Karın doymadan ahlak olmaz!
Bu hafta gösterime giren “Abimm” filminin başrol oyuncusu Levent Üzümcü geçmişte “Küçük İbo” dizisinde rol almasıyla ilgili eleştirilere, “Yine param olmazsa yine önüme gelen her işi yaparım” yanıtını verdi.
Onunki beş şehre yayılmış bir hayat. İzmir’de başlayan, Eskişehir, Bursa, İstanbul ve Los Angeles’ta devam eden bir serüven...
Her gittiği şehirde oyunculuğuna artılar katan Levent Üzümcü için hayata İzmir’de başlamış olmak en büyük şanslarından biri.
Son dönemde kendini istemediği polemiklerin içinde bulan oyuncu, şu sıralar 16 yaşında, su damlasına benzeyen kızını arıyor.
“Beyza’nın Kadınları”nda canlandırdığınız Doruk son noktada bir seri katildi, “Abimm”deki Arif ise zihinsel engelli bir karakter. Bu rollere hazırlanırken zorluk çektiniz mi?
Denemek istiyorum, beğendiysem o senaryoya girmek istiyorum. Benim arkamda magazin basının desteği yok. Bu yapımcıları çok etkileyen bir şey. Hakkınızda haber yapılıyor olması yapımcıları çok etkiliyor. Benim varolabilmem için elimdeki tek kuvvet ise oyunculuk yeteneğim. Başka bir şey yok.... Reyting uğruna anlık hatalar yapamam. Bile bile hata yapmam. Ben bir oyuncuyum; buna saygısı olan varsa, izlemek isteyen varsa gelir izler. Ama, “Ben onu oyuncudan saymam, oyuncu demeye dilim varmıyor” gibi lafları da ancak bir Türk söyler.
Okan Bayülgen’in programındaki durum neydi?*
O bir show programı ve insanlar o show programına olabildiğince sivri dilli ve fütursuzca konuşarak malzeme oluyor. Hepsi değil ama çoğu harika malzeme oluyor. Soruyu sorma şekli çok prokatifti. Yani ben hayatta egosu en az olan aktörlerden biriyimdir ama orada bir egosantirik gibi göründüm. Hiç alakası yoktu. İzleyici beni ekrandaki işlerden biliyor. Arayan kişi “Beyza’nın Kadınları”nı bile izlememiş. Onu izlese bunu sormaz çünkü “Beyza’nın Kadınları”nda son derece karizmatik, ağır bir adamı oynuyorum. O kadar çok farklı işler yaptım, hiçbirini izlememiş. Bir “Kabadayı”yı, bir de “Avrupa Yakası”nı izlemiş. Onları karşılaştırmaya çalışıyor. Aslına bakarsan benim oradaki derdim asla Kenan değil. Biz arkadaşız. Ona laf atmak, onunla polemiğe girmek gibi bir problemim yok. Uzamasından dolayı da sıkıntı içindeyim. Bu bir canlı yayındaki çok prokatif bir sorunun başıma açtığı bir durum diyelim.
İzmirli olmak, İzmir’de çocuk olmak nasıldı?
Hayattaki en büyük şansım İzmir’de doğmuş olmam. Kendi anne babama sahip olarak İzmir’de doğmuş olmak. Çünkü bir yerin şehir halinde demokrat olabilmesi çok zor. Şehirlerin karakterleri vardır ama bir şehrin kendi karakterini bozmaması bu kadar göç alan bir ülkede çok zordur. İzmir bunu bir şekilde başardı. Hamurundaki zannediyorum çok kültürlülük, öz değerlerinde olan bütün kültürlere saygılı olma hali ve tarihinden de gelen hiçbir kültürün, hiçbir ideolojinin ya da hiçbir inanışın baskın olmaması, dominant olmaması İzmir’in şanslarından... Orada yaşayan, İzmir’de doğan biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki ben birçok şeyi Anadolu’ya çıkınca anladım. Anadolu’nun değişik yerlerine çıkınca anladım. Çünkü 18 yıl bir şehirde yaşayınca, hayatının 18 yılını bir yerde geçirince diğer yerleri de ister istemez kendi şehrin gibi biliyorsun. Onlar da aynıdır herhalde diye düşünüyorsun. İstanbul’u gözünde çok büyütüp orada bir şey var diyorsun. Ama sonra bakıyorsun ki geldiğin yer cennet gibiymiş, başka hiçbir yere benzemiyormuş. Biz tiyatrocular çok gezeriz, turnelerde Türkiye’nin çeşitli yerlerini gezdikçe bir kere daha anladım ki hayattaki en büyük şansım İzmir’de doğmuş olmak. Tabii anne ve babamın çocuğu olarak doğmuş olmak, çünkü ailem de demokrat bir ailedir.
Tiyatrocu olma isteği ne zaman, nasıl başladı?
Lise son sınıftayken Haşmet Zeybek’in yazdığı “Düğün ya da Davul” adlı oyunu sahneledik, o günden sonra oyuncu olmak istedim. Ne gariptir ki ben şu an Haşmet Ağabey ile aynı tiyatroda oyuncuyum. Kendini bozmamış aktörlerden biridir Haşmet Ağabey.
Kendini bozan aktörler kimler?
Kendini bozan aktör bir şey olmaya çalışan, olmadığı bir şeyi olmaya çalışan aktördür.
Oyuncu olma isteğinize geri dönersek...
Lise sonda bir gün Maltepe Askeri Lisesi’nde oynarken sahnede düştüm. Yaklaşık 1200 askeri öğrenci, hepsi de komediyi büyük ciddiyetle izliyor. Hem de hiç gülmeden. Düşünce dizlerim kilitlendi. Daha önce başıma böyle bir şey hiç gelmemişti.
Niye kilitlendi peki?
Aseptik Nevroz hastalığı... Yaramaz çocuk hastalığı var bende. O zamanlar ne olduğunu anlamamıştım tabii, sahneyi emekleyerek bitirdim. Ben sahneden çıkınca askerler alkışladı. İşte o gece, eve döndüğümde açıkladım aileme oyuncu olmak istediğimi. En azından bu yola başkoyacağımı...
Konservatuarı Eskişehir’de okudunuz. Eskişehir’de üniversite hayatı eğlenceli miydi?
Konservatuarlarda çok şey öğrenirsin. Her çalıştığın oyunda yeni bir kişi tanıyorsun. O insanın çevresini, dönemini tanıyorsun. Sosyolojik, dramatolojik çıkarımları, karakter analizlerini öğreniyorsun. Bol bol kitap okuyorsun. Dünya edebiyatının şaheserleri ile ilk kez karşılaşıyorsun. Daha 18 yaşındasın. O kadar güzel zamanlar ki, sanki çok açsın da envai çeşit yemeğin olduğu bir sofrada oturuyorsun. En azından benim için öyleydi üniversite, hiç doymadan, sürekli yemek yiyebileceğim bir sofrada olmak gibi.
Yemek demişken yemek yapma merakınız orada mı başladı?
Aslına bakılırsa Eskişehir’de başlamadı. Bir arkadaşımız vardı Musa, o bizim aşçımızdı. Zamanla yemek yaptıkça, yaptığım yemeğin tadını aldıkça, kendi yaptığım yemeğin güzelliğini fark ettikçe hoşuma gitmeye başladı. Rahatlatıyor insanı, tak tak tak onu kesiyorsun, bunu ayıklıyorsun, onu karıştırıyorsun, bunu döndürüyorsun, iyi bir rehabilitasyon oluyor. Galiba aşçıların erkek olma nedeni de bu, çünkü yemek yapmak bir erkeği rahatlatan tek mutfak işi. Hatta evdeki tek iş. Zira erkek silmez, süpürmez, klasik erkek modelinden bahsediyorum. Dünya çapında da bu böyledir; silmezsin, süpürmezsin, bir boya yapılırdı eskiden, bir de yemek... Çamaşır yıkamaz, ütü yapamaz, yapanları tenzi ediyorum tabii. Erkeklerin en çok yaptığı ev işi yemektir.
Baharatlarla olan ilişkiniz nasıl? Baharatlı yemeklere düşkün müsünüz?
Çok seviyorum. Yanlış bölgede doğmuşum. Eskiden Güneydoğu diyordum ama Güneydoğu’da yenenden de daha acı yiyorum. Meksikalılardan bile acı yiyorum. Artık Tayland filan oralardan acı bakıyorum. Dünyanın en acı biberlerini yiyorum. Onların içindeki şişeyi nasıl eritmediklerine şaşarak hem de. Özel ısmarlatıyorum yediğim acıları.
Seda Sayan’ın programında da mutfakla ilgilendiniz galiba...
Köfte dağıttım o programda. Bir hazır yemek firmasıyla televizyon reklamı için anlaşmıştık. Ancak firma yabancı ortakları ile anlaşamadı. Bana reklam parasını vermiş bulundular, ben de televizyonda yemek programı sundum. Nasıl yemek yapılırı hem tanıttım hem de öğrendim. Bir keresinde konservatuardaki arkadaşlarımdan biri Ankara’ya akraba ziyaretine gittiğinde akrabası televizyonda beni gösterip “Bak bak, bu çocuk aşçıydı sonradan oyuncu oldu” demiş.
İstanbul’a gelince ne zorluklar yaşadınız? Bir dolmuş hikayeniz var galiba?
Öğrencilikten gelmiştim, Devlet Tiyatrosu’nda aldığım yevmiyeyle kıt kanaat geçiniyordum. Bir de İstanbul’a oranla küçük şehirlerde yaşamıştım. Fiyatlar da ona göreymiş. Dolmuşta ücreti sorunca öyle bir rakam söylediler ki “taksiye binersin o paraya” demişim, bana çok gelmişti.
“Küçük İbo” dizisinde oynamayı daha sonra mı kabul ettiniz?
Evet, bir şeyler yapmak istiyorsun. Evlenmek istiyorsun, hayatta kendime çizdiğim bir yol var. Hayatımı kurayım da parayı da kazanırım düşüncesi vardı bende. Şimdi ise herkes hayatımı kurayım da sonra evleneyim diyor. Ben önce evlenip, sonra para kazanayım düşüncesindeydim.
“Küçük İbo”da oynarken sizi hocalarınız aforoz etmiş galiba?
Çok idealist mezunduk biz. Dedik ki hep tiyatro yapalım, kıt kanaat de olsa yaşayalım. Hocalarımızın dediği gibi bu işten bir ev, bir araba beklemeyelim. Bunları bekliyorsanız yanlış bölüme geldiniz, iktisadi ve idari bilimler diğer tarafta derlerdi. İstedik ki sadece bu işten karnımız doysun, ama karnımız da doymuyor, olmuyor! Aldığın bütün parayı içinde durduğun beton yığınına veriyorsun. Bu şehirde yaşayabilmek için başka iş yapmak zorundasın, beğensinler ya da beğenmesinler. Sonra o beğenmeyenler de yaptı başka işler...
Zamanda yolculuk mümkün olsa “Küçük İbo”da yine oynar mısınız?
Bununla ilgili olarak şunu söyleyebilirim; biz oyuncuların çok azımızın seçme şansı oluyor. Ve seçme şansı azaldıkça da yapılan işlerdeki durumlar farklılaşıyor. Yani biri gelip şu işte çalışır mısın diye sorduğunda genelde paraya ihtiyacın olduğu için kabul ediyorsun, çünkü çocuğun evde ekmek bekliyor. Bunu dramatik olsun diye söylemiyorum. Brecht’in dediği gibi önce karnın doyacak ahlak sonra gelecek. Bugün de aynı şeyleri düşünüyorum, yine param olmazsa yine önüme gelen her işi yaparım. Çünkü ben sadece kendi hayatımı yaşamıyorum. Ama bugün Türkiye’de hangi işte oynayabileceğini seçebilecek çok az aktörden biriyim. Ülkemizde aktör sayısı fazla olmasa da onların içinde seçici olabilme özgürlüğüne, maddi özgürlüğe sahip nadir aktörden biriyim. O da sağolsun yine bir TV dizisi sayesinde oldu.
Askerlikten sonra Los Angeles’a gidiliyor. Orada ne yaptınız?
Oyuncu yönetmenliği kursu aldım. Dönemlik kurslardı ama ben devam ettim. Orada oyuncu yönetmenliğini öğrendim. Benim için büyük başarıydı. İlk seferinde İngilizce bilmediğim için havalimanına gittiğimde kayboldum. Azmedip İngilizce ve araba kullanmayı öğrendim. Benzin istasyonunda çalışıp kazandığım paralarla araba aldım, ehliyet aldım. Bunlar bir insan için o kadar önemli şeyler ki... Yabancı dil bilmeden farklı bir ülkeye gidiyorsun. Ne dilin var, ne ehliyetin. Ne de o güne kadar başka bir işte çalışmışsın doğru düzgün. Oraya gidiyorsun, yabancı dil öğreniyorsun, kendine araba alıyorsun, çalışmaya başlıyorsun. Bir benzin istasyonunda kasiyer olarak çalışmaya başlıyorsun, buna tuvalet temizlemek de dahil. Sonra orası senin evin gibi oluyor. Los Angeles’ta araba kullanıp Sunset Bulvarı’ndaki okuluna gidiyorsun. Bunlar çok özel şeyler ve kendimle gurur duyuyorum. Bunu yapan herkesle de gurur duyarım. Bu yüzden oyunculuğu 100 metrelik bir yarış gibi görmüyorum. Oyunculuk hayat gibi. Sen öldüğünde bitecek bir maraton. Benim işim, yapmaktan zevk alıyorum ve maraton olarak görüyorum. Çevremizde bu işe 100 metre, 200 metre, bilemedin 400 metre muamelesi yapan çok oyuncu var. Bu iyi mi, kötü mü bilmiyorum. Ben nasıl gördüğümü söylüyorum.
“Avrupa Yakası” sizi daha geniş kitlelere tanıttı, nasıl başladı proje?
Oynadığın dizinin hitap ettiği bir kitle ve gelir grubu var. “Küçük İbo”da oynadığımda gelir düzeyi daha düşük kesimlere hitap etmiştik doğal olarak. Televizyonculuk deyimiyle C grubu seyirciye. “Avrupa Yakası” ise başlarda AB grubu hatta A+’a hitap eden bir işti. Uzun süre de öyle devam etti. Sonra diziye Gaffur karakterinin girmesiyle birlikte total tarafından da çok beğenildi. Çünkü o totali temsil ediyordu. Ondan sonra dizi de değişmeye başladı, Türkiye’de değişmeye başladı. Bizim dizimiz temelde Avrupalı olmaya çalışan dört kişilik bir Türk ailesinin kendi içinde yaşadığı traji komik hikâyelerden bir Anadolu potporisine döndü. Çünkü Türkiye değişti. Tokatlı’lar, Adanalı'lar, Antepli’ler ve onların taklitleriyle dolmaya başladı. Bu olacaktı ve oldu da... Yedi – sekiz yılda çok şey değişti.
Türkiye bu süre içinde olumlu mu değişti yoksa olumsuz mu?
Kesin bir çizgi çekilemez, olumlu ya da olumsuz denemez, ancak hızlıca muhafazakârlaştığımız söylenebilir. Bunu rahatlıkla söylerim ve muhafazakârlar toplumlarını ilerletmezler genelde. Şimdi biz çok sert mevzuları tartışıyoruz inanç üzerine, siyaset üzerine. Çok kırılgan noktalardayız. Kapitalizmin bu evresi çok muhafazakâr bir evre. Dünyada da böyle. Türkiye’ye özgü bir şey değil. 1960’lardaki dünya yok artık. 1950’lerde onu hazırlayan, hele hele 1970’leri hazırlayan ortam yok. Kapitalizm onu da denedi. Kapitalizm o yaşam tarzının gençler arasında çok beğenildiğini fark etti. Bunun önüne geçmesi lazım şimdi. Peki ne yapabilir? Dans etmek isteyen, uyuşturucu kullanmak isteyen, alkol almak isteyen bir nesil var karşısında. Peki bunların önüne nasıl geçecek? İşte Bush gibi adamlar çıkararak. George Bush’a ABD’de sadece inançlı olduğu için oy verenler oldu. Yaptığı siyasete değil, inancına oy verenler oldu. Böyle bir dünyaya evrildik, onun için Türkiye’deki kırılmalar da şiddetli oluyor. Ülkeyi, bizim içimizden çıkmayan evrensel dünya değerleriyle yönetmeye çalışıyoruz, ama biz evrensel bir ülke olmaktan uzağız.
İstanbul Halk Tiyatrosu’nun kurucularındansınız. Özel tiyatroyu devam ettirmek ne kadar zor?
Bütün özel tiyatrocular aynı şeyi yaşıyor. Devlet yardım etmek zorunda ama onun yardım ettiği parayla senede bir oyun çıkaramazsın. Bugün bir oyunun çıkması için minimum 40 bin liraya ihtiyaç var devlet ise sana 21 bin lira veriyor. Böylece yardım da etmiş oluyor. Zor ve karmaşık bir iş yani...
Abimm filminin 13 yaş sınırı için ne düşünüyorsunuz? Bu durumda oğlunuz filmi izleyemeyecek mi?
Tabii her şeyin bir kriteri var. Örneğin İsviçre’deki minare yasağına neden olan onların anayasasındaki bir madde. O maddeye göre bir İsviçre vatandaşı, yani herhangi biri, herhangi bir konu hakkında 100 bin imza topladığı takdirde tartışılan mevzuyu referanduma götürebiliyor. Adamın biri, her ülkede olma ihtimali yüksek olan bu adam, kendi gibi 100 bin adamı bulup imzaları toplayarak referanduma gitmiş. Nüfusun yüzde 56’sı da onlar gibi düşünmekteymiş. Yani 100 bin kişinin başının altından çıkmış bir şeye nüfusun yüzde 56’sı “Evet” demiş. Birçok kriter var. Bu filmlere yaş sınırı koyanların da bir kriterleri vardır, biz bilemiyoruz. Ancak Türkiye’de sanki her şey yolundaymış, her şey doğru işliyormuş gibi bu 13 yaş krizini de hayatımın merkezine koymam.
Kilo alıp verme durumu var yanılmıyorsam. Bu bir deformasyon yaratıyor mu?
“Abimm” filmi için 20 kilo aldım ve sonra hızlıca verdim. Ama bunu 40 yaşında yapmaz, böyle bir maceraya girmezdim. Ancak rol için gerekliydi.
Bu durum üzerine bir polemik oluştu galiba. Siz sinema eleştirmenleri Türk sinema tarihini bilmiyor mu dediniz?
Türk sinema tarihini bilmeliyiz dedim. Çok kırıcı bir ülke burası. Çok vandal insanlar var. Fikrini bireysel çekişmelerle yoğuran insanlar var. Hayatınızda hiç görmediğiniz, tanımadığınız biri, bir nedenden ötürü size düşman olabiliyor. Belki ona geçmişte kendisine kötü davranan birini hatırlatıyorsunuz, kimbilir! “Artık Amerikalı oyuncular gibi kilo alıp veren oyuncular var, ne mutlu bize “ diyen birinin Türk sinema tarihi biraz daha iyi biliyor olması lazım. “Manisa Tarzanı”nda Talat Bulut kilo verdi diyorum, biri kilo aldı yazmış. Tamamen zihinsel durum. Diyorum ki “Türkiye’deki nüfusun 10’da 1’i engelli”, buna dem vurmak istiyorum. Bunun dizgisini yapan ya da edit eden kişi, “Olur mu? Yüzde 1’idir” diyor. Evet yüzde 10 engelli Türkiye’de. Her 10 kişiden biri engelli. Zihinsel, fiziksel. Bu kadar akraba evliliğinin olduğu, bir iç savaşın 30 yıl sürdüğü bir ülkede bu kadar engelli olması bile bir mucize. Türkiye’de yedi milyonu aşkın engelli var. Siz onları dışarda görmüyorsunuz diye yok değiller. Biri övgü yazmış, “Levent Üzümcü bu rolüyle harikalar yaratıyor. Bu rolü Amerika’da oynasa Akbil’i olmazdı, son model arabaları, milyon doları olurdu” demiş. Kardeşim benim araba alacak kadar param var. Ben Akbil derken arabanıza bu kadar fazla binmeyin diyorum. Ben parasızlıktan kullanmıyorum ki Akbil’i. Söylemek istediğim paran olsa bile arabaya binme idi ama anlatamadım. Çıkmış bir fütursuz, “Kaç sinema eleştimeni tanıyorsun” demiş. “Mustafa Altıoklar’ın filminde oynamışsın, ders mi vereceksin” demiş. İnanamıyorum. Nasıl bir algıdır bu? “Oyuncu bile diyemem” demiş. “Ben tiyatro izlemek zorunda mıyım” demiş. Bu insanlar yarın öbür gün bir şey yapacak, ya film çekecek, ya kitap yazacak, ya da haber yapacak veya yapamadıkları için böyleler. İnanamıyorum! Yaralı olduğum çok konu var Türkiye’de ve bunları bilerek yaşamak acı geliyor insana. Allah’tan sanatçısın da bir-iki çift laf edebilecek mecra bulabiliyorsun bunlara karşı.
Bir sonraki projeniz “Ateşin Düştüğü Yer” ne durumda? Kızınızı oynayacak oyuncu bulundu mu?
Evet, İsmail Güneş ile çekeceğiz. Kızım aranıyor hâlâ. Sizin aracılığınız ile de söyleyeyim. İsmail Güneş ya da benimle temasa geçebilirler. Aradığımız kişi 16 yaşının üzerinde 16 ile 20 yaş arasında. Masum görünümlü, su damlası gibi bir oyuncu arıyoruz. Özellikleri bunlar...
(*) Telefonla programa konuk olan bir izleyici Üzümcü'ye, “Kabadayı” filminde Kenan İmirzalıoğlu'nun oynadığı karakterin kendisine teklif edilmesi durumunda bu rolü oynayıp oynayamayacağını sordu.
Bu soruya içerleyen Üzümcü, "Bir şeyin çok fazla talep görüyor olması onun doğru olduğu anlamına gelmez. Lütfen bunu her şey için düşünelim" diye konuştu.
Bu sözleriyle Kenan İmirzalıoğlu'na yönelik bir göndermede bulunmadığının altını çizen Üzümcü, yıllardır tiyatro oyuncusu olduğunu hatırlattı.
Medyada bazı insanlara bir imaj çizildiği ve bu imajlar üzerine işler yapıldığını vurgulayan Levent Üzümcü konuyu şu sözlerle kapattı: "Bence bunu gidip Kenan'a sorman lazım, 'Sen bu kadar tiyatro oyununda oynayabilir misin?' diye. Gel bir kere sen beni tiyatro sahnesinde gör."
Her gittiği şehirde oyunculuğuna artılar katan Levent Üzümcü için hayata İzmir’de başlamış olmak en büyük şanslarından biri.
Son dönemde kendini istemediği polemiklerin içinde bulan oyuncu, şu sıralar 16 yaşında, su damlasına benzeyen kızını arıyor.
“Beyza’nın Kadınları”nda canlandırdığınız Doruk son noktada bir seri katildi, “Abimm”deki Arif ise zihinsel engelli bir karakter. Bu rollere hazırlanırken zorluk çektiniz mi?
Denemek istiyorum, beğendiysem o senaryoya girmek istiyorum. Benim arkamda magazin basının desteği yok. Bu yapımcıları çok etkileyen bir şey. Hakkınızda haber yapılıyor olması yapımcıları çok etkiliyor. Benim varolabilmem için elimdeki tek kuvvet ise oyunculuk yeteneğim. Başka bir şey yok.... Reyting uğruna anlık hatalar yapamam. Bile bile hata yapmam. Ben bir oyuncuyum; buna saygısı olan varsa, izlemek isteyen varsa gelir izler. Ama, “Ben onu oyuncudan saymam, oyuncu demeye dilim varmıyor” gibi lafları da ancak bir Türk söyler.
Okan Bayülgen’in programındaki durum neydi?*
O bir show programı ve insanlar o show programına olabildiğince sivri dilli ve fütursuzca konuşarak malzeme oluyor. Hepsi değil ama çoğu harika malzeme oluyor. Soruyu sorma şekli çok prokatifti. Yani ben hayatta egosu en az olan aktörlerden biriyimdir ama orada bir egosantirik gibi göründüm. Hiç alakası yoktu. İzleyici beni ekrandaki işlerden biliyor. Arayan kişi “Beyza’nın Kadınları”nı bile izlememiş. Onu izlese bunu sormaz çünkü “Beyza’nın Kadınları”nda son derece karizmatik, ağır bir adamı oynuyorum. O kadar çok farklı işler yaptım, hiçbirini izlememiş. Bir “Kabadayı”yı, bir de “Avrupa Yakası”nı izlemiş. Onları karşılaştırmaya çalışıyor. Aslına bakarsan benim oradaki derdim asla Kenan değil. Biz arkadaşız. Ona laf atmak, onunla polemiğe girmek gibi bir problemim yok. Uzamasından dolayı da sıkıntı içindeyim. Bu bir canlı yayındaki çok prokatif bir sorunun başıma açtığı bir durum diyelim.
İzmirli olmak, İzmir’de çocuk olmak nasıldı?
Hayattaki en büyük şansım İzmir’de doğmuş olmam. Kendi anne babama sahip olarak İzmir’de doğmuş olmak. Çünkü bir yerin şehir halinde demokrat olabilmesi çok zor. Şehirlerin karakterleri vardır ama bir şehrin kendi karakterini bozmaması bu kadar göç alan bir ülkede çok zordur. İzmir bunu bir şekilde başardı. Hamurundaki zannediyorum çok kültürlülük, öz değerlerinde olan bütün kültürlere saygılı olma hali ve tarihinden de gelen hiçbir kültürün, hiçbir ideolojinin ya da hiçbir inanışın baskın olmaması, dominant olmaması İzmir’in şanslarından... Orada yaşayan, İzmir’de doğan biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki ben birçok şeyi Anadolu’ya çıkınca anladım. Anadolu’nun değişik yerlerine çıkınca anladım. Çünkü 18 yıl bir şehirde yaşayınca, hayatının 18 yılını bir yerde geçirince diğer yerleri de ister istemez kendi şehrin gibi biliyorsun. Onlar da aynıdır herhalde diye düşünüyorsun. İstanbul’u gözünde çok büyütüp orada bir şey var diyorsun. Ama sonra bakıyorsun ki geldiğin yer cennet gibiymiş, başka hiçbir yere benzemiyormuş. Biz tiyatrocular çok gezeriz, turnelerde Türkiye’nin çeşitli yerlerini gezdikçe bir kere daha anladım ki hayattaki en büyük şansım İzmir’de doğmuş olmak. Tabii anne ve babamın çocuğu olarak doğmuş olmak, çünkü ailem de demokrat bir ailedir.
Tiyatrocu olma isteği ne zaman, nasıl başladı?
Lise son sınıftayken Haşmet Zeybek’in yazdığı “Düğün ya da Davul” adlı oyunu sahneledik, o günden sonra oyuncu olmak istedim. Ne gariptir ki ben şu an Haşmet Ağabey ile aynı tiyatroda oyuncuyum. Kendini bozmamış aktörlerden biridir Haşmet Ağabey.
Kendini bozan aktörler kimler?
Kendini bozan aktör bir şey olmaya çalışan, olmadığı bir şeyi olmaya çalışan aktördür.
Oyuncu olma isteğinize geri dönersek...
Lise sonda bir gün Maltepe Askeri Lisesi’nde oynarken sahnede düştüm. Yaklaşık 1200 askeri öğrenci, hepsi de komediyi büyük ciddiyetle izliyor. Hem de hiç gülmeden. Düşünce dizlerim kilitlendi. Daha önce başıma böyle bir şey hiç gelmemişti.
Niye kilitlendi peki?
Aseptik Nevroz hastalığı... Yaramaz çocuk hastalığı var bende. O zamanlar ne olduğunu anlamamıştım tabii, sahneyi emekleyerek bitirdim. Ben sahneden çıkınca askerler alkışladı. İşte o gece, eve döndüğümde açıkladım aileme oyuncu olmak istediğimi. En azından bu yola başkoyacağımı...
Konservatuarı Eskişehir’de okudunuz. Eskişehir’de üniversite hayatı eğlenceli miydi?
Konservatuarlarda çok şey öğrenirsin. Her çalıştığın oyunda yeni bir kişi tanıyorsun. O insanın çevresini, dönemini tanıyorsun. Sosyolojik, dramatolojik çıkarımları, karakter analizlerini öğreniyorsun. Bol bol kitap okuyorsun. Dünya edebiyatının şaheserleri ile ilk kez karşılaşıyorsun. Daha 18 yaşındasın. O kadar güzel zamanlar ki, sanki çok açsın da envai çeşit yemeğin olduğu bir sofrada oturuyorsun. En azından benim için öyleydi üniversite, hiç doymadan, sürekli yemek yiyebileceğim bir sofrada olmak gibi.
Yemek demişken yemek yapma merakınız orada mı başladı?
Aslına bakılırsa Eskişehir’de başlamadı. Bir arkadaşımız vardı Musa, o bizim aşçımızdı. Zamanla yemek yaptıkça, yaptığım yemeğin tadını aldıkça, kendi yaptığım yemeğin güzelliğini fark ettikçe hoşuma gitmeye başladı. Rahatlatıyor insanı, tak tak tak onu kesiyorsun, bunu ayıklıyorsun, onu karıştırıyorsun, bunu döndürüyorsun, iyi bir rehabilitasyon oluyor. Galiba aşçıların erkek olma nedeni de bu, çünkü yemek yapmak bir erkeği rahatlatan tek mutfak işi. Hatta evdeki tek iş. Zira erkek silmez, süpürmez, klasik erkek modelinden bahsediyorum. Dünya çapında da bu böyledir; silmezsin, süpürmezsin, bir boya yapılırdı eskiden, bir de yemek... Çamaşır yıkamaz, ütü yapamaz, yapanları tenzi ediyorum tabii. Erkeklerin en çok yaptığı ev işi yemektir.
Baharatlarla olan ilişkiniz nasıl? Baharatlı yemeklere düşkün müsünüz?
Çok seviyorum. Yanlış bölgede doğmuşum. Eskiden Güneydoğu diyordum ama Güneydoğu’da yenenden de daha acı yiyorum. Meksikalılardan bile acı yiyorum. Artık Tayland filan oralardan acı bakıyorum. Dünyanın en acı biberlerini yiyorum. Onların içindeki şişeyi nasıl eritmediklerine şaşarak hem de. Özel ısmarlatıyorum yediğim acıları.
Seda Sayan’ın programında da mutfakla ilgilendiniz galiba...
Köfte dağıttım o programda. Bir hazır yemek firmasıyla televizyon reklamı için anlaşmıştık. Ancak firma yabancı ortakları ile anlaşamadı. Bana reklam parasını vermiş bulundular, ben de televizyonda yemek programı sundum. Nasıl yemek yapılırı hem tanıttım hem de öğrendim. Bir keresinde konservatuardaki arkadaşlarımdan biri Ankara’ya akraba ziyaretine gittiğinde akrabası televizyonda beni gösterip “Bak bak, bu çocuk aşçıydı sonradan oyuncu oldu” demiş.
İstanbul’a gelince ne zorluklar yaşadınız? Bir dolmuş hikayeniz var galiba?
Öğrencilikten gelmiştim, Devlet Tiyatrosu’nda aldığım yevmiyeyle kıt kanaat geçiniyordum. Bir de İstanbul’a oranla küçük şehirlerde yaşamıştım. Fiyatlar da ona göreymiş. Dolmuşta ücreti sorunca öyle bir rakam söylediler ki “taksiye binersin o paraya” demişim, bana çok gelmişti.
“Küçük İbo” dizisinde oynamayı daha sonra mı kabul ettiniz?
Evet, bir şeyler yapmak istiyorsun. Evlenmek istiyorsun, hayatta kendime çizdiğim bir yol var. Hayatımı kurayım da parayı da kazanırım düşüncesi vardı bende. Şimdi ise herkes hayatımı kurayım da sonra evleneyim diyor. Ben önce evlenip, sonra para kazanayım düşüncesindeydim.
“Küçük İbo”da oynarken sizi hocalarınız aforoz etmiş galiba?
Çok idealist mezunduk biz. Dedik ki hep tiyatro yapalım, kıt kanaat de olsa yaşayalım. Hocalarımızın dediği gibi bu işten bir ev, bir araba beklemeyelim. Bunları bekliyorsanız yanlış bölüme geldiniz, iktisadi ve idari bilimler diğer tarafta derlerdi. İstedik ki sadece bu işten karnımız doysun, ama karnımız da doymuyor, olmuyor! Aldığın bütün parayı içinde durduğun beton yığınına veriyorsun. Bu şehirde yaşayabilmek için başka iş yapmak zorundasın, beğensinler ya da beğenmesinler. Sonra o beğenmeyenler de yaptı başka işler...
Zamanda yolculuk mümkün olsa “Küçük İbo”da yine oynar mısınız?
Bununla ilgili olarak şunu söyleyebilirim; biz oyuncuların çok azımızın seçme şansı oluyor. Ve seçme şansı azaldıkça da yapılan işlerdeki durumlar farklılaşıyor. Yani biri gelip şu işte çalışır mısın diye sorduğunda genelde paraya ihtiyacın olduğu için kabul ediyorsun, çünkü çocuğun evde ekmek bekliyor. Bunu dramatik olsun diye söylemiyorum. Brecht’in dediği gibi önce karnın doyacak ahlak sonra gelecek. Bugün de aynı şeyleri düşünüyorum, yine param olmazsa yine önüme gelen her işi yaparım. Çünkü ben sadece kendi hayatımı yaşamıyorum. Ama bugün Türkiye’de hangi işte oynayabileceğini seçebilecek çok az aktörden biriyim. Ülkemizde aktör sayısı fazla olmasa da onların içinde seçici olabilme özgürlüğüne, maddi özgürlüğe sahip nadir aktörden biriyim. O da sağolsun yine bir TV dizisi sayesinde oldu.
Askerlikten sonra Los Angeles’a gidiliyor. Orada ne yaptınız?
Oyuncu yönetmenliği kursu aldım. Dönemlik kurslardı ama ben devam ettim. Orada oyuncu yönetmenliğini öğrendim. Benim için büyük başarıydı. İlk seferinde İngilizce bilmediğim için havalimanına gittiğimde kayboldum. Azmedip İngilizce ve araba kullanmayı öğrendim. Benzin istasyonunda çalışıp kazandığım paralarla araba aldım, ehliyet aldım. Bunlar bir insan için o kadar önemli şeyler ki... Yabancı dil bilmeden farklı bir ülkeye gidiyorsun. Ne dilin var, ne ehliyetin. Ne de o güne kadar başka bir işte çalışmışsın doğru düzgün. Oraya gidiyorsun, yabancı dil öğreniyorsun, kendine araba alıyorsun, çalışmaya başlıyorsun. Bir benzin istasyonunda kasiyer olarak çalışmaya başlıyorsun, buna tuvalet temizlemek de dahil. Sonra orası senin evin gibi oluyor. Los Angeles’ta araba kullanıp Sunset Bulvarı’ndaki okuluna gidiyorsun. Bunlar çok özel şeyler ve kendimle gurur duyuyorum. Bunu yapan herkesle de gurur duyarım. Bu yüzden oyunculuğu 100 metrelik bir yarış gibi görmüyorum. Oyunculuk hayat gibi. Sen öldüğünde bitecek bir maraton. Benim işim, yapmaktan zevk alıyorum ve maraton olarak görüyorum. Çevremizde bu işe 100 metre, 200 metre, bilemedin 400 metre muamelesi yapan çok oyuncu var. Bu iyi mi, kötü mü bilmiyorum. Ben nasıl gördüğümü söylüyorum.
“Avrupa Yakası” sizi daha geniş kitlelere tanıttı, nasıl başladı proje?
Oynadığın dizinin hitap ettiği bir kitle ve gelir grubu var. “Küçük İbo”da oynadığımda gelir düzeyi daha düşük kesimlere hitap etmiştik doğal olarak. Televizyonculuk deyimiyle C grubu seyirciye. “Avrupa Yakası” ise başlarda AB grubu hatta A+’a hitap eden bir işti. Uzun süre de öyle devam etti. Sonra diziye Gaffur karakterinin girmesiyle birlikte total tarafından da çok beğenildi. Çünkü o totali temsil ediyordu. Ondan sonra dizi de değişmeye başladı, Türkiye’de değişmeye başladı. Bizim dizimiz temelde Avrupalı olmaya çalışan dört kişilik bir Türk ailesinin kendi içinde yaşadığı traji komik hikâyelerden bir Anadolu potporisine döndü. Çünkü Türkiye değişti. Tokatlı’lar, Adanalı'lar, Antepli’ler ve onların taklitleriyle dolmaya başladı. Bu olacaktı ve oldu da... Yedi – sekiz yılda çok şey değişti.
Türkiye bu süre içinde olumlu mu değişti yoksa olumsuz mu?
Kesin bir çizgi çekilemez, olumlu ya da olumsuz denemez, ancak hızlıca muhafazakârlaştığımız söylenebilir. Bunu rahatlıkla söylerim ve muhafazakârlar toplumlarını ilerletmezler genelde. Şimdi biz çok sert mevzuları tartışıyoruz inanç üzerine, siyaset üzerine. Çok kırılgan noktalardayız. Kapitalizmin bu evresi çok muhafazakâr bir evre. Dünyada da böyle. Türkiye’ye özgü bir şey değil. 1960’lardaki dünya yok artık. 1950’lerde onu hazırlayan, hele hele 1970’leri hazırlayan ortam yok. Kapitalizm onu da denedi. Kapitalizm o yaşam tarzının gençler arasında çok beğenildiğini fark etti. Bunun önüne geçmesi lazım şimdi. Peki ne yapabilir? Dans etmek isteyen, uyuşturucu kullanmak isteyen, alkol almak isteyen bir nesil var karşısında. Peki bunların önüne nasıl geçecek? İşte Bush gibi adamlar çıkararak. George Bush’a ABD’de sadece inançlı olduğu için oy verenler oldu. Yaptığı siyasete değil, inancına oy verenler oldu. Böyle bir dünyaya evrildik, onun için Türkiye’deki kırılmalar da şiddetli oluyor. Ülkeyi, bizim içimizden çıkmayan evrensel dünya değerleriyle yönetmeye çalışıyoruz, ama biz evrensel bir ülke olmaktan uzağız.
İstanbul Halk Tiyatrosu’nun kurucularındansınız. Özel tiyatroyu devam ettirmek ne kadar zor?
Bütün özel tiyatrocular aynı şeyi yaşıyor. Devlet yardım etmek zorunda ama onun yardım ettiği parayla senede bir oyun çıkaramazsın. Bugün bir oyunun çıkması için minimum 40 bin liraya ihtiyaç var devlet ise sana 21 bin lira veriyor. Böylece yardım da etmiş oluyor. Zor ve karmaşık bir iş yani...
Abimm filminin 13 yaş sınırı için ne düşünüyorsunuz? Bu durumda oğlunuz filmi izleyemeyecek mi?
Tabii her şeyin bir kriteri var. Örneğin İsviçre’deki minare yasağına neden olan onların anayasasındaki bir madde. O maddeye göre bir İsviçre vatandaşı, yani herhangi biri, herhangi bir konu hakkında 100 bin imza topladığı takdirde tartışılan mevzuyu referanduma götürebiliyor. Adamın biri, her ülkede olma ihtimali yüksek olan bu adam, kendi gibi 100 bin adamı bulup imzaları toplayarak referanduma gitmiş. Nüfusun yüzde 56’sı da onlar gibi düşünmekteymiş. Yani 100 bin kişinin başının altından çıkmış bir şeye nüfusun yüzde 56’sı “Evet” demiş. Birçok kriter var. Bu filmlere yaş sınırı koyanların da bir kriterleri vardır, biz bilemiyoruz. Ancak Türkiye’de sanki her şey yolundaymış, her şey doğru işliyormuş gibi bu 13 yaş krizini de hayatımın merkezine koymam.
Kilo alıp verme durumu var yanılmıyorsam. Bu bir deformasyon yaratıyor mu?
“Abimm” filmi için 20 kilo aldım ve sonra hızlıca verdim. Ama bunu 40 yaşında yapmaz, böyle bir maceraya girmezdim. Ancak rol için gerekliydi.
Bu durum üzerine bir polemik oluştu galiba. Siz sinema eleştirmenleri Türk sinema tarihini bilmiyor mu dediniz?
Türk sinema tarihini bilmeliyiz dedim. Çok kırıcı bir ülke burası. Çok vandal insanlar var. Fikrini bireysel çekişmelerle yoğuran insanlar var. Hayatınızda hiç görmediğiniz, tanımadığınız biri, bir nedenden ötürü size düşman olabiliyor. Belki ona geçmişte kendisine kötü davranan birini hatırlatıyorsunuz, kimbilir! “Artık Amerikalı oyuncular gibi kilo alıp veren oyuncular var, ne mutlu bize “ diyen birinin Türk sinema tarihi biraz daha iyi biliyor olması lazım. “Manisa Tarzanı”nda Talat Bulut kilo verdi diyorum, biri kilo aldı yazmış. Tamamen zihinsel durum. Diyorum ki “Türkiye’deki nüfusun 10’da 1’i engelli”, buna dem vurmak istiyorum. Bunun dizgisini yapan ya da edit eden kişi, “Olur mu? Yüzde 1’idir” diyor. Evet yüzde 10 engelli Türkiye’de. Her 10 kişiden biri engelli. Zihinsel, fiziksel. Bu kadar akraba evliliğinin olduğu, bir iç savaşın 30 yıl sürdüğü bir ülkede bu kadar engelli olması bile bir mucize. Türkiye’de yedi milyonu aşkın engelli var. Siz onları dışarda görmüyorsunuz diye yok değiller. Biri övgü yazmış, “Levent Üzümcü bu rolüyle harikalar yaratıyor. Bu rolü Amerika’da oynasa Akbil’i olmazdı, son model arabaları, milyon doları olurdu” demiş. Kardeşim benim araba alacak kadar param var. Ben Akbil derken arabanıza bu kadar fazla binmeyin diyorum. Ben parasızlıktan kullanmıyorum ki Akbil’i. Söylemek istediğim paran olsa bile arabaya binme idi ama anlatamadım. Çıkmış bir fütursuz, “Kaç sinema eleştimeni tanıyorsun” demiş. “Mustafa Altıoklar’ın filminde oynamışsın, ders mi vereceksin” demiş. İnanamıyorum. Nasıl bir algıdır bu? “Oyuncu bile diyemem” demiş. “Ben tiyatro izlemek zorunda mıyım” demiş. Bu insanlar yarın öbür gün bir şey yapacak, ya film çekecek, ya kitap yazacak, ya da haber yapacak veya yapamadıkları için böyleler. İnanamıyorum! Yaralı olduğum çok konu var Türkiye’de ve bunları bilerek yaşamak acı geliyor insana. Allah’tan sanatçısın da bir-iki çift laf edebilecek mecra bulabiliyorsun bunlara karşı.
Bir sonraki projeniz “Ateşin Düştüğü Yer” ne durumda? Kızınızı oynayacak oyuncu bulundu mu?
Evet, İsmail Güneş ile çekeceğiz. Kızım aranıyor hâlâ. Sizin aracılığınız ile de söyleyeyim. İsmail Güneş ya da benimle temasa geçebilirler. Aradığımız kişi 16 yaşının üzerinde 16 ile 20 yaş arasında. Masum görünümlü, su damlası gibi bir oyuncu arıyoruz. Özellikleri bunlar...
(*) Telefonla programa konuk olan bir izleyici Üzümcü'ye, “Kabadayı” filminde Kenan İmirzalıoğlu'nun oynadığı karakterin kendisine teklif edilmesi durumunda bu rolü oynayıp oynayamayacağını sordu.
Bu soruya içerleyen Üzümcü, "Bir şeyin çok fazla talep görüyor olması onun doğru olduğu anlamına gelmez. Lütfen bunu her şey için düşünelim" diye konuştu.
Bu sözleriyle Kenan İmirzalıoğlu'na yönelik bir göndermede bulunmadığının altını çizen Üzümcü, yıllardır tiyatro oyuncusu olduğunu hatırlattı.
Medyada bazı insanlara bir imaj çizildiği ve bu imajlar üzerine işler yapıldığını vurgulayan Levent Üzümcü konuyu şu sözlerle kapattı: "Bence bunu gidip Kenan'a sorman lazım, 'Sen bu kadar tiyatro oyununda oynayabilir misin?' diye. Gel bir kere sen beni tiyatro sahnesinde gör."