Tek parti rejimine doğru koşuyoruz

Vatan gazetesi yazarı Mine Şenocaklı, Siyaset Bilimci ve Yazar Nuray Mert ile yaptığı röportajı köşesine taşıdı.

İşte Şenocaklı'nın yazısı:

Doğru bildiğini söylemekten hiç imtina etmedi... Zamanında tüm tepkilere rağmen başörtüsünü ve AKP’nin sistem içinde varlığını savundu. Şimdi ise iktidarın hızla tek parti rejimine doğru gittiği görüşünde. Siyaset bilimci ve yazar Nuray Mert, “Demokrasi adına, iktidar her icraatında daha da otoriterleşiyor. Basın susturulmaya çalışılıyor.
Kurumlar yıpratılıyor. Bu gidişle Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olabiliriz!” diyor.

İki koro arasında solo yapmanın müthiş ağırlığını hissedenlerden biri de siyaset bilimci Nuray Mert. Türkiye gibi onlarca sorunu çözme sürecindeki bir ülkede gerçekten de fikir yürütürken akılcı, hakça bir yaklaşım sergilemeye çalışıyor ve her seferinde birileri tarafından yanlış anlaşılıyor. Tepkiler ne olursa olsun, o duruşunu bozmuyor. Sözgelimi en son ’Ergenekon’u sulandırma’ suçlamasına muhatap olduğu gibi... O, iç rahatlığıyla kızgınlığını dile getiriyor, hatta kendi deyimiyle ’Artık patlıyor’... Hatırlatma gereğini hissetmiyor, ama geçmişte belki şu anda esip üfürenlerin pek çoğundan daha net biçimde dindar kesimin hakkını savunan o değil miydi? Başörtüsü konusunda ya da “AKP, bu ülkeyi İran’a çevirecek” diye suçlandığında... Şimdi de haksızlığa uğrayan başka bir kesimi savunduğu iddia ediliyor Mert’in... Aslında kimseyi savunmuyor, sadece aklı selimden şaşmamaya çalışıyor hepsi bu. Ama ’akla kara’ diye iki kutba bölünmüş bir tartışma ortamında iktidar yanlıları tarafından olmadık suçlamalara maruz kalıyor, biraz önce verdiğimiz örnekte olduğu gibi...
Çok ciddi kaygıları var Mert’in; “Bu iktidar, sivil otoriter tek parti rejimine doğru gidiyor” diyor. Üstelik tüm bu olup bitenler, daha otoriter bir siyaset yaklaşımından daha demokratik olana gitmek için yaşanıyor. Gidişattan çok endişeli, “Türkiye yokuş aşağı gidiyor. Bütün bunlar yapılırken, evdeki bulgurdan olabiliriz. Maalesef böyle bir tehlike var” diyor Mert. Mert öyle dedikçe, belli bir kesimden, adı üstünde kayıtsız şartsız iktidar destekçilerinden bol bol yafta yiyor. Gidişatı görmeyenlere son bir sözü var; “Tarih bu dönemi çok karanlık bir dönem olarak yazacak. Buna eminim!” Ama görmek, bakmak istemeyenler karanlığı bile göremez ki!

TARİH BU DÖNEMİ ÇOK KARANLIK BİR DÖNEM OLARAK YAZACAK

Son yazınızda, “Her şeye rağmen iyi yıllar” temennisinde bulundunuz...

Evet. Oldukça karanlık bir tablo çizdim. Şimdiye kadar da dünyanın en iyimser, en pembe bakan yazarı olduğumu söyleyemem ama gittikçe bu karamsar hava yazılarımda daha fazla oluyor. Çünkü şu hatayı yapıyoruz; Türkiye’de temenni ile değerlendirmeyi birbirine karıştırıyoruz. Eğer hasta ruhlu insanlar değilsek tabii ki her şeyin daha iyi olmasını umarız. Ama mevcut tablo oldukça karanlık ve gelecek yılın bir öncekinden daha iyi olacağını umut etmemiz için şimdilik bir neden yok. Türkiye’nin gidişatını, olanları hepimiz biliyoruz.

Böyle düşünmenizin nedeni ne?

Daha önce de söyledim, ’Demokratikleşme’ ezberimizin yeni sözcüğü, ’Sancılı süreç!’ Sanıyoruz ki, belli sözcükleri kullanırsak, sorunu tespit etmiş olacağız ve bazı sözleri yeterince tekrarlarsak selamete çıkacağız. Sancılı süreç adlandırmasını yapmak, bu süreçten selametle çıkmayı vaat etmez. Ne olacak da bu süreçten çıkılacak konusunda sahiden fikri olan var mı? Geldiğimiz noktada, tüm tarafların çözüm formülü; diğerlerinin kendi fikir ve siyasetlerini benimsemesi, hepsi bu. İktidar, ’Herkes sussun beni dinlesin, dahası medya sadece benim siyasetimi desteklesin, haberi, yorumu öyle yapsın, sorunlar öyle çözülür’ diyor. Muhalefet, ’İktidar siyasetinden vazgeçsin benim olduğum noktaya gelsin, öyle çözülür’ diyor. Kürtler, ’Herkes istediklerimizi kabul etsin, öyle çözülür’ diyor. Sizce böyle bir tablodan çözüm çıkar mı? Siz “İşler kötüye gidiyor” dediğinizde de, “Değişim sancılı olur “ deniyor. Sanki bu bir doğum anı ve doğumun doğal sancılarından sonra nur topu gibi bir geleceğimiz olacak!
* Bütün değişiklikler iyiye gider gibi...
Evet. Ama böyle değil. Böyle düşünen arkadaşları bir kere daha düşünmeye davet etmek isterim.

‘BENCE DE TÜRKİYE’NİN ÇİVİSİ ÇIKTI AMA...’

Demokrat Parti Başkanı Cindoruk, ’Türkiye’nin çivisi çıktı, yerine çakacak kimse yok!’ diyor. Katılıyor musunuz?
Evet, bence de çivisi çıktı. Ama çivisi yerinden çıktı, neler oluyor derseniz, sizi statükocu ilan ediyorlar. Eskisi iyi miydi? Hayır değildi tabii ki! Daha da doğrusu, hepimizin yıllardır tartıştığı sorunları var demokrasimizin. Zaten demokrasiler tabiatları icabı her zaman yenilenmek durumundadırlar. Yani, ‘Bu çok iyi bir nokta’ deyip orada kalamazsınız. Sürekli çıtayı yükseltmeniz lazım. Daha iyisini istersiniz ama bizim siyasi sistemimizde bunun ötesinde bazı kronik problemler var.

Ne gibi?

İşte, 1982 Anayasası... Daha sivil bir anayasa, daha demokratik bir çerçeve gerekiyor. Her birinin bir ihtiyaç olduğu, hedefimizin sonuçta bunlar olması gerektiği aşikâr. Fakat bugün Türkiye’de bunların bizim zannettiğimizden daha köklü değişimleri gerektirdiği de bir gerçek. Ama şu anda olan değerlendirmeler, yani işte ‘Türkiye’de taşlar yerinden oynadı, bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, her şey baştan aşağıya yenilenecek’ talebinin bir toplumda öyle uhuletle suhuletle olması zor. Yani temenni edilir, bir sihirli değnek ülkeye dokunsun, orada ne aksi giderse onlar birdenbire değişsin istenir ama bu gerçekte böyle olmaz, bu süreçlerin yönetilmesi fevkalade zordur.

‘DEVRİM OLMADAN DEVRİM YAPILMAYA ÇALIŞILIYOR!’

Neden?

Bugün Türkiye’de istenen bir devrim olmadan, devrim niteliğinde değişiklikler olmasıdır. Ben bunu yazdım da... Çok sevinerek bu sözü en son Andrew Arato’dan duydum. Arato, sivil anayasa yapma süreçleri konusunda uzmanlaşmış bir siyaset bilimci. Benim de çok hayran olduğum isimlerden biri. Radikal Gazetesi ile Koç Üniversitesi’nin ortak bir daveti oldu geçenlerde, orada konuşmacıydı... Anayasa önerilerini, taslakları değerlendirdi ve aynen bu lafı söyledi; ”Türkiye’de devrim olmadan devrim yapılmaya çalışılıyor“ dedi. Bu lafı duydum ve çok heyecanlandım. ”Ben bunu birkaç ay önce yazdım ama Türkiye’de böyle şeyler yazanları çok suçluyorlar“ dedim. Diyeceksiniz ki, ”Bunun ne zararı var, insanlar bir şeyi hayal edemezler mi?“ Edebilirler tabii de bunun riski şudur; önünüze çıkacak sorunları görmezsiniz. O zaman da bu kadar zorlu süreçleri hafife alırsanız, yani ’Oldu da bitti maşallah’ modunda bakarsanız olaylara, hiçbir sorunu görmezseniz ya da görmezden gelirseniz, daha sonra süreç içerisinde önünüze çıkacakları da hiç öngöremezseniz, süreçlere ilişkin sorunları önceden görüp yönetebilmeniz mümkün olmaz. Öyle olunca da bu ülkede yaşayan herkes için çok riskli bir tablo çıkar ortaya, yani yönetilme krizi çıkar.

Habur sınır kapısından gelişlerden sonra yaşananlar gibi galiba...

Evet. Kürt meselesi iyi bir gösterge; çünkü görünür bir sorun. Bir işe girişip yönetemezsiniz, riskleriniz büyüyor. Yani o yönetememe işi sorunu daha da büyütüyor. Yanlış anlaşılmasın, kimse ”Kürt meselesi olduğu gibi kalsın“ demiyor. Ama o süreçleri dönüştürebilmek için o süreçleri yönetebilmeniz lazım. Siyaset, öngörülü bir yönetebilme işidir, yoksa her olana bitene, her rüzgara göre savrulacaksanız ona ‘siyaset yapma becerisi’ demiyoruz.

Benzer bir yönetememe süreci şimdi askerle iktidar arasında yaşanıyor diyebilir miyiz?

Evet. Uzunca bir süredir, ortalıkta ’vesayet siyaseti’ eleştirileri dolaşıyor. Ancak, uzun vadede, gerçekten vesayet siyasetinden kurtulmanın yolu, sadece askeri kendi sınırına çekmek değil, sivil siyasetin kırıp dökmeden yönetebilme kabiliyetine sahip olmasıdır. Yoksa, asker gider, sivil dikta gelir. Mevcut iktidar karşısında mevzilerini kaybedenler, Türkiye’de olan biteni kavramaktan aciz düştükçe nasıl binbir komplo teorisine başvuruyorsa, şimdi de iktidar çevresi olan biteni kavrayıp, yönetmekte acze düştükçe karşı komplo teorilerine dayanır oldu. Bunun sonu yok. Daha doğrusu var da, bu son acı bir son. Sancılı bir süreçten geçtiğimiz doğru. Ama, dediğim gibi ’sancılı süreç’ demekle iş bitmiyor. Bunu söyleyerek, insanların sokaklara döküldüğü, herkesin kendi komplo teorisine inandığı, birbirini dinlemez hale geldiği bir ortamı olağan karşılamak mümkün değil. Böylesi bir sancıyı gidermenin yolu, giderek daha fazla inkar, susturma ve daha fazla yönetme zaafına düşmek olmamalı. Sindirerek yönetmeyi herkes becerir, demokrasi ile yönetmek zor iştir. Buna talip olan ve en çok demokrasiden bahsedenler, sıkıştıklarında kendileri dışında herkese ateş püskürür, herkesi susturmaya girişirlerse bir vesayetin yerini bir başkası almış veya almaya çalışıyor demektir. Biz demokratik çerçevede siyasetten bahsediyoruz, yoksa yönetme işi hot zotla da, zorbalıkla da olur, ama biz ona ’demokrasi’ değil, ’otoriter siyaset’ diyoruz. Yani ipin ucunu kaçırmayalım.

‘KÜRT MESELESİNDE ARTIK DAHA KÖTÜ BİR NOKTADAYIZ’

Biz niye böyle bir ciddi dönüşüm süreci istiyoruz? Daha otoriter bir siyaset yaklaşımından daha demokratik olana gidebilmek için. Ama eğer işin sonunda evdeki bulgurdan olacaksak bunun hiçbir anlamı olmaz. Kalkış noktamızı unutmayalım, yani statükoyu beğenmiyoruz, daha iyisini istediğimiz için yola çıkıyoruz. Eğer bunun sonunda daha iyisi değil, statüko bile değil, daha da gerisi olacaksa bunun için kaygı duymamız gerekir.
* Böyle bir ihtimal görüyor musunuz?
Tabii görüyorum. Birincisi yönetememekten dolayı görüyorum, işte Kürt meselesi! Artık daha kötü bir noktadayız.

İKTİDARIN KÖTÜ İŞARETLERİ OKUYABİLMESİ LAZIMDI AMA ARTIK ÇOK GEÇ!

Reuters geçen hafta, “Türkiye’de halk artık kime inanacağını bilmiyor” yorumunu yaptı...
Bunu çıplak gözle de söyleyebiliriz. Böyle bir ülkeyi yönetemezsiniz, kim olursanız olun yönetemezsiniz. Bu noktaya gelinmesi çok vahimdir. Hem kimin neye inanacağı belli değil, hem de ortada bir belirsizlik, güvensizlik, kurumlar arası herkesin görebileceği aşikâr bir kavga var. Böyle bir ülkeyi ne bu iktidar, ne de başka birisi kalkıp bu noktadan itibaren, bir rehabilitasyondan geçirmeden yönetebilir. O yüzden gidişatın fazlasıyla yokuş aşağıya olduğunu düşünüyorum. İktidarla asker ağız dalaşına girişmiş vaziyette, ordu ile emniyet kavga ediyor, bunlar bir dedektiflik hikayesi gibi gazetelerde yer buluyor, yok efendim takip edilen araçlardan patatesler çıkıyor veya daha vahimi kozmik odada devlet sırları ortaya dökülüyor... Her ülkenin dünya şartlarına göre güvenlik konsepti değişebilir. Ama güvenlik konseptiniz değiştiyse bu böyle ‘Bülent Arınç’a suikast yapmak isteyen biri şemayı yutarken yakalandı’ filan gibi bir olayla başlayıp ortalara dökülerek olmaz