Evine hoş geldin Mavi Marmara

Sevgili Mavi Marmara, sen bu ülkenin dini bütün insanını da ateistini de aynı utkuya götürdün.


Bugün İstanbul Sarayburnu’nda seni karşılamayı bekleyen aileler için sen artık ‘milli’ bir gemisin. Dünyaya ‘Kaf Dağı’ kadar uzak Gazze’ye giderken ne kadar şensen, bugün aynı limana dönerken de o kadar şen hissetmelisin. Sen yükünün adını ‘insanlık’ koyan, adlarını bile bilmedikleri insanlara umut olmak için yemin eden, gönüllü olan, bir adım öne çıkan insanlarımız için hayat boyu unutamayacakları bir ev sahibisin. Kimi çoluk çocuk bir bayrama gider gibi, içinde taşıdığı umut ile hatırlayacak seni… Kimi o umudu taşıyanların bir gece baskınında yaralandığı hatta öldürüldüğü korku olarak hatırlayacak adını.
Sevgili Mavi Marmara, sen bu ülkenin dini bütün insanını da vicdanlısını da ateistini de aynı utkuya, benzer hedefe götürdün. Farkında olmasa da milyonlarca insanın kalbine gizlenmiş bir ilham perisinin kanatlarının çırpmasını sağladın. Sadece dini, dili, ırkı farklı diye bir ülkenin, artık olmayan bir ülkeye uyguladığı ambargoyu, hedefine ulaşamasan da yardın. Ulaşılmaz, tecrit edilmiş, kaderine terk edilmiş, kuşatılmış Filistin duvarlarını zihinlerimizde yerle bir ettin. Bir ülkenin, bir başka ülkeye ettiği zulmün adını sadece güvertene değil, tarihe dökülen kanlarla yazdırdın. Senin bu yolculuğundan sonra ne Gazze ne İsrail ne de Türkiye için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Varsın umutlar kanla yıkansın.
Ey Mavi Marmara, sen her ne kadar farkında olmasan da biz her ne kadar ara sıra yerden yere vursak da sen bu ülkenin Dışişleri Bakanı’nın, Başbakanı’nın cansiparane sahiplendiği bir sivil başkaldırının adısın. Bu halinle dünyaya bir meydan okumanın, başkalarının kulluk ettiği devletlere karşı çıkmanın da ilk kıvılcımısın. Türk dış politikasında bir ezberi bozdun. İsrail ve ABD’ye biat etmeyi marifet bilenlerin dengesini allak bullak ettin. Varsın bu celallenmeler, bu meydan okumalar şimdilik cirmi kadar yer yakmamış olsun. Ne gam!
Sen bir ülkenin, bir başka unutulmuş ülkeye giden masal gemisi oldun. İnsanlar insanlara kavuşamasalar da nasıl ulaşabilecekleri umutlara rota tuttun.
Bu uğurda şen gittin, yaslı geldin.
Sevgili Mavi Marmara evine hoş geldin.

Yerli dizi yersiz uzun



Dizi sektöründe çalışanlar, önceki gece dizilerin gösterim sürelerinin uzunluğunu protesto etti.
Fotoğraf: UĞUR ASLANHAN / AA
Gece acı acı telefon çaldı. Arayan yönetmendi. Günlerdir dizinin o bölümünü yayına yetiştirmek için bütün ekip geceli gündüzlü çalışıyorlardı. Dizinin süresi her hafta reklam süresine göre belirleniyordu. Yani dizinin her bölümünün son ana kadar kaç dakika olacağı belli değildi. Sayfalarca senaryo yazan bir senarist dizinin süresinin bir 10 dakika daha uzatılması istendiğinde bitmiş bölüme yeni eklemeler yapıyordu. Çaresiz kalındığında ise devreye flash back yani bir önceki bölümde yaşananların eklenmesi, söylenen türkülerin uzatılması gibi olmayacak tuhaflıklar giriyordu. Korkunç bir sarmalın içinde hissediyordum kendimi. Dizi yapımcılığına soyunmuş ancak kendimi Türk televizyon gerçeğinin tam ortasında bulmuştum. Bu yüzden gecenin bir yarısı yönetmenin araması kesinlikle yeni bir felaketin habercisiydi. Yorgunluktan dizi çalışanlarının trafik kazalarında öldüğünü ya da sette patlama çatlamaların arasında bir kaza yaşandığı korkusu ile telefonu açtım. Yönetmen günlerin verdiği bezgin bir ses tonu ile “Cüneyt Bey sette çok önemli bir kriz ile karşı karşıyayız” dedi. Korkuyla “Hayırdır ne oldu yoksa bir kaza mı?” dedim. Yönetmen umutsuz bir sesle, “Hayır başrol oyuncumuz ile bir kriz yaşıyoruz. Sizin bize yolladığınız senaryoda rol icabı başroldeki erkek oyuncumuz arkasını dönüp giderken diğer başroldeki kadın oyuncumuzun da ona rol icabı hayran hayran bakacağını yazmıştınız ya…” Şaşkın bir şekilde, “Evet yazmıştık…” diyorum. Yönetmen devam ediyor, “Başroldeki kadın oyuncumuz ‘Niye ben ona hayran hayran bakacakmışım, asıl o bana hayranlıkla baksın’ diyor. Saatlerdir ikna edemiyoruz ne yapalım dersiniz?” dedi. Bir an durdum sonra şen bir kahkaha patlattım. İşte o an dizi yapımcılık kariyerimi bitirmeye karar verdiğim andır.

Gelecekten bildiriyorum
Dün “medya patronlarına gerçekten ihtiyacımız var mı” diye sormuştum. Konuya bugün de devam edelim istiyorum. Türkiye’de iPad satışları nihayet başladı. Fiyatlar pahalı gözükse de iPhone’dan ucuz… Bu arada medya devi Ruphert Murdoch iPad’de yayımlayacağı gazete için ocak ayını tarih verdi. Haftalık 1 dolar. Günlüğü 21 kuruş… Anlayacağınız gelecek çoktan kapıya dayandı. Ama bu geleceğin geldiğinden çoğumuzun haberi yok. Mesela şu anda cep telefonunuza yüklediğiniz google app. ile sesli arama yapabildiğinizi biliyor muydunuz? Yani siz bir kelime söylüyorsunuz, tak sonuçlar karşınıza geliyor. Geçen gün teknoloji ile içli dışlı bir şirketin müdürüne gösterdim hâlâ haberi yokmuş. Olaylar hızlı gelişiyor netekim. Mesela bir yerde şarap içiyorsunuz (su da olabilir). Dur bakalım bu şarap neymiş diye merak ettiniz, cep telefonunuzu çıkartıp şişenin fotoğrafını çekiyorsunuz ve anında karşınızda şişe ile ilgili arama sonuçları geliyor. Ya da bir sergide bir sanat eserine bakıyorsunuz fotoğrafını çekin, aratın, tak karşınızda sonuçlar. Şimdi böylesine hızlı bir teknolojik devrimde medyanın patronu kim? Teknoloji mi, sermaye mi, içerik mi? Bizde ertelenen sorular bunlar!