GÖRÜŞ - Twitter Darbesine Karşı Facetime Hamlesi
Ne yazık ki Türkiye'de neredeyse başka demokrat bulunmadığından, Türk demokrasisini muhafaza etme sorumluluğu tastamam AK Parti'nin omuzlarında ve Batı'nın Türkiye'de demokrasiyi savunmasını beklemek de beyhude. Batı Mısır'da da, Irak'ta da, Suriye'de de demokrasiyi savunmadı. Erdoğan'ın FaceTime müdahalesi, darbenin tepetaklak edilmesine vesile oldu ve bu durum, etkili iletişimin Türk demokrasisini, bu demokrasi karşısındaki en ciddi tehdit unsuru olan yanlış bilgilendirme ve terörizm gibi antidemokratik unsurlardan muhafaza etmek kadar önemli olduğunu gösterdi
ABDULVEHHAB EL-EFENDİ - Mart 2014'te hükumetin Twitter'a erişimi sınırlandırma sebebine dair söylentiler Türkiye'de alıp yürümüşken İstanbul'da bulunuyordum. (Çoğu Erdoğan ve hükumetinden nefret eden) Türk meslektaşlarımdan biri, kısıtlama sebebi hakkında kendi versiyonunu sundu: Üst düzey bir hükumet yetkilisinin itibarına gölge düşürecek 'seks' görüntüleri yayınlanmıştı. Bu yapılan, muhalefetin umutsuzluğunun bir işaretiydi: Muhalefet, AK Parti hükumetini istikrarsızlaştırmak için, ümitlerini başkalarının yatak odalarına bağlamaya başlamıştı.
Meğerse 'Twitter hadisesi', arkasındaki karanlık grup açısından çok daha ciddi ve tahrip edici bir olaymış. Bu grup ahmakça bir çılgınlık içinde, Türkiye'nin Suriye politikasının konuşulduğu çok gizli bir hükumet toplantısının ses kaydını yayınlama kararı aldı. Bu hareketiyle, bir hükumete muhalif olmakla devletin ve devlet kurumlarının altını oymak arasındaki sınırları kaybetmiş görünüyordu. Haliyle AK Parti seçimleri kazandı ve 'Twitter komplosu'nun hedeflemiş olduğunun aksine, bir zarara uğramadı.
Ancak bu olay, görev başında bulunan ve demokratik yollardan seçilmiş hükumeti gayrimeşru göstermek için medyayı ve devlet sırlarını birer araç olarak kullanmayı planlayan uzun bir harekat zincirinin sadece bir halkasıydı. Fakat kullanılan taktikler zalimane olduğu kadar beceriksizdi de. Zira bunlar, hükumeti mahcup etmek için devlet sırlarını satan klasik ispiyoncular değillerdi. Aksine kendi dış ve güvenlik politikalarını yürüten karanlık bir gruptu, söz konusu olan. Bu yüzden, örtülü operasyonlar yapan istihbarat örgütleri hakkındaki istihbari bilgilerin önünü kesmekle yetinmediler (ki bu bizzat bir ihanettir), bir de gizli ajanların yolunu kesip 'tutuklamaya' karar verdiler! Halkın bu aktörlere 'paralel devlet' demeye başlaması şaşılacak bir hal değil. Bu hal, haddinden fazla gayretli bir Washington DC dedektifinin, Irak'a karşı 'yasadışı yollardan savaş' açma niyetlerini ifşa eden ve hukuk dışı yollarla elde edilmiş CIA ve Pentagon dosyalarına dayanarak 2002 senesinde Donald Rumsfeld'i tutuklamaya karar vermesi gibi bir şey!
Bu olaylar dizisinin akla getirdiği ilk soru, böylesine beceriksiz bir komplocu grubun, kendileri kadar beceriksiz ve yanlış yönlendirilmiş bir darbeyle neticelenen gayretlerinde, neden ve nasıl ısrarcı oldukları ve hatta Türk demokrasisini kötü göstermekte nasıl muvaffak olabildikleri. Bu sorunun cevabı, AK Parti'nin bazı politikalarından ve kendi hedeflerinden yardım almış olduğudur. Özellikle Mayıs 2013'teki Gezi Parkı protestoları sırasında gerçekleşen 'talihsiz olaylar', AK Parti karşıtları için birer nimet oldu. İşe bakın ki, bu komplocu gruba karşı alınmış meşru tavır, birçok kişi tarafından anti-demokratik olarak sunuldu. Suriye krizinin felaket niteliğindeki seyri ve Türkiye'nin bu konudaki ilkeli duruşunun neticesinde omuzladığı dengesiz yük de AK Parti'nin rakipsiz ekonomik ve diplomatik başarı imajını olumsuz etkiledi.
Erdoğan'ı güç peşindeki bir diktatör olarak resmeden anlatı, dünya medyasında baskınlığı giderek artan bir anlatı haline geldi. Hatta bazıları, bunun üstüne, Türkiye'nin önemli bir DAEŞ destekçisi olduğu hikâyesini de ekledi. Bu anlatılar o derecede kabul gördü ki PKK, Ekim 2015'te DAEŞ'in Ankara'da Kürt aktivistlere yönelik terör saldırısının intikamını alma bahanesiyle, Türk devletine karşı terör saldırılarına yeniden başlayınca, uluslararası kamuoyundan bu terör saldırılarına yönelik pek bir eleştiri gelmedi (demek ki terörizmin haklı olabileceğini sadece Müslüman 'radikaller' savunmuyormuş).
Darbeciler de tıpkı teröristler gibi, kendi propagandalarına ve bu propagandanın dünya çapındaki yansımalarına kandılar. Daha da önemlisi, AK Parti hükumetine yönelik 'kınamalar' darbe girişimden sonra dahi devam etti. Bir yorumcu attığı “tweet”te, başarısız olan darbeden sonraki üç gün boyunca Erdoğan'a yönelik gelen eleştirilerin, (Mısırlı diktatör Abdülfettah) Sisi'ye son üç senede yöneltilen eleştirilerden çok daha fazla olduğunu ifade etti. Başka biri de “Son beş senede Esed'e yöneltilenden dahi fazla” olduğunu yazdı. Mısır'da Mursi'nin uluslararası medya tarafından şeytanlaştırılmasının darbenin yolunu açmış olmasının bir benzeri Türkiye'de de vuku buldu (mesela Sisi nadiren 'otoriter' olarak tarif ediliyor, faşist Netanyahu için de geçerli bu durum).
Ancak bu durum için ağlayıp sızlanmanın yahut 'çifte standartlar' hakkında konuşup durmanın hiçbir faydası yok. Darbe planlarının “tweet”ler ve görüş yazılarından doğmuş olması gibi, demokratik meşruiyet mücadelesi de medyada kazanılacaktır. Erdoğan'ın FaceTime müdahalesi, darbenin tepetaklak edilmesine vesile oldu ve bu durum, etkili iletişimin Türk demokrasisini, bu demokrasi karşısındaki en ciddi tehdit unsuru olan yanlış bilgilendirme ve terörizm gibi anti-demokratik unsurlardan muhafaza etmek kadar önemli olduğunu gösterdi. Fakat iletişim savaşı, demokrasi düşmanlarının argümanlarına karşı koyarak kazanılmalı, çanlarına ot tıkayarak değil.
Bir başka önemli faktör de demokrasi yanlısı güçleri birleştirmektir. Darbe sonrası seferberlik, bunun nasıl yapılabileceğini göstermiştir. Bundan önce AK Parti, Türkiye'nin tek gerçek demokratik partisi olmasından dolayı halk desteğini kazanmıştı, zira Türklerin refahından başka bir gündemi yok. Kendisi de Kemalist otoriterliğin mağduru olan AK Parti, sistemdeki tıkanıklığı açabilmek için çok çalıştı. Diğer tüm partiler ise ya diktatörlük geçmişiyle ya da şovenizmle lekelenmiş bir halde azınlıkların savunmasını yapıyor. AK Parti Kürtlerin ve diğer azınlıkların haklarını savunan ilk parti oldu. PKK'yla girişilen barış süreci cesaretli olduğu ölçüde yaratıcıydı da. Ne yazık ki Kürt yanlısı partiler (geçen yaz Meclisin askıda kaldığı süreçte) AK Parti ile koalisyon ortağı olmak yerine, her zaman Kürt haklarını inkar etmiş olan Kemalistlerle ittifak yapmayı tercih etti. Erdoğan'ın otoriterliğini kınarken, bir yandan PKK terörizminin hiç pişmanlık duymayan destekçileri, diğer yandan ise Putin ve Esed'in taraftarı olmaya devam ediyorlar! Bundan daha ifşa edici hal ise Batı'daki kanaat önderlerinin büyük çoğunluğunun aynı tavrı benimsemiş görünmesi.
Bununla birlikte, ne yazık ki Türkiye'de neredeyse başka demokrat bulunmadığından, Türk demokrasisini muhafaza etme sorumluluğu tastamam AK Parti'nin omuzlarında ve Batı'nın Türkiye'de demokrasiyi savunmasını beklemek de beyhude. Batı Mısır'da da, Irak'ta da, Suriye'de de demokrasiyi savunmadı. AK Parti darbecilere karşı aşırı sert tedbirler almaya sürüklenmemelidir. Gülencilerin bazı rakipleri, onlardan kurtulmak için AK Parti'yi kullanmak istiyor, aynen Gülencilerin, laik rakiplerine karşı kendi savaşlarında vuruşması için vaktiyle AK Parti'yi kışkırtmış olduğu gibi. AK Parti her iki tuzağa da düşmemelidir. Gülen hareketinin eski sempatizanları, şayet hareketin karanlık geçmişiyle aralarını net bir şekilde ayırır ve eski liderlerinin kirli taktiklerini kınarlarsa, demokratik sürecin bir parçası olmalarını izin verilmelidir.
Özetle, AK Parti her zaman olageldiği gibi, Türk demokrasisinin ana savunucusu olma kimliğini muhafaza etmeli. Güvensizlik hissinin, kendisini, bu vasfına leke sürecek ve demokrasiyi garı-meşru kılmak isteyenlere cesaret verecek taktiklere itmesine müsaade etmemeli.
Mütercim: Ömer Çolakoğlu
[Abdulvehhab el-Efendi, Doha Enstitüsü'nde Lisansüstü Eğitim alanında Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Programı Başkanı]
Kaynak: AA
Meğerse 'Twitter hadisesi', arkasındaki karanlık grup açısından çok daha ciddi ve tahrip edici bir olaymış. Bu grup ahmakça bir çılgınlık içinde, Türkiye'nin Suriye politikasının konuşulduğu çok gizli bir hükumet toplantısının ses kaydını yayınlama kararı aldı. Bu hareketiyle, bir hükumete muhalif olmakla devletin ve devlet kurumlarının altını oymak arasındaki sınırları kaybetmiş görünüyordu. Haliyle AK Parti seçimleri kazandı ve 'Twitter komplosu'nun hedeflemiş olduğunun aksine, bir zarara uğramadı.
Ancak bu olay, görev başında bulunan ve demokratik yollardan seçilmiş hükumeti gayrimeşru göstermek için medyayı ve devlet sırlarını birer araç olarak kullanmayı planlayan uzun bir harekat zincirinin sadece bir halkasıydı. Fakat kullanılan taktikler zalimane olduğu kadar beceriksizdi de. Zira bunlar, hükumeti mahcup etmek için devlet sırlarını satan klasik ispiyoncular değillerdi. Aksine kendi dış ve güvenlik politikalarını yürüten karanlık bir gruptu, söz konusu olan. Bu yüzden, örtülü operasyonlar yapan istihbarat örgütleri hakkındaki istihbari bilgilerin önünü kesmekle yetinmediler (ki bu bizzat bir ihanettir), bir de gizli ajanların yolunu kesip 'tutuklamaya' karar verdiler! Halkın bu aktörlere 'paralel devlet' demeye başlaması şaşılacak bir hal değil. Bu hal, haddinden fazla gayretli bir Washington DC dedektifinin, Irak'a karşı 'yasadışı yollardan savaş' açma niyetlerini ifşa eden ve hukuk dışı yollarla elde edilmiş CIA ve Pentagon dosyalarına dayanarak 2002 senesinde Donald Rumsfeld'i tutuklamaya karar vermesi gibi bir şey!
Bu olaylar dizisinin akla getirdiği ilk soru, böylesine beceriksiz bir komplocu grubun, kendileri kadar beceriksiz ve yanlış yönlendirilmiş bir darbeyle neticelenen gayretlerinde, neden ve nasıl ısrarcı oldukları ve hatta Türk demokrasisini kötü göstermekte nasıl muvaffak olabildikleri. Bu sorunun cevabı, AK Parti'nin bazı politikalarından ve kendi hedeflerinden yardım almış olduğudur. Özellikle Mayıs 2013'teki Gezi Parkı protestoları sırasında gerçekleşen 'talihsiz olaylar', AK Parti karşıtları için birer nimet oldu. İşe bakın ki, bu komplocu gruba karşı alınmış meşru tavır, birçok kişi tarafından anti-demokratik olarak sunuldu. Suriye krizinin felaket niteliğindeki seyri ve Türkiye'nin bu konudaki ilkeli duruşunun neticesinde omuzladığı dengesiz yük de AK Parti'nin rakipsiz ekonomik ve diplomatik başarı imajını olumsuz etkiledi.
Erdoğan'ı güç peşindeki bir diktatör olarak resmeden anlatı, dünya medyasında baskınlığı giderek artan bir anlatı haline geldi. Hatta bazıları, bunun üstüne, Türkiye'nin önemli bir DAEŞ destekçisi olduğu hikâyesini de ekledi. Bu anlatılar o derecede kabul gördü ki PKK, Ekim 2015'te DAEŞ'in Ankara'da Kürt aktivistlere yönelik terör saldırısının intikamını alma bahanesiyle, Türk devletine karşı terör saldırılarına yeniden başlayınca, uluslararası kamuoyundan bu terör saldırılarına yönelik pek bir eleştiri gelmedi (demek ki terörizmin haklı olabileceğini sadece Müslüman 'radikaller' savunmuyormuş).
Darbeciler de tıpkı teröristler gibi, kendi propagandalarına ve bu propagandanın dünya çapındaki yansımalarına kandılar. Daha da önemlisi, AK Parti hükumetine yönelik 'kınamalar' darbe girişimden sonra dahi devam etti. Bir yorumcu attığı “tweet”te, başarısız olan darbeden sonraki üç gün boyunca Erdoğan'a yönelik gelen eleştirilerin, (Mısırlı diktatör Abdülfettah) Sisi'ye son üç senede yöneltilen eleştirilerden çok daha fazla olduğunu ifade etti. Başka biri de “Son beş senede Esed'e yöneltilenden dahi fazla” olduğunu yazdı. Mısır'da Mursi'nin uluslararası medya tarafından şeytanlaştırılmasının darbenin yolunu açmış olmasının bir benzeri Türkiye'de de vuku buldu (mesela Sisi nadiren 'otoriter' olarak tarif ediliyor, faşist Netanyahu için de geçerli bu durum).
Ancak bu durum için ağlayıp sızlanmanın yahut 'çifte standartlar' hakkında konuşup durmanın hiçbir faydası yok. Darbe planlarının “tweet”ler ve görüş yazılarından doğmuş olması gibi, demokratik meşruiyet mücadelesi de medyada kazanılacaktır. Erdoğan'ın FaceTime müdahalesi, darbenin tepetaklak edilmesine vesile oldu ve bu durum, etkili iletişimin Türk demokrasisini, bu demokrasi karşısındaki en ciddi tehdit unsuru olan yanlış bilgilendirme ve terörizm gibi anti-demokratik unsurlardan muhafaza etmek kadar önemli olduğunu gösterdi. Fakat iletişim savaşı, demokrasi düşmanlarının argümanlarına karşı koyarak kazanılmalı, çanlarına ot tıkayarak değil.
Bir başka önemli faktör de demokrasi yanlısı güçleri birleştirmektir. Darbe sonrası seferberlik, bunun nasıl yapılabileceğini göstermiştir. Bundan önce AK Parti, Türkiye'nin tek gerçek demokratik partisi olmasından dolayı halk desteğini kazanmıştı, zira Türklerin refahından başka bir gündemi yok. Kendisi de Kemalist otoriterliğin mağduru olan AK Parti, sistemdeki tıkanıklığı açabilmek için çok çalıştı. Diğer tüm partiler ise ya diktatörlük geçmişiyle ya da şovenizmle lekelenmiş bir halde azınlıkların savunmasını yapıyor. AK Parti Kürtlerin ve diğer azınlıkların haklarını savunan ilk parti oldu. PKK'yla girişilen barış süreci cesaretli olduğu ölçüde yaratıcıydı da. Ne yazık ki Kürt yanlısı partiler (geçen yaz Meclisin askıda kaldığı süreçte) AK Parti ile koalisyon ortağı olmak yerine, her zaman Kürt haklarını inkar etmiş olan Kemalistlerle ittifak yapmayı tercih etti. Erdoğan'ın otoriterliğini kınarken, bir yandan PKK terörizminin hiç pişmanlık duymayan destekçileri, diğer yandan ise Putin ve Esed'in taraftarı olmaya devam ediyorlar! Bundan daha ifşa edici hal ise Batı'daki kanaat önderlerinin büyük çoğunluğunun aynı tavrı benimsemiş görünmesi.
Bununla birlikte, ne yazık ki Türkiye'de neredeyse başka demokrat bulunmadığından, Türk demokrasisini muhafaza etme sorumluluğu tastamam AK Parti'nin omuzlarında ve Batı'nın Türkiye'de demokrasiyi savunmasını beklemek de beyhude. Batı Mısır'da da, Irak'ta da, Suriye'de de demokrasiyi savunmadı. AK Parti darbecilere karşı aşırı sert tedbirler almaya sürüklenmemelidir. Gülencilerin bazı rakipleri, onlardan kurtulmak için AK Parti'yi kullanmak istiyor, aynen Gülencilerin, laik rakiplerine karşı kendi savaşlarında vuruşması için vaktiyle AK Parti'yi kışkırtmış olduğu gibi. AK Parti her iki tuzağa da düşmemelidir. Gülen hareketinin eski sempatizanları, şayet hareketin karanlık geçmişiyle aralarını net bir şekilde ayırır ve eski liderlerinin kirli taktiklerini kınarlarsa, demokratik sürecin bir parçası olmalarını izin verilmelidir.
Özetle, AK Parti her zaman olageldiği gibi, Türk demokrasisinin ana savunucusu olma kimliğini muhafaza etmeli. Güvensizlik hissinin, kendisini, bu vasfına leke sürecek ve demokrasiyi garı-meşru kılmak isteyenlere cesaret verecek taktiklere itmesine müsaade etmemeli.
Mütercim: Ömer Çolakoğlu
[Abdulvehhab el-Efendi, Doha Enstitüsü'nde Lisansüstü Eğitim alanında Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Programı Başkanı]