Emir Kusturica, Semih Kaplanoğlu, Mesut Özil

Film bittiği anda salonda kopan alkıştan filmin kendisi kadar duygulandım.

Film bittiği anda salonda kopan alkıştan filmin kendisi kadar duygulandım.

Film bittiği anda salonda kopan alkıştan filmin kendisi kadar duygulandım.
Bir ay kadar önce İtalya’nın göl kenarı güzel şehri Como’da her yıl düzenlenen ‘Parolario’ adlı kültür haftasında iki gün Türkiye konusuna ayrılmıştı. ‘Koruma altındaki yazarlar ve fışkıran edebiyat’ başlıklı panel dizisi, Türkiye’de ifade özgürlüğü üzerine baskılar sürer ve birçok yazar can güvenliği nedeniyle korumayla gezerken Türkiye’de kültür yapıtlarının başarılı artışı arasındaki ‘paradoks’un tartışılmasını öngörüyordu.
‘Bal’ filmiyle bu yıl Berlin Film Festivali’nde birincilik ödülü kazanmış olan yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun ‘Bal’ ile noktalanan üçlemesinin ikinci filmi ‘Yumurta’nın da Como sinemalarından birinde gösterimi vardı. Pek az konuşmanın yer aldığı ve Ege’de Tire’de geçen film, başladığı anda tüm sessizliğine karşılık, müthiş bir oyuncu ve hepsinden öteye yönetmenlik başarısıyla ilk andan itibaren, izleyenleri içine çekiyordu. Film bittiği anda birdenbire Como’dan, daha bir gün önce ayrıldığım ülkeye ve insanlarına karşı dehşetli bir özlem ve sevgi içimi kaplamıştı ve kopan ve dakikalarca süren alkışlar, sinema dilinin evrensel mesajının gücünü gösteriyordu.
Filmin gösterimi bittikten sonra sahneye gelen yönetmen Semih Kaplanoğlu, şaşırtıcı bir alçakgönüllülükle sinema anlayışını anlattı. Unutulmaz bir geceydi.
Ve o Semih Kaplanoğlu, basit ama anlamlı bir jestle birkaç gün önce Emir Kusturica balonunu patlatarak, 1990’larda yüreğimizi dağlayan Bosna dramının herkese bir kez daha hatırlatılmasına vesile oldu.
Antalya Film Festivali’nde Berlin’i kazanmış filmi ‘Bal’ın gösterimi vardı ve jüri başkanlığına getirilmiş olan Emir Kusturica’nın Bosna Savaşı’ndaki tavrına dikkat çekerek onun olduğu Antalya Film Festivali’ne gelmeyeceğini açıkladı.
Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Bosna Savaşı’nın kanlı günlerinde Bosna’ya ayak basan az sayıdaki insanlarımızdan biri olan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay da Antalya’ya gideceğini ve ama Emir Kusturica’nın varlığı nedeniyle Film Festivali’ne katılmayacağını açıklayarak yapması gerekeni yaptı.
Sonuçta, Emir Kusturica, bazı Türk gazetecilerine öfkesini kustuktan sonra pılını pırtısını toplayarak Antalya’yı ve Türkiye’yi terk etti.
Böylece, haftalardır, soykırımı yaşamış olan Srebrenica ve Zepa’lı anaların, “Emir Kusturica’yı Antalya Film Festivali Jüri Başkanı olarak çağırmayın” diye yaptıkları çağrılar ve protestolar, Türkiye’nin vicdanına tosladı ve karşılığını buldu.
Semih Kaplanoğlu ve Ertuğrul Günay, bu ülkenin ve başta tüm Avrupa, insanlık ailesinin vicdan sahipleri adına size, teşekkürler ve kocaman bir bravo!
***
Emir Kusturica, Bosna Savaşı’nda en ağır katliamlar yaşanırken ve Bosna halkı soykırımsal kampanyaların hedefi olurken halkına karşı akıl almaz bir duyarsızlık ortaya koymakla kalmamış, savaşta (ve dolayısıyla katliamda) ‘taraf’ olmuş ve savaş suçlusu olarak yargılanmakta olan Radovan Karaciç ve savaş suçlusu olarak aranmakta olan General Ratko Mladiç ile saf tutmuştu.
Savaş sırasında, şu ara Lahey’de Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanmakta olan dönemin Sırp Güvenlik Örgütü’nün başındaki Jovica Stanişiç ile sarmaş dolaş fotoğrafları da yayımlanmıştı. Emir Kusturica, ayrıca, savaş suçlusu Slobodan Miloşeviç’in ‘sinemacısı’ sıfatını elde etmişti.
Başyapıtı sayılan ‘Yeraltı’ adlı filmi, Bosna halkının en acılı 1995 yılında çekilmişti ve filmin ustaca Sırpların katliamlarını kayırdığı gibi yorumlar ortalığı kaplamıştı. Nitekim, Sloven düşünce adamı Slavoj Zuzek, ‘Yeraltı’nı yerden yere vurmuştu.
Sorun, Emir Kusturica’nın kökenine ihanetinde değil. Bosnalı bir Müslüman ailenin çocuğu olarak doğan Saraybosnalı Kusturica’nın ‘aslında Sırp olduklarını, Türklerle baş edebilmek için dinlerini değiştirmek zorunda kaldıklarını’ ileri sürerek, 2005 yılında vaftiz olarak ‘Ortodoks’luğa geçişinde de değil.
Hatta, “Kosova Sırbistan’dır” sloganı ile Kosova’ya karşı Sırp milliyetçisi olarak eylemciliğinde bile değil.
Bunlar, sonuç olarak, ‘kişisel tercihleri’dir der ve hoşlanmasanız bile diyecek fazla bir şeyiniz olmaz.
Sorun, Emir Kusturica’nın Bosna’daki katliamlar yanında saf tutmuş olması ve adeta onları kutsamış bulunmasıdır ve mesleğini, yani sinemayı buna alet etmesidir.
O nedenle “Sanata siyaset karıştırmamak gerek” gibi sav ile Kusturica’dan yana saf tutmaya kalkışan Türkiye’deki aymaz ve duyarsızların haklı bir yanı yoktur. Zira, Kusturica, tam da onu yapmıştır.
Bosna, 20. yüzyılın en son katliamı ve en utanç verici olanlarından biriydi. Oradaki insanlar, Türkiye ile tarihi bağlantılarından ötürü muazzam bir alçaklığın hedefi olmuşlardı.
Emir Kusturica, nereye giderse gider ama Türkiye’de bir film festivalinin jüri başkanlığına getirilemezdi. Antalya’da yapılan ve Bosna’da hayatını yitirmiş insanların vicdanlarını sızlatan hata, neyse ki, -ve iyi ki- Semih Kaplanoğlu ve Ertuğrul Günay gibilerinin sayesinde temizlenmiştir.
***
Emir Kusturica olayı, nasıl bir kez daha milliyetçiliğin çirkin ve saldırgan, kanlı boyutlarının hatırlanmasına vesile olmuşsa, Almanya-Türkiye arasında geçen cuma gecesi oynanan futbol maçında, Berlin’deki statta çoğunluğu oluşturan gurbetçi seyircilerimizin Mesut Özil’i ıslıklamaları ve yuhalamaları milliyetçiliğin geri ve ilkel yönünü yansıttı.
Onlar, aslında kendilerini yuhalamış oldular. Çünkü Mesut Özil onlardan biri. Mesut Özil, köklerini asla inkâr etmeyen, atalarının toprağına, Zonguldak’ın Devrek ilçesine gösterişsiz biçimde destek veren, gol attığı vakit kendi deyimiyle ‘atalarının toprağına saygı’dan ötürü sevinç gösterisi bile yapmayan, mesleğini en iyi şekilde icra ederek, aslında tüm ‘soydaşları’nı onurlandıran bir genç.
Mesut Özil, unutmayalım, bizim ‘vatandaşımız’ değil. Almanya, Gelsenkirschen doğumlu. Orada büyümüş, eğitimini orada almış, Almanya’nın vatandaşı. Alman milli takımında oynamasından daha doğal ne olabilir?
O, bizim dünyanın bir numaralı takımı Real Madrid’de çok genç yaşında oynama başarısına erişmiş ‘soydaşımız’. Vatandaşımız değil. Ama onunla gururlanabiliriz.
Kendi milli takımımızda Brezilya’da doğmuş büyümüş Marco Aurelio’yu ‘vatandaş’ yaparken ‘Mehmet Aurelio’ya dönüştürmüş haldeyken, Almanya’nın Mesut Özil olarak bıraktığı ve yetiştirdiği ‘soydaşımız’ı ıslıklamak ve yuhalamak gülünçtür ve kendimizi ‘ıslıklamak’ ve ‘yuhalamak’ demektir.
Emir Kusturica’ya Türkiye’de ‘hayır’ derken Türkiye’deki Semih Kaplanoğlu ve Almanya’daki Mesut Özil ile gurur duyuyoruz.