12 Eylül'de Copla tecavüz

Türkiye' de yıllardır tekrarlana tekrarlana yerleşip yaygınlaşan, ancak doğru olmayan bir kanaat var. Sanılıyor ki, 12 Eylül Darbesi geldi ve solu darmadağın etti. Sadece sol örgütlere mensup gençler toplanıp insanlık dışı işkenceler altında inletildi.

12 Eylül'de Copla tecavüz

MUHSİN YAZICIOĞLU 1 AYDAN FAZLA İŞKENCE GÖRDÜ
Bir de Diyarbakır Cezaevi'nde dönemin 'Apocu'larına veya diğer bölücü örgüt mensuplarına ağır işkenceler yapıldı. Oysa, 12 Eylül bütün gençliği sildi! Üstelik, Ankara Mamak Garnizonu'nun içinde kurulan ve adına 'C-5' denilen işkencehanede Diyarbakır Cezaevi'ndekinden çok daha fazla sayıda insana işkence yapıldı. Mesela, BBP'nin rahmetli Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, C- 5'de bir aydan daha uzun süre işkence gördü. O dönemde insanlık rafa kaldırılmıştı. 'Vicdan' kelimesi defterden silinmişti. Diyarbakır Cezaevi, kurulan işkence merkezlerinden sadece bir tanesiydi. Türkiye'nin belirli bölgelerinde son derece özel işkence merkezleri oluşturulmuştu. Özellikle ülkücü gençlerin işkence gördüğü bu merkezlerden biri İstanbul Harbiye'deydi. Diğeri, Ankara Mamak Askeri Cezaevi içindeki C-5 denilen yerdi. Adana Bölgesi'nin işkence merkezi Polis Okulu'ydu. Kayseri'de 'Zinci Dede' adı verilen bir işkence merkezi vardı. Yüzlerce, belki de binlerce genç, Malatya Emniyet Müdürlüğü'nün içindeki özel işkence merkezinden geçti. 12 Eylül Askeri Yönetimi'nin 'sağcı' olarak adlandırdığı pek çok genç, bu insanlık dışı işkencelerde hayatını kaybetti... Bekir Bağ, 1980 Yılı'nın Ekim ayında C-5'teki işkencehanede öldürüldü. 'Kendini astı' denilip gömüldü. Yine 1980 Yılı'nda Aydın Demirkol ve Mehmet Kazgan isimli 'sağcı' gençler, Malatya Emniyet Müdürlüğü'nde yapılan işkenceler sonucu hayatını kaybetti. Cezaevlerinde işkenceler hep devam etti. Hasan Alemlioğlu (1980) ve Hüseyin Kurumahmutoğlu (1986) Ankara Mamak Askeri Cezaevi'nde işkence sonucu hayatını kaybedenler arasındaydı. O günleri yaşayan ve yaşları 60-70'lere gelip dayanmış insanlar, Zeki Kaman ve Dürüst Oktay gibi Ankara'daki ünlü işkenceci polisleri bugün bile unutamıyorlar! Ankara'daki 'sağ görüşlüler' gözaltına alındıktan sonra gözleri bağlanıp, Emniyet Müdürlüğü'ne götürülüyorlardı. Ayakları iki yana açılıp, elleri ile duvara dayanıyorlardı. Sırtlarına da hayvan gibi isimleri yazılıyordu. Ardından, 'sorgucu' içeri giriyor, sırtlarındaki isimlere bakarak, avını alıp götürüyordu. Darp ve hakaret son derece normal uygulamalardı. Falakaya yatırılıyorlardı, Filistin Askısı'na asılıyorlardı. Erkeklik organından elektrik veriliyordu. Olmadı, cop sokuluyordu. Bütün bu eziyetlere direnenlerin anneleri, eşleri, kız çocukları emniyete getiriliyordu. Gözlerinin önünde çırılçıplak soyuluyordu. İnsanlık dışı uygulamalardaki bu en son noktaya direnebilen olmuyordu. Bütün suçlamalar kabul ediliyordu. Daha sonra aynı işkenceler daha uzun sürelerle C-5'te ve Mamak Askeri Cezaevi'nde devam ediyordu.

'COP SOKTULAR'
Yılma Durak, 12 Eylül 1980 öncesi 'Doğu'nun Başbuğu' olarak anılan bir isimdi. İhtilalin ardından İstanbul Harbiye'deki işkence merkezine götürüldü. Orada günlerce akıl almaz işkenceler gördü. Pek çok kemiği kırıldı, bütün vücudu alçıya alındı. Yılma Durak, Ankara 1 Numaralı Askeri Mahkemesi'nde bu işkenceleri anlatırken ağlamaya başladı. Hıçkırıkları mikrofondan bütün salonda yankılanıyordu. Hakim Albay Vural Özenirler araya girdi: - Buyurun, oturun, biraz dinlenin. Eğer konuşamayacak durumdaysanız, sorgunuzu daha sonra yaparız. Yılma Durak, güçlükle 'hayır' diyebildi. Bir müddet daha hıçkırarak ağladıktan sonra dudaklarından şu kelimeler döküldü: - Bana 'Sen erkekliğinden oldun, ama seni zevkten mahrum etmeyeceğiz' dediler. Cop soktular. Salonun içine sanki yıldırım düştü. O salonda 'tutuklu' olarak bulunan herkes, benzeri işkenceleri yaşamıştı. O günlere geri dönüp yaşadıklarını bir defa daha hatırladılar. Diğer tutuklularla birlikte arka tarafta bulunan tutuklu yakınları bağırmaya başladılar: - Allahsızlar, vicdansızlar, katiller... Öylesine bir tepki ortaya çıktı ki, jandarmalar salonda hakimiyeti sağlayamaz oldu. Duruşmaya ara verilmek zorunda kalındı.

220 İDAM
Bugün Ergenekon için 'Asrın Davası' değerlendirmelerini yapanlar var. Oysa, 12 Eylül 1980'in ardından açılan davalara bakıldığında Ergenekon'un esamisi bile okunmaz. Dev-Yol, Dev- Sol ve MHP davalarında çok daha fazla sanık yargılandı; çok daha ağır cezalar istendi. MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası'nın 587 sanığı vardı. Askeri Savcı Nurettin Soyer, sanıkların 220'sinin idam cezasına çarptırılmasını istiyordu. İdamı istenenlerin arasında Başbakan Yardımcılığı yapmış olan Alparslan Türkeş de bulunuyordu. O gün haklarında idam istenen Agah Oktay Güner, Yaşar Okuyan, Namık Kemal Zeybek, Sadi Somuncuoğlu gibi isimler, serbest bırakıldıktan sonra çeşitli partilerden siyasete girdiler ve bakanlık koltuğuna kadar yükseldiler. Gazeteci Taha Akyol da 12 Eylül yönetiminin idamını istediği isimler arasında yer alıyordu.

BİR 12 EYLÜL KLASİĞİ
12 Eylül yönetimi, MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan ve arkadaşlarını da yargıladı. CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit de ihtilal yönetimine karşı geldiği için sanık sandalyesine oturtuldu. Ancak, en ağır darbeyi yiyen Alparslan Türkeş ve arkadaşlarıydı. MHP'nin 40 kişilik Genel İdare Kurulu'ndan 16'sının idamı isteniyordu. Ancak, ortada bir gariplik vardı. Emekli binbaşı İhsan Karaçan, ihtilalden önce MHP'nin GİK üyesiydi. Üstelik, her toplantıda son derece ağır ve tahrik kokan konuşmalar yapıyor, 'Bu komünistleri yok etmek, temizlemek lazım' türünden sözler söylüyordu. Buna rağmen adı iddianamede bile yoktu. Tanık olarak dahi hakim karşısına çıkmadı. Geçmişte MSP'de de Tokat Milletvekilliği yapan İhsan Karaçan sırra kadem basmıştı! Asker kökenli ve tahrikçi bu siyasetçi hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Bu durum darbenin mantığına uyuyordu ve tam bir 12 Eylül klasiğiydi!

ŞAHİNKAYA'YA 'YÜRÜ YA KULUM!'
12 Eylül Darbesi'nin mimarı Kenan Evren'in sürekli olarak tekrarladığı bir iddia var. Evren'den 29 yıldır aynı sözleri duyuyoruz: 12 Eylül müdahalesi ile ülkeyi kurtardık!
O günden bu yana Evren ve arkadaşlarının ülkeyi kurtarıp kurtarmadıkları tartışılıyor. Ancak, tartışmasız bir gerçek var ki, o da dönemin Milli Güvenlik Konseyi Üyesi Tahsin Şahinkaya'nın kendisini çok iyi kurtardığı!
Şahinkaya'nın ailesi, yıllar önce Trabzon'a bağlı Düzköy'de yaşıyordu. Son derece fakir bir bölge olan Düzköy'de yaşayan herkes gibi onlar da açlık sınırında bir hayat sürüyorlardı. Yaşadıkları yerin şartları o kadar kötüydü ki, Şahinkaya Ailesi'nin bir bölümü hayatını devam ettirebilmek için Amasya'nın Merzifon İlçesi'ne göç etmek zorunda kaldı. Tahsin Şahinkaya da Merzifon'da dünyaya geldi.

DÜNYANIN EN ZENGİN 50 GENERALİ
Askeri okula giren ve zaman içinde Hava Kuvvetleri Komutanlığı'na kadar yükselen Şahinkaya, 12 Eylül Darbesi ile birlikte Milli Güvenlik Konseyi Üyesi sıfatını kazandı. Türkiye'nin en güçlü 5 ismi arasında yer aldı.
Dünyaca ünlü TİME Dergisi'nin araştırmasına göre, Tahsin Şahinkaya aynı zamanda 'Dünyanın en zengin 50 generali' arasında. Çünkü, O'na 'Yürü ya kulum' denildi!

Tabii ki Türkiye'de bir ihtilal yönetimi vardı ve Tahsin Şahinkaya'nın nerelerde yürüdüğü ve hangi yolları kat ettiği araştırılamadı. Ancak, fısıltı gazetelerinde adı bir seramik firması ile birlikte anılır oldu. Ayrıca, bütün Türkiye F-16 uçaklarının alımı sırasında verildiği iddia edilen 23 milyon dolarlık rüşvetle Tahsin Şahinkaya'nın ismini bir arada andı.

Şahinkaya'nın bu önlenemez yükselişi ve dünyanın en zengin 50 generali ardında yer almasının ardındaki gerçek bir türlü ortaya çıkmadı. Ne olmuştu da ekmek parası bulabilmek için memleketini terk eden yoksul ailenin çocuğu 'Dünyanın en zengin 50 generalinden biri' olma sıfatını kazanmıştı? Bu soruya hiçbir zaman cevap verilemedi. Tahsin Şahinkaya'nın baş döndürücü yükselişi, o günden bu yana bir muamma olarak kaldı!

ÜLKÜCÜLERLE SOLCULAR İLK DEFA BİRLİKTE AĞLADILAR
İhtilalle birlikte Mamak Askeri Cezaevi'nde uygulanan program da değiştirilmişti. Artık cezaevinin herhangi bir askeri kışladan farkı kalmamıştı. Sabah 06:00'da koğuşa giren bir er bağırıyordu: - Koğuş kalk, koğuş kalk... Herkes, saat 07:00'ye kadar tıraşını bitirip, kahvaltısını yapmak zorundaydı. Çünkü, 07:00'de 'ameli eğitim' başlıyordu. Ülkücü ve solcu gençler, koğuşlarda boy sırasına giriyorlardı. Sol ayaklarından başlayarak yerinde sayıyorlardı: 'Her şey vatan için, her şey vatan için / Ne mutlu Türk'üm diyene, ne mutlu Türk'üm diyene / En büyük Türk Atatürk, en büyük Türk Atatürk.' Aralarında yaşını başını almış insanların da bulunduğu bütün koğuş, çocuklar gibi eğitilmeye çalışılıyordu! 'Ameli' ve 'nazari' eğitimler 50 dakikalık sürelerle tekrarlanıyor, aralarda 10 dakika istirahat veriliyordu. 'Nazari eğitimlerde' emekli general Hüseyin Cevizoğlu'nun Atatürk İlke ve İnkılapları kitabı devreye giriyordu. Koğuş kıdemlisi veya yardımcısı kitabı eline alıp, bağıra bağıra okuyordu. Öğle yemeği için bir saat ara veriliyor, eğitim saat 19:00'da sona eriyordu. Akşam yemeğinden sonra yine tıraş faslı vardı. Herkes günde iki defa sakal tıraşı olmak zorundaydı. Saat 21:00'de 'koğuş yat' komutu ile yataklara girilmesi mecburiydi. Tutuklular günde üç defa sayılıyor, öğlenleri 20 dakika süre ile havalandırmaya çıkarılıyorlardı. Sayım ve havalandırmalara 'zulüm vakti' demek daha doğruydu. Her sayım ve havalandırmada herkes asgariden 5 defa coplanıyordu. Sayım sırasında bir de 'tıraş muayenesi' yapılıyordu. Görevli erler, ellerine aldıkları pamukları gençlerin yüzlerine sürüyorlardı. Kimin yüzünde pamuk kalırsa, saldırıya uğruyordu: - Neden adam gibi tıraş olmadın lan! Ardından coplar inip kalkıyordu. Komutanları tarafından erlere verilen komut açık ve netti: - Bunlara karşı sert, ani ve hatta hayvani olacaksın. Vuracaksın, döveceksin, kıracaksın! Ortaya çıkan görüntü, toplama kamplarından farksızdı. Askerler, gençlere her gün dayak atmakla kalmıyor, kendi aralarında iddialaşıyorlardı. O gün de iri yarı bir ülkücü olan Cafer Birtürk üzerine iddiaya giriştiler:

- Ben onu bir yumrukta yıkarım.
- Hayır, yıkamazsın - Var mısın kolasına iddiaya? - Varım ulan! 'Ben onu yıkarım' diyen er, Cafer Birtürk'e vurmaya başladı. Ancak, Cafer sağ ayağını geriye doğru atarak güç kazanmıştı ve bir türlü yıkılmıyordu. İnat etti ve dayak yemeği kendine yediremediği için düşmedi. Defalarca yumruk yedi, ama yıkılmadı. Buna rağmen, olayın ardından revire kaldırıldı. Çünkü, üzüntüden kalp spazmı geçirmişti. Yediği yumruklardan çok düştüğü duruma kahretmişti. Eğer şartlar farklı olsaydı, kendisine vuran o eri bir yumrukta hastanelik etmesi işten bile değildi! Yine o günlerde Mahir Damatlar, Emir Kuşdemir, Erdal Ak, Kenan Ekin, Burhan Emüştekin, Ercan Koç ve Bekir Bağ gibi ülkücüler tutuklanmış ve C-5'te işkenceye alınmışlardı. En ağır işkence Mahir Damatlar'a yapılıyordu. Neredeyse 24 saat askıda sallanıyordu. 17 yaşındaki Bekir Bağ ise, gördüğü işkencelere dayanamadı. Askerler telaş içinde koşuşturmaya başladılar. Arkadaşlarını hücreden çıkarıp, Bekir Bağ'ın yanına götürdüler: - Arkadaşınız kendini astı. Oysa bu mümkün değildi. Buna rağmen kimse yorum yapmadı. Sadece 'Biz aptal mıyız?' dercesine askerlerin yüzüne baktılar. O gece A Blok'taki ülkücüler Bekir Bağ için Yasin okumaya karar verdiler. Oysa, Mamak'ta böyle bir uygulama olamazdı. İç Hizmet Yönetmeliği'ne göre, bu büyük bir suçtu. Alınan karar, 'isyan' anlamına geliyordu. Askerler anında harekete geçtiler. Gençler ise, üzerlerine inip kalkan coplara rağmen susmuyorlardı: - Yasin Vel Kuran-il Hakiym... İlginçtir, o sırada solcu gençler de harekete geçip, ülkücülere destek verdiler. Onlar da cezaevi idaresine isyan bayrağını açtılar.

'ARKADAŞLARINIZI ASTIK, AFİYET OLSUN'
1980 yılının 7 Ekim'ini 8 Ekim'e bağlayan gecesiydi. Solcu Necdet Adalı ve ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu intiharı önlemek için yapılan ve duvarları deri ile kaplanan özel 'idam hücrelerinden' alındılar. İdam cezaları TBMM'de onaylanmış ve infaz vakti gelmişti. Mamak Askeri Cezaevi'nde asılarak idam edildiler. Ertesi sabah askerler koğuşlara gitti ve herkese kola dağıttı. Bütün cezaevi şaşkındı; çünkü böyle bir uygulama ilk olarak yapılıyordu. Buna rağmen, kimse kola ikramının sebebini sormaya cesaret edemedi. Çok geçmeden kola dağıtımının altındaki gerçek aydınlandı... Bir er 'afiyet olsun' dedi: - Dün gece arkadaşlarınızı astık! Herkes donup kalmıştı. Kimseden çıt çıkmadı. Mamak Askeri Cezaevi'nde tam bir şok yaşanıyordu. Yaklaşık 10 dakikalık bir sessizlik oldu. Ardından 'ameli eğitim' denilen ders başladı. Ancak, kimse kendini derse veremiyordu. Solcusuyla ülkücüsüyle herkesin gözünden yaşlar süzülüyordu. Ülkücülerle solcular ilk defa birlikte ağlıyordu.