Özpetek'le Yemekteyiz

Ferzan Özpetek son filmi 'Serseri Mayınlar'da, Güney İtalya'da oğullarının eşcinsel olduğunu açıklamasıyla düzenleri bozulan bir aileyi anlatıyor. Yönetmen yine büyük bir masa etrafındaki yemekli toplantılarda karakterlerine yüzleşme ortamı oluşturuyor.

Not: Bu yazının bazı bölümleri, öykünün içindeki kimi gelişmeleri aktarmaktadır, uyarmayı bir borç biliriz...
İtalyan sinemasının efsanevi oyuncularından Ugo Tognazzi’nin, oğlu Ricky gibi yönetmenliği deneyen kızı Maria Sole Tognazzi’nin imzasını taşıyan ‘Aşka Dair’ (L’uomo che ama), ‘arıza’ ilişkiler üzerine gayet sağlam bir hikâye anlatıyordu. 10 Aralık 2009’da bizde de gösterime giren yapımda Roma’da eczacılık yapan Roberto’nun yaşadığı hastalıklı ilişki ön plana gelirken, yan öykülerden birinde de ana karakterin eşcinsel kardeşinin serüveni anlatılıyordu. Filmde Carlo, yıllardır sakladığı cinsel kimliğini, eninde sonunda ailesiyle paylaşmayı kafasını koyuyordu. Benzer bir tema Ferzan Özpetek’in son çalışması ‘Serseri Mayınlar’da (Mine vaganti) da karşımıza çıkıyor. Ne var ki Özpetek’in yapıtında bu tema bir yan öyküden çok, koca bir filmin derdi olarak göze çarpıyor.
Önce filmin konusunda kısaca dolaşalım: Güney İtalya’da Lecce şehri... Yörenin zengin ailelerinden birinin oğlu olan Tommaso, yaşadığı Roma’dan baba ocağına kısa süreli bir ziyaret gerçekleştirir. Yıllardır gizlediği eşcinselliğini artık ailesine açıklama zamanının geldiğini düşünür. Meseleyi önce ağabeyi Antonio’ya açar, daha sonra da aile meclisinin tüm üyelerinin katıldığı yemekte söz alır. Ne var ki lafa önce ağabeyi Antonio girer ve kendisinin eşcinsel olduğunu söyler. Başta babası Vincenzo olmak üzere, kimse bu ‘itiraf’a aldırış etmez, bir şaka olduğunu düşünür. Daha sonra iş ciddileşince de, baba önce Antonio’yu evden kovar, sonra da kalp krizi geçirir. Bu ortamda Tommaso, kendi ‘itiraf’ından vazgeçer. Üstelik babası onun, sahibi olduğu makarna fabrikasının yönetimini üstlenmesini istemektedir. Böylelikle genç adam, Roma’daki sevgilisine durumu aktararak bir süre Lecce’de takılır. Bu esnada, babasının fabrikasında söz sahibi olan asî karakterli alımlı bir kadın olan Alba’yla da, aralarında bir yakınlaşma başlar.

‘Masa’ da masaymış ha...
‘Çizme’deki temsilcimiz Ferzan Öztepek, ilk kez başkasının metninden yola çıkarak çektiği ‘Mükemmel Bir Gün’den (bir roman uyarlamasıydı) sonra, yeniden kendi dünyasına dönüyor ve Ivan Cotreneo’yla birlikte kaleme aldığı ‘Serseri Mayınlar’da, bir kez daha ‘geniş aile’yi ve onların ‘iç hesaplaşmalarını’ masaya yatırıyor. Bu ‘masaya yatırma’ meselesi, sadece bir metafor değil; malum Özpetek’in filmlerinde karakterler çoğu kez bir masa etrafında yemeklerini yerken bir yandan da aralarındaki problemlerle yüzleşirler.
Hoş, ‘Serseri Mayınlar’ın öngösterimi sonrası Özpetek bir öğle yemeğinde, bir grup sinema yazarını ağırladı ve buradaki sohbet sırasında, filmleri hakkında genelde hep kötü şeyler yazan bir İtalyan eleştirmenin, “Bir daha Özpetek filmlerindeki yemek masalarını görmek istemiyorum” diye yazdığından bahsetti. Yönetmen bu eleştirmenin ismini vermedi ama bizden söylemesi; kaçış yok, yine bir Özpetek filminde ‘yemekteyiz.’

Son dönemdeki en iyi filmi
Sinema serüvenini İtalya’da biçimlendiren Özpetek, sohbet sırasında bu konuya açıklık getirerek, kökleri açısından büyük sofralarda geçen zamanların önemi olduğunu, dolayısıyla farkında olarak ya da olmayarak, bu ‘bilinçaltı’ refleksinin karelerine her daim sızdığını belirtti. İtalyan sinema yazarı kısmına dönersek, naçizane ben de Özpetek filmlerinin genel olarak sinema zevkime hitap etmediği kanısındayım. Üstadın, gevşek anlatımının çoğu kez karakter derinliği sağlamada sorun teşkil ettiğini ve bu yüzden, el attığı konularda, sonuna kadar gitmede mesele yaşadığını düşünüyorum. Ayrıca kahramanlarının da, öykülerdeki gerilime ve heyecana karşın, bu gevşek anlatımla paralel bir şekilde genel bir aymazlığın ötesine geçemediklerini, bu yüzden de istenilen sonuçların alınamadığı kaatindeyim. Buna mukabil, halihazırda ‘Harem Suare’nin Özpetek filmografisindeki en iyi ve en derin iş olduğu görüşünü korumaktayım.
Lakin hakkını teslim etmek lazım, ‘Serseri Mayınlar’ Ferzan Özpetek’in son dönemde çektiği filmler içinde en derli toplusu ve kendisini en iyi ifade edeni olmuş. Hoş, öykü trajik seyretmek istemiş sanki ama komedi daha bir ön plana çıkmış, zaman zaman adeta bir ‘sit-com ruhu’ filme hâkim olmuş ve nihayetinde, tüm gelgitlerine karşın ‘mayınlar’ genel bir çerçevede patlayıcı etki yapmış. Özellikle sinematografik anlamda, sembolik yanlarına karşın final bölümü gayet başarılı olmuş. Gereksiz hamaset ve içi boş şık bir ambalaj gibi durabilecek bir ‘geçmiş-gelecek zaman kombinasyonu’, zarifçe halledilmiş ve geçişler, adeta hoş bir köprünün siluetini perdeye yansıtmış.

Çocuklara kıy‘mayın’ Filmin tanıtımını yapan ekip, sinema yazarlarından önce apar topar ‘köşelemecilere’ bir öngösterim düzenleyerek, eleştirmenlerden ziyade onların gönlünü alma ve ‘Serseri Mayınlar’ın medyadaki yansımalarını (ya da ‘amiyane deyimiyle’ pazarlanmasını diyelim) bu yolla halletme gayretine girişmiş anlaşılan. Önceki günkü gazetelerde, ‘köşelemeciler’in aynı yerlerde oturup muhabbet etmelerinden kaynaklanan bir refleks kıyıya vuruyordu. Herkes, Tommaso’nun annesinin eşcinselliği bir hastalık olarak görmesinden ötürü Aliye Kavaf üzerinden ‘derin’ yorumlara koyulmuş. Doğrusu filmi sadece böyle deşmek haksızlık olur. ‘Serseri Mayınlar’, birçok İtalyan eleştirmenin de altını çizdiği gibi ‘Çizme’nin güneyinden olağan bir fotoğrafa soyunuyor. Bu geniş ailenin kendi içinde bir acısı var (geleneksel yapı içinde bu acı, oğullarının eşcinsel olması) ve birlikte göğüs germeleri gereken bu acıya, sevgiyle karşı koyuyorlar. Bu, temel olarak benim de katıldığım bir tespit. Öte taraftan Özpetek yine lüks ve parlak mekânlar eşliğinde, birlikte konuşma ve dertleşme ortamı yaratan masalara da yer verirken, eşcinselliğin (hoş, kendisi bu kelimeye karşı çıkıyor, ‘gay’i tercih ediyor daha çok) sıradan bir mesele olduğunun ve hayatın kendi içindeki renklerden biri olarak ele alınması gerektiğinin altını çiziyor.
Öykünün bence basit de bir mesajı var; insan, hangi şartlar altında olursa olsun kendini en doğru biçimde ifade edebilmeli. İçine atmak ya da bir yalanı sürdürmek, en kötüsü. Hem ahlaki, hem fiziki, hem de vicdani açıdan... Aileler ise çocuklarını, kendilerini en mutlu hissettikleri biçimiyle kabul etmeli (farkındayım, fazla kitabi ve ‘sosyal bilgiler dersi’ tarzında oldu ama durum böyle).
Bir İtalyan eleştirmen de, filme ilişkin şöyle yazmış: “Saydım, filmde altı eşcinsel karakter var. Bu da aşağı yukarı, öyküdeki karakterlerin neredeyse yarısı. Özpetek, eşcinselliği bir özgürlük ama bunun ötesinde bir mutluluk reçetesi olarak ele alıyor ve filmini, sosyal bir komediye dönüştürüyor.” Bence bu ‘mutluluk’ konusu, filmin özellikle sonlarına doğru kıyıya vuruyor. Tommaso, içlerinde sevgilisinin de bulunduğu Roma’dan gelen dört eşcinsel arkadaşıyla birlikte ‘Türk koyu’ya gidip yüzüyor.

Alba’ya yazık değil mi? Grubun içinde, aralarında adı konmamış bir ilişki bulunan Alba da yer alıyor. Üç eşcinsel denizin ortasında, son derece neşeli tavırlarla bir tür müzikal şova soyunuyor. Onları dışarıdan seyreden Alba da, nihayetinde grubun mutluluğuna ortak oluyor. Lakin, öykünün sonunda, Alba’nın akıbetini öğrenemiyoruz. Yemekte Özpetek’e, o kadar güzel bir kızı niye harcadığını sordum, ‘tatmin edici’ bir cevap vermedi.
Oyunculuk performanslarına gelince, çoğu İtalya’nın medyatik isimlerden (Çizme’deki meslektaşlar meseleyi böyle tanımlamış) oluşan kadroda herkes gayet iyi. Erkekler son derece yakışıklı, Alba rolündeki Nicole Grimaudo da gayet güzel. Film, karakterlerin giyim kuşamlarıyla da adeta kendi çapında bir moda kataloğu gibi. Kamera sofrada gezindiğinde de, tıpkı yakın geçmişteki diğer Özpetek yapımları gibi (özellikle de ‘Karşı Pencere’) güzelim pastalara dalıp gidiyoruz.

Pasolini’ye selam, yola devam
Bu arada aklımıza ‘Özpetek sineması’ndaki dikkat edici bir başka unsur olarak da, parlak ışıklar altındaki mutluluk arayışı takılıyor. Üstadın dünyasında kirli, gerçekten ‘öteki’ olmaya itilmiş, kenar mahalle dertleri pek yok. Bu, özellikle eşcinsel karakterleri için geçerli. Oysa, sanatını icra ettiği toprakların sineması, kendi geleneği içinde mesela Pier Paolo Pasolini gibi bir ‘militan’ı çıkarmıştı zamanında. Serüveni trajik bir biçimde sona eren Pasolini’nin ardından, Özpetek’in filmleri biraz işin kremasında geziniyor gibi geliyor. Öte yandan Özpetek de en azından şu dürüstlüğü gösteriyor; en iyi bildiği şeyleri anlatıyor. Hikâyelerine, Roma merkezli karakterler (ki ‘Hamam’ ve ‘Harem Suare’ gibi ilk adımları saymazsak, ilk kez taşraya Lecce’ye uzanıyor, ama malum öykü bunu gerektiriyor) ve onların, burjuva dünyalarındaki arayışları hâkim oluyor. Dolayısıyla, bu da kendi içinde tutarlı ve takdire şayan bir tavır...
Sonuç olarak ‘The Hurt Locker’daki patlayıcılar boyutunda olmayan, daha hafif ve yer yer neşeli mayınlara döşeli bu film, haftanın en kayda değer seçeneği olarak dikkat çekiyor. İzleyin derim...