Ankara Film Festivali film zenginliği ile dikkat çekici

Habertürk yazarlarından Kerem Akça, 21 Mart'a kadar sürecek 21. Ankara Film Festivali'nin ilk yarısı hakkında değerlendirmelerde bulundu.

Ankara Film Festivali film zenginliği ile dikkat çekici
Kerem Akça, 21 Mart'a kadar sürecek 21. Ankara Film Festivali’nin ilk yarısını değerlendirdi…

İstanbul, !f İstanbul, Antalya ve Adana’ya göre bir hayli düşük bir bütçeyle ve en önemlisi de belediye desteği olmadan düzenlenen Ankara Film Festivali, her yıl dikkat çeken ‘kısa film’, ‘ilk film’ gibi bildik alanlarını bu yıl da koruyor. Ancak bunun yanında yabancı film seçkisinin zeki yöntemlerle kaliteli bir kıvama sokulması, bu seneki etkinliğin esas önemli konusu kanımca.

Bu yıl 21. kez düzenlenen Ankara Film Festivali her zamanki bildik bölümleriyle yine dikkat çekse de, bunların yanına eklenen yeni kısımlarıyla da ilgiye değer bir program sunuyor bu sene. Öyle ki, ulusal uzun metraj, ulusal kısa metraj ve ulusal belgesel kategorilerinde yarışan filmlerin yanında ‘Dünyanın Her Köşesinden’ bölümü de varlığını aktif bir şekilde sürdürüyor.

Sinema tarihinin mihenk taşları arasında bir yolculuk

Bu sene bunlara ek olarak ‘İktidar ve İsyan’, ‘Bir Ülke: Brezilya’, ‘Geceyarısı Sineması’, ‘Usta İşi’, ‘Sinemanın 100’ünde Ölümsüzler’ ve ‘Anısına: Eric Rohmer’ kısımları da mevcut. Özellikle bunlardan ilkinin ve son ikisinin sinema tarihinde yer etmiş eserleri bulundurmaları, aslında festivaldeki ‘ustalar’ ve ‘önemli yönetmenler’ geleneğini devam ettiren bir hareket.

Öyle ki Luis Bunuel, Akira Kurosawa, Eric Rohmer, Gillo Pontecorvo, Lindsay Anderson ve Louis Malle gibi yönetmenlerin başyapıt düzeyindeki filmlerini sinema perdesinde yeniden izlemek büyük bir keyif! Ancak festivalin kanımca program konusunda esas atılımı son iki yılda ‘yeni filmler’ konusunda…

2008’in başyapıtlarından birinin Türkiye prömiyeri, geçen yıl Ankara’da yapılmıştı

Zira Ezgi Yalınalp yönetiminde atılım yapan ‘yabancı film seçkisi’, bu yıl da dolgun meyvelerini vermiş. Ankara için önemli olan İstanbul’daki festivallerde beğenilmiş ve dikkat çekmiş filmleri toplarken, o etkinliklerin es geçtiği eserlerin de Türkiye prömiyerlerini yapmak aslında.

Bu işlevinde de 2008’in başyapıtlarından “Gir Kanıma” ile (“Lat den Ratte Komma in”) yine o yılın en iyilerinden “Delta”nın ilk ulusal gösterimleriyle başarıya ulaşmıştı geçtiğimiz sene. “Gir Kanıma”nın 2010’un Ocak ayında nihayet ülkemizde vizyona girdiğini de ekleyelim. Bu sebeple 2008 değil de 2010 filmi olarak anılacak bizde maalesef, Ankara Film Festivali’nin bütün çabalarına rağmen…

Bu yıl ise “Nefes Nefese” (“Ddongpari”) gibi 2009’un en çok ses getiren Kore filmlerinden birinin, Brezilya yapımı ilk film “Hayatın Mutfağı”nın (“Estomago”, 2007) ile 2000’lerde Fin sinemasının dikkat çekici isimlerinden Aku Louhimies’in filmografisinin son halkası “Nisan Gözyaşları”nın (“Kasky”) Türkiye prömiyerlerini üstlenerek bu misyonunu devam ettiriyor.

İzleyiciyle bütünleşme konusunda asla taviz vermeyen bir ilk film

“Arahan”daki (2004) performansıyla dikkatimi çeken oyuncu-senarist-yönetmen Yang Ik-June imzalı “Nefes Nefese” Kore sinemasındaki o birçok türü iç içe geçirerek daha önce yüzleşmediğimiz bir füzyon oluşturma geleneğine yeni bir halka daha ekliyor. Melodram, gangster filmi, romantik-komedi ve elbette ülkenin olmazsa olmaz kültürel kolu ‘absürd komedi’ burada Yang’ın malzemeleri.

Bunların toplamında oluşan yapıda ise romantik-komedinin en yükselen anında gore (kanlı) bir sahnenin araya sokulması veya melodramın en trajik anında kahkaha attırılması gibi bozucu ve şaşırtıcı hareketler var. Böylece izleyiciye hiçbir zaman özdeşleşme imkanı tanımayarak beklenmedik bir yapının izini sürüyor.

Louhimies’in en iyi filmlerinden olmasa da sinema gözünü ortaya koyuyor

“Donmuş Ülke” (“Paha Maa/Frozen Land”, 2005) ile takdir ettiğim Aku Louhimies’in son filmi “Nisan Gözyaşları” ise 1918 Finlandiya’sındaki iç savaşta mahkum edilen ‘sosyal demokrat direniş lideri’ bir kadının hikayesine uzanıyor.

Onun üzerinden yönetimdeki yozlaşmaya dikkat çekmesi, bir diğer taraftan da cinsellik, tutku, aşk ve beden üzerinden çok beklenmedik noktalara gitmesiyle ilginç ve cesur bir yola giriyor. Filmin dramatik yapısının gücü, bu politik durumun sıkıştırdığı bireyleri ele alan çarpıcı hikayeden geliyor.

Yönetmenin ise mavi renk tonlarıyla bu yabancılaşma ve toplumdan kopma durumunu; ses oyunlarıyla da bütünlenen hipnotize edici bir stille sinemalaştırması, potansiyeli olan öyküye tavan yaptırıyor kuşkusuz. Hem de Louhimies’in burada Tarkovsky’e saygı duruşunda bulunduğunu kanıtlıyor. Ancak “Donmuş Ülke”nin seviyesine ulaşamıyor “Nisan Gözyaşları”, zaman zaman düşen sinema dili sayesinde…

‘Dusan Makavejev modeli’nin talipleri artıyor

“Hayatın Mutfağı” ise daha önce Dusan Makavejev filmlerinde gördüğümüz, beklenmedik sürrealist ve cinsel öğeler ile garip metaforlarla örülen sosyal taşlama yapısının bir başka versiyonu olarak öne çıkıyor. Öyle ki burada Brezilyalı yönetmen Marcos Jorge, hapse giren bir mahkumun yemek ve seks aşkını masaya yatırıyor. Böyle olunca da hayatla ilgili alttan alta ve zeki metaforlarla sistem karşıtı mesajlar devreye giriyor.
Zaman zaman beklenmedik şeylerin üst üste bindirilmesi ise daha önce Makavejev sinemasında veya Peter Greenaway’in “Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı”nda (“The Cook, The Thief, His WifeHer Lover”, 1989) gördüğümüz bu ‘sosyal taşlama formülü’nün bir ürünü olduğunu kanıtlıyor eserin. Ancak o modeli ileriye götürmekten ziyade, kendi mantığıyla sinemalaştırdığı söylenebilir daha çok…

Özellikle ölüm kavramına yaklaşımına da dikkat çekmek lazım. Öyle ki seks, yemek ve ölümün aynı karede veya aynı metinde yan yana anılması çok da rastladığımız bir durum değil sinemada. Marcos Jorge’nin adını bir kenara not edin derim.

2009’un en çok konuşulan filmlerinden “Beyaz Bant” da festivaldeydi

Festival, ‘Yabancı filmlerin Türkiye prömiyerlerini yapma’ işlevini yerine getirdikten sonra ‘Türkiye’deki diğer festivallerde gösterilmiş önemli filmleri gösterme’ geleneğini de sürdürüyor. “Mary & Max”, “Rövanş” (“Revanche”), “Akileus ve Kaplumbağa” (“Akiresu to Kame”, 2008) ve festivalde izlediğim “Beyaz Bant” (“Das Weisse Band”), bunların en dikkat çekenleri.

Haneke’nin “Beyaz Bant”ı için ise rahatlıkla ‘bir görsel şölen’ tanımı yapılabilir. 1. Dünya Savaşı arifesinde aristokrat bir Alman ailesinde yaşanan şiddet eğilimlerine ve garip olaylar silsilesine odaklanıyor eser özünde.

Bunu ise siyah-beyaz bir sinematografi ve uzun planlar eşliğinde yapmayı tercih ediyor. Yönetmenin sinemasında daha önce gördüğümüz şeylerin, alegorik bir karşılığı olan eser, aslında bu alanda Lars Von Trier’nin “Dogville”de (2003) yaptığına benzer bir deneyci yaklaşımla daha iyi bir sonuca ulaşabilirmiş. Ancak buradaki de bir yorum elbette. Hem de bir hayli ‘sinemasal’ bir yorum…

Bu sebeple de bütün görsel ihtişamına karşın, gerçek anlamda ilerleyen bir hikaye sunup dramatik yapıyla oynamadığı ve garip olaylar ile görüntüleri Haneke’nin daha önceki kariyerinden daha ileri götürmediği için, yüzde yüz anlamda tatmin edici bir sonuç vermiyor. Ancak elbette “Beyaz Bant”, ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ kategorisinin en iyisiymiş…

Burada 30’ların film gramerini uygulamak ve Bergman’ın film modelini benimsemek gibi daha önce yapılan şeylerin üzerine gittiğini de not düşelim. Elbette vizyona girmesi bile şüpheli olan Altın Palmiyeli “Beyaz Bant”ı Ankaralı sinemaseverlere izlettiren festivale teşekkür etmek lazım!

Cannes’ın varsa Ankara’nın da var!

Etkinliğin bu seneki mekanının değişmesinden ve ‘Ayaküstü Konuşmalar’ adlı yeni bir etkinliğin sinemaseverlere sunulmasından da, kısaca bahsetmek gerek. Öyle ki önceki yıllarda Büyülüfener Sineması’nda düzenlendiği için ‘festival merkezi’ adıyla anılabilecek bir yere sahip değildi Ankara Film Festivali.

Bu yıl ise Kızılay’daki Batı İş Hanı’nın içindeki Batı Sineması, festival için yeniden açılmış. İki salonlu bu sinema, vizyon filmi göstermeyen bir mekan. Bu sebeple de aslında hem girişiyle, hem geniş bekleme salonlarıyla, hem de sinema salonlarıyla tam anlamıyla bir festival merkezi olmuş. Yani Cannes’ın nasıl ‘Palais de Festival’i (Festival sarayı) var ise, onun bir küçük boyundan da Ankara’da var artık! Öyle ki ülkemizdeki diğer festivallerde de böyle bir mekanın kullanıldığı azdır, İstanbul Film Festivali’ni saymazsak…
Ancak elbette bu seçim sebebiyle projeksiyon konusunda sıkıntılar da yaşanmıyor değil. Öyle ki filmlerin (özellikle de 2.35:1 oranındaki filmlerin) formatının zaman zaman sinema perdesine oturmaması gibi dezavantajları var bu durumun. Ancak festival yetkilileriyle konuştuğumuzda bu seçimin sebebinin ‘Sanat sinemalarının yavaş yavaş kapanmasına bir tepki’ olduğunu söylüyorlar.

Tabii bu yıl “Zamanın Tozu” (“I skoni tou hronou”, 2008), “Eğer…” (“If…”, 1968) ve “İsyan!” (“Quiemada”, 1969) gibi önemli yönetmenlerin filmlerinin gösterimlerinden sonra yapılan ‘Ayaküstü Konuşmalar’ etkinliği de bir hayli dikkat çekici.

Sözünü ettiğimiz festival sarayı projesinin bir devamı niteliğindeki bu durum, Beksav’a ait olan sinemanın kütüphanesinde bir bilirkişinin (bu yıl Oğuz Onaran gibi isimler yaptı) yorumlarıyla o filmin ilginç detaylarının aydınlanmasına önayaklık ediyor. Genelde filmlerden ‘Burada ne demek istemişti? Şurada ne oluyor acaba?’ gibi soru işaretleriyle çıkan festival izleyicimiz için de önemli bir hareket olmuş bu fikir kuşkusuz!

Kerem Akça’nın Ankara Film Festivali’nde önerdiği 10 yeni film:

1-Mary & Max
2-Rövanş (Revanche)
3-Akileus ve Kaplumbağa (Achillesthe Tortoise)
4-Hayatın Mutfağı (Estomago)
5-Beyaz Bant (The White Ribbon)
6-Metropya (Metropia)
7-Kuduz Köpek Johnny (Johnny Mad Dog)
8-Nefes Nefese (Breathless)
9-Nisan Gözyaşları (Tears of April/Kasky)
10-Kırmızı Adamların Toprağı (Birdwatchers)

Kerem Akça’nın Ankara Film Festivali’nde önerdiği 5 klasik film:

1-Eğer… (If…)
2-Kanlı That (Throne of Blood/Kumonosu-jo)
3-Çölün Simonu (Simon of the Desert/Simon Del Desierto)
4-Rosa Luxemburg
5-İsyan (Quiemada/Burn!)