Prof. Dr. İlber Ortaylı Açıklaması 'Ehl-İ Beyt'i En Doğru Anlayan Millet Türklerdir'
Akdeniz Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi, Elmalı Belediyesi, Akdeniz Kültür Eğitim ve İletişim Kulübü (AKİK) ve Sinân-ı Ümmî Kültür ve Sanat Derneği tarafından bu yıl 12.’si düzenlenen “Hz. Muhammed’in Ev Halkı: Ehl-i Beyt” temalı Elmalı’nın Canları İrfan ve Sevgi Sempozyumu’na katılmak üzere Elmalı’ya gelen ünlü tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı, “Ehl-i Beyt” kavramının ortaya çıkışı ve tarihi gelişim süreciyle ilgili bilgiler verdi.
Kur’ân-ı Kerîm’de Ehl-i Beyt’in sadece bir yerde zikredildiğine dikkat çeken Ortaylı, konunun Hadîs-i şerîflerle şekillendiğini belirtti.
“Ehl-i Beyt mi üstündür, yoksa evliyâullah mı?” şeklindeki tartışmaları “yersiz ve saçma” olarak niteleyen Prof. Dr. İlber Ortaylı sözlerine şöyle devam etti: “Bunları münakaşa konusu haline getirmek lüzumsuzdur. Nitekim Türkler, Ehl-i Beyt’i mübarek saymışlardır. Ali, Fatma, Ayşe, Hasan, Hüseyin, hattâ Hasan Hüseyin ikisi bir arada, Ömer, Ebubekir, Osman, hattâ Ali Osman gibi ayırım yapmaksızın pek çok isim konulmuştur. İlk dönem olaylarıyla ilgili tartışmalar olmasına rağmen Türkler Ehl-i Beyte her zaman en büyük saygıyı göstermişlerdir.”
Anadolu’nun Türkleşmesinde Anadolu evliyalarının rolünün çok büyük olduğunu, bu sürecin 12., 13. asırdan başlayarak 17., 18. asra kadar devam ettiğini hatırlatan Prof. Dr. Ortaylı, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Mutasavvıflar, bu toprakların bizim olması için öncü birlikler gibi bir işlev görmekle birlikte, aynı zamanda bu toprakların bizim kalmasında da en etkili güç olmuşlardır. Bizim kültürümüzde ilim, okuma ve yazmadan ziyade sözle, konuşmayla, edebiyatla, dinlemek yoluyla kulaktan elde edilmiş ve Anadolu erenleri aracılığıyla geniş halk kitlelerine kadar ulaşabilmiştir. Bildiğiniz gibi Hz. Peygamber ’ümmî’ idi. Sinân-ı Ümmî diyoruz, Vâhib-i Ümmî diyoruz. Tabiî bu zâtlar câhil kimselerdi demek değil bu. Esâsen kendileri hem âlim, hem de ârif kişiler; ama ilim öğretmeleri, dille, edebiyatla, şiirle, sözle, kulaktan vermek ve ezberlemek suretiyle olmuştur; kitabetle, yazmayla değil. Yazmak, daha nâdir ve özel kimseler için geçerliydi. İşte Sinân-ı Ümmî gibi, Mevlânâ Hz. gibi zâtlar, sohbetleriyle, vaazlarıyla ve söyledikleri nutk-ı şeriflerle geniş kitleler üzerinde etkili olmuşlardır. Bugün hâlâ Vâhib-i Ümmî Hz.’nin, Sinân-ı Ümmî Hz.’nin Dîvan’larını okuyoruz; Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sini okuyor bütün dünya. Dolayısıyla edebiyatımızın ve Anadolu’nun Türk yurdu haline gelmesinde en önemli etken tasavvuf hareketidir. Elmalı’nın içinde bulunduğu Hamid ve Teke yöresinde de durum aynıdır. Selçuklular’dan beri dinin yayılması için batıdaki misyonerlik faaliyetleri tarzında bir politika hiç olmamıştır. Dinin yayılması vazifesini hep mutasavvıflar, Anadolu evliyâsı yürütmüştür. Bu çok önemli bir husustur.”
"Din, tasavvufla yaşanır ve ayakta kalır"
Tarihteki Kâdızâleliler – Sivâsîler arasındaki tartışmalara da dikkat çeken Prof. Dr. İlber Ortaylı sözlerini şöyle tamamladı: “Bu Kâdızâdeliler, fevkalâde –bugünkü tabirle pek sevmiyorum ama– ’fundamantalist / radikal’ tipler. Her şeye bid’at diyen, tasavvufa falan bid’at diyen; ama bir taraftan da her türlü bid’atları kendileri uyduran adamlar bunlar. Abdülmecîd-i Sivâsî Hz.’nin bunlara karşı, tarîkatlar ve sûfîlerin yaşam biçimi konusundaki tasavvuf savunusu çok değerlidir. Halbuki tasavvufta hep şeriat esas olmuştur. Çizgi dışına çıkanları da çeşitli yollarla esasen bizzat ehl-i tasavvuf terbiye etmiştir. Bunu ehli gayet iyi bilir. Din, tasavvufla yaşanır ve ayakta kalır. Bu bütün dinler için geçerlidir aslında. Derunî / mânevî yönü olmayan hiçbir din ayakta kalamaz. Tarihte olduğu gibi bugün de insanları tasavvufî yaşam ayakta tutar. Tabiî çok kötü örnekler de yaşandı maalesef, tasavvuf kullanılarak. Ama bunu yapanlar zaten tasavvuf erbabı değildiler. FETÖ yapılanması meselâ bir tarîkat değildir; tasavvufla da alâkaları yoktur. Bu bir cemaattır; bütün dinlerde bu tür sapkın cemaatler vardır. Bunlar tarîkata benzeyen, yapma yollar, çakma yöntemler kullanan yapılardır. Bunlar tarîkat değildir, tasavvuf hiç değildir. Yapılması gereken, ilmî yollarla araştırmalar yaparak, işte bugün Elmalı’da yapılan Elmalı’nın Canları sempozyumu gibi bu tür çalışmalarla doğruyu ve hakîkati ortaya koymaktır. Bu vesileyle beni buraya davet eden sempozyum heyetine de teşekkürlerimi sunuyorum.”
Kaynak: İHA
“Ehl-i Beyt mi üstündür, yoksa evliyâullah mı?” şeklindeki tartışmaları “yersiz ve saçma” olarak niteleyen Prof. Dr. İlber Ortaylı sözlerine şöyle devam etti: “Bunları münakaşa konusu haline getirmek lüzumsuzdur. Nitekim Türkler, Ehl-i Beyt’i mübarek saymışlardır. Ali, Fatma, Ayşe, Hasan, Hüseyin, hattâ Hasan Hüseyin ikisi bir arada, Ömer, Ebubekir, Osman, hattâ Ali Osman gibi ayırım yapmaksızın pek çok isim konulmuştur. İlk dönem olaylarıyla ilgili tartışmalar olmasına rağmen Türkler Ehl-i Beyte her zaman en büyük saygıyı göstermişlerdir.”
Anadolu’nun Türkleşmesinde Anadolu evliyalarının rolünün çok büyük olduğunu, bu sürecin 12., 13. asırdan başlayarak 17., 18. asra kadar devam ettiğini hatırlatan Prof. Dr. Ortaylı, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Mutasavvıflar, bu toprakların bizim olması için öncü birlikler gibi bir işlev görmekle birlikte, aynı zamanda bu toprakların bizim kalmasında da en etkili güç olmuşlardır. Bizim kültürümüzde ilim, okuma ve yazmadan ziyade sözle, konuşmayla, edebiyatla, dinlemek yoluyla kulaktan elde edilmiş ve Anadolu erenleri aracılığıyla geniş halk kitlelerine kadar ulaşabilmiştir. Bildiğiniz gibi Hz. Peygamber ’ümmî’ idi. Sinân-ı Ümmî diyoruz, Vâhib-i Ümmî diyoruz. Tabiî bu zâtlar câhil kimselerdi demek değil bu. Esâsen kendileri hem âlim, hem de ârif kişiler; ama ilim öğretmeleri, dille, edebiyatla, şiirle, sözle, kulaktan vermek ve ezberlemek suretiyle olmuştur; kitabetle, yazmayla değil. Yazmak, daha nâdir ve özel kimseler için geçerliydi. İşte Sinân-ı Ümmî gibi, Mevlânâ Hz. gibi zâtlar, sohbetleriyle, vaazlarıyla ve söyledikleri nutk-ı şeriflerle geniş kitleler üzerinde etkili olmuşlardır. Bugün hâlâ Vâhib-i Ümmî Hz.’nin, Sinân-ı Ümmî Hz.’nin Dîvan’larını okuyoruz; Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sini okuyor bütün dünya. Dolayısıyla edebiyatımızın ve Anadolu’nun Türk yurdu haline gelmesinde en önemli etken tasavvuf hareketidir. Elmalı’nın içinde bulunduğu Hamid ve Teke yöresinde de durum aynıdır. Selçuklular’dan beri dinin yayılması için batıdaki misyonerlik faaliyetleri tarzında bir politika hiç olmamıştır. Dinin yayılması vazifesini hep mutasavvıflar, Anadolu evliyâsı yürütmüştür. Bu çok önemli bir husustur.”
"Din, tasavvufla yaşanır ve ayakta kalır"
Tarihteki Kâdızâleliler – Sivâsîler arasındaki tartışmalara da dikkat çeken Prof. Dr. İlber Ortaylı sözlerini şöyle tamamladı: “Bu Kâdızâdeliler, fevkalâde –bugünkü tabirle pek sevmiyorum ama– ’fundamantalist / radikal’ tipler. Her şeye bid’at diyen, tasavvufa falan bid’at diyen; ama bir taraftan da her türlü bid’atları kendileri uyduran adamlar bunlar. Abdülmecîd-i Sivâsî Hz.’nin bunlara karşı, tarîkatlar ve sûfîlerin yaşam biçimi konusundaki tasavvuf savunusu çok değerlidir. Halbuki tasavvufta hep şeriat esas olmuştur. Çizgi dışına çıkanları da çeşitli yollarla esasen bizzat ehl-i tasavvuf terbiye etmiştir. Bunu ehli gayet iyi bilir. Din, tasavvufla yaşanır ve ayakta kalır. Bu bütün dinler için geçerlidir aslında. Derunî / mânevî yönü olmayan hiçbir din ayakta kalamaz. Tarihte olduğu gibi bugün de insanları tasavvufî yaşam ayakta tutar. Tabiî çok kötü örnekler de yaşandı maalesef, tasavvuf kullanılarak. Ama bunu yapanlar zaten tasavvuf erbabı değildiler. FETÖ yapılanması meselâ bir tarîkat değildir; tasavvufla da alâkaları yoktur. Bu bir cemaattır; bütün dinlerde bu tür sapkın cemaatler vardır. Bunlar tarîkata benzeyen, yapma yollar, çakma yöntemler kullanan yapılardır. Bunlar tarîkat değildir, tasavvuf hiç değildir. Yapılması gereken, ilmî yollarla araştırmalar yaparak, işte bugün Elmalı’da yapılan Elmalı’nın Canları sempozyumu gibi bu tür çalışmalarla doğruyu ve hakîkati ortaya koymaktır. Bu vesileyle beni buraya davet eden sempozyum heyetine de teşekkürlerimi sunuyorum.”