “Aşkın Gözyaşları ya da Rapunzel ile Avare” Murathan Mungan’ın “Kırk Oda” isimli öykü kitabındaki en şahane aşk öyküsüdür. Ben aslında hepinizin bildiğini tabii ki biliyorum. Sadece yeni başlayanlara hatırlatmak istedim.
Yemeğimizi yerken gülüşüp duruyorduk habire... Saat 22.00’ye almıştım biletleri. Önden dedikodu yapacağız, son havadisler alınıp verilecek ya... Kız kardeşim Hilal, Elif, Özlem ve Meltem... Bizi birbirimizin ağzından lafları ala ala sohbet ederken görenler “en son ne zaman görüştünüz siz” diye sorarlar hep...
Ve fakat konudan konuya atlamaktan, karşılaştığımız arkadaşlarla sohbet etmekten hep yarım kalır her şey. Yarın devam ederiz diyerek öpüşür vedalaşırız gecenin sonunda. Cuma akşamı da öyle oldu. Ne çok insanla karşılaştık anlatamam... Seda Sayan’dan, Şengül Balıksırtı’na, Fatih Ediboğlu’ndan gazeteci Mehmet Kenan Kaya’ya varana dek herkesle sohbet ede ede bitirdik yemeği... Niye bu listeyi veriyorum, çünkü her biriyle konuşmalarımız ayrı ayrı yazı konusu olacak kadar ilginçti. Özellikle Fatih beyle karşılaşmam... Bir ara yazacağım çok güleceksiniz...
***
Gördüğünüz gibi bir türlü yazıma başlayamadım. Hep böyle işte... Bazen ağırbaşlı bir mürebbiye, bazen lise ikinci sınıf öğrencisi bir geveze kaçıyor içime... Bu daldan dala, konudan konuya atlayan halim beni yorsa da kont asistan Batu hayatında eksilmeyen bu heyecandan ve bir uzlaşmacı görünümlü bir anarşistle (lüks görünümlü minibüs gibi ki ayrıca Doğan görünümlü Şahin’den iyidir) çalışmaktan çok mutlu olduğunu söylüyor. Ben de ona kendisini cep telefonuna benzettiğimi söylüyorum sıklıkla.
İlk duyduğunda anlamamış ve karar verememişti hakaret mi ediyorum, yoksa seviyor muyum? “Sen, cep telefonu gibisin canım kardeşim. İcat olunmadan önce biz cep telefonsuz nasıl yaşıyorduk diye soruyoruz ya habire... Sen de öyle; yaşamıma girmeden önce nasıl yetişiyormuşum ben bunca karmaşaya, anlamıyorum” dedim...
Yüzüne yayılan o gülümsemeyi görmeliydiniz...
***
Anlatmak istediğim şey uzundu aslında. Ferzan Özpetek’in filmini izlediğimde içimde bir yerlerde tuttuğum bana emanet “öteki sırlar” uzattılar başlarını saklandıkları yerlerden... Ben bu yazıyı yazarken şahane güneşli bir gün var dışarıda. İstanbul’a bahar gelmiş gibi... Lacivert öyle güzel bir yelkenli geçiyor ki şu anda uzaktan... Uzun lafın yoracağına kanaat getirdim birden... O sırları tekrar gönderdim kalbimdeki aynı gizli odacığa...
Filmi izlerken cinsel seçimini saklamayan bir yönetmenden acaba çok şey beklediğim için mi bu film beni kesmedi diye düşündüm. Ama bir baktım sinema konusunda hemen hemen tüm filmlere aynı yıldızları verdiğim arkadaşım ağlıyor...
Belki lise ikinci sınıftayken okuduğum Murathan Mungan’ın “Aşkın Gözyaşları ya da Rapunzel ile Avare” isimli öyküsündeki gerçeğin şok edici, acıtıcı, inandırıcı hatta susturucu etkisini bekledim... Belki kendini saklamasına yıllardır eşlik ettiğim bazı arkadaşlarımın derdini içselleştirip, filmdeki neşeli eşcinsel karakterlerin fazla karikatürize edilmesine bozuldum...
Ama ben neresinden bakarsam bakayım, öteki olmanın bedelini ödemiş, ödeyen, ödetilecek herkes adına kocaman bir adım, sıcak bir kucaklaşmadır bu film... Dışarı bırakılan bir nefes, gizli gizli akan bir gözyaşı hatta...
Hayat kısa ve gerçek anlamda önemli şeyler öyle az ki... Cesurca, kendini saklamadan yaşayanları, konuşmaktan korkmayanları ve itilen, horlanan, küçümsenen “öteki” olabilmeyi bir madalya gibi taşıyabilenleri sevgiyle selamlıyorum...
Serseri Mayınlar, tercihiniz ne olursa olsun, vakit ayırıp izlediğinizde, tutmaktan pişman olmayacağınız bir el uzatıyor size...
NOT: “Aşkın Gözyaşları ya da Rapunzel ile Avare” Murathan Mungan’ın “Kırk Oda” isimli öykü kitabındaki en şahane aşk öyküsüdür. Ben aslında hepinizin bildiğini tabii ki biliyorum. Sadece yeni başlayanlara hatırlatmak istedim.