ANALİZ - İran-ABD Satrancında Son Durum
Aramco’ya 14 Eylül’de yapılan saldırıda Tahran’ın azmettirici olarak görülmesine rağmen Bolton’ın görevden alınması yeni bir müzakere sürecinin ilk adımı olarak görülebilir Bugüne dek Tahran’a uygulanan siyasi ve ekonomik baskı, İran iç siyasetinde ABD yönetiminin beklediği sivil ayaklanma dinamiğini harekete geçiremedi. John Bolton, askeri bir operasyonun gerekliliğini açıkça savunsa da, İran’ın bölgedeki gerilimi yaymak adına ülke sınırlarının ötesindeki uzantılarını finanse edebilecek maddi güce sahip olması ABD’nin cesaretini törpüledi “En iyi anlaşma, kaybedenin olmadığı bir anlaşmadır” anlayışına sahip İranlı yetkililer, G7 zirvesi sonrası ABD’nin petrol satışı konusunda daha esnek davranma eğilimi gösterdiği konusunda hemfikir Cumhurbaşkanı Ruhani’nin “ABD’li herhangi bir yetkili ile görüşmek: İran’ın çıkarlarına hizmet edecekse bunu reddetmeyiz” açıklaması, Tahran yönetiminin, süreci açık kapı bırakarak takip ettiğini gösteriyor ABD seçimlerinde gelecek başkanın kim olacağı, İran tarafında da hayati öneme sahip. Trump’ın seçimi kaybetmesi, bir sonraki ABD başkanı kim olursa olsun Trump’dan daha rasyonel olması koşuluyla ve bu süredeki baskının maliyetlerini karşılayabildiği sürece İran için sevindirici bir gelişme olur ABD ile İran arasındaki müzakerelerin geleceği tüm Orta Doğu için yıkıcı bir potansiyel barındırıyor. Bu etkiyi en yakından hissedecek olan ülke ise İsrail
Geçtiğimiz Mayıs ayından beri İran’a “maksimum baskı” stratejisiyle yaklaşan (fakat beklediği verimi alamayan) ABD yeni bir plan gereği, İran petrolünün dünya piyasasına geri dönmesi anlamına gelen yaptırımlarda kısmi bir gevşeme yoluna gidebilir. İyimser hava, İran’ın uzlaşma yanlısı basınına da yansımış durumda. “En iyi anlaşma, kaybedenin olmadığı bir anlaşmadır” anlayışına sahip İranlı yetkililer ise Fransa’daki G-7 zirvesi sonrası ABD’nin petrol satışı konusunda daha esnek davranma eğilimi gösterdiği konusunda hemfikir.
Son günlerdeki gerilimli iklime rağmen manevra alanlarının geniş olması, Tahran’ın aceleci olmayan tavrını beraberinde getiriyor. İran’ın öncelikli şartı yaptırımlar kaldırıldıktan sonra müzakere etmek. Suudi Arabistan’ın milli petrol şirketi Aramco’ya 14 Eylül’de yapılan saldırıda Tahran’ın azmettirici olarak görülmesine rağmen Bolton’ın görevden alınması yeni bir müzakere sürecinin ilk adımı olarak görülebilir. Stratejisini ABD’nin bölgede alamayacağı riskler üzerine kuran Tahran, bu fırsatı kaçırmak istemeyecektir. Nitekim bu istifa bile -kapalı kapılar ardında da olsa- müzakere zemini için önemli bir adım gibi görünüyor.
Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin “ABD’li herhangi bir yetkili ile görüşmek: İran’ın çıkarlarına hizmet edecekse bunu reddetmeyiz” açıklaması, 74. BM Genel Kurulu’na katılacak olan Tahran yönetiminin, süreci açık kapı bırakarak takip ettiğini gösteriyor. Ruhani’nin bu açıklamayı G-7 zirvesinin hemen ardından yapmış olması, İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in sürpriz Fransa ziyaretinin meyvesi olarak değerlendirilebilir. Cevad Zarif’in Çin yolundayken rotasını değiştirip Fransa’ya gitmesi, İran iç siyasetinin etkin kontrol gücü olan muhafazakâr kesim tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Ruhani ve ekibinden daha fazla şeffaflık isteyen muhafazakâr kesim, yönetimin İran’ın çıkarlarına hizmet etmediği ve ABD ile asla müzakere edilmemesi gerektiği konusunda katı bir tutum içinde. Fakat Cumhurbaşkanı Ruhani’nin meclisteki konuşmasında “muhataplarımızdan görüşme çağrıları aldık ancak cevap vermedik” açıklaması, İran iç siyasetini yatıştırmaya yönelik bir adım. Ruhani’nin gelen tepkileri göğüsleyen söylemi, Ruhani-Zarif müzakere anlayışının hem iç hem de dış siyasetin kontrollü bir şekilde yürütülmesi ilkesine dayandığını gösteriyor.
İran John Bolton’ın görev yaptığı dönemde buna benzer bir iyimserlik içinde olmadı. İranlı yetkililer John Bolton’ın görevden alınmasını ABD’nin iç meselesi olarak görüp net bir yorum yapmaktan kaçındılar. Fakat İranlılar Tahran’a yönelik baskı konusunda uzlaşmaz bir tavır benimseyen her yetkilinin zamanla Amerikan siyasetinde devre dışı kaldığını görmenin mutluluğunu sessizce yaşıyorlar. İranlı siyasilerin sakinliği hareketsiz bir şekilde bekledikleri anlamına gelmemeli. Tahran’ın bugünlerde Fransa, Umman ve hatta Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) aracılığıyla Washington’la dolaylı bir temas halinde bulunuyor olması muhtemel.
ABD’nin İran’a yönelik siyasi ve ekonomik baskısını artırmasına karşılık, İran yönetimi söylem düzeyinde bir cevap verdi. Cumhurbaşkanı Ruhani İran’ın nükleer anlaşma konusundaki taahhüdünü “ihtiyaç dâhilinde” azaltma politikasına bağlı kalacağını, ancak bir sonraki aşamada ne olacağını tahmin edemediğini belirtti. İran siyasetinin nükleer anlaşmaya dair “ihtiyaç” söylemi, ABD’nin jest veya tehditlerine göre şekil almakta. ABD ise artık ön şartlar olmadan pazarlık yapma politikasının İran’ı yeni bir müzakere masasına oturtmak için yeterli olmadığının daha çok farkında. Ayrıca Suudi Arabistan saldırısının ardından Washington, maksimum baskı anlayışıyla zayıflatılmaya çalışılan bir İran’ın müzakere masasına oturmak yerine, ABD’ye ve bölgedeki müttefiklerine yönelik daha saldırgan bir pozisyon alacağını da görmüş oldu.
İran’ın bu süre zarfında geliştirdiği “nükleer anlaşma öncesine dönüş” söyleminin hem ABD hem de Avrupa Birliği (AB) nezdinde karşılık bulduğu söylenebilir. Tahran’ın bu çıkışı, nükleer silah geliştirme konusunu uluslararası kamuoyuna duyurarak AB ve ABD’yi nükleer anlaşmaya uymaya ikna etmek/zorlamak için tasarlanmış görünüyor. Bu planın riskli tarafları da mevcut ve İran’ı geri dönüşü olmayan bir noktaya götürebilir. Bu noktada pozisyonunu korumak isteyen İran, herhangi bir kazanım elde etmeden anlaşmadan çekilip başa dönerse, elindeki önemli bir kaldıracı da kaybetmiş olacaktır. Bu durumda İran yine Batı tarafından zorlu ekonomik veya askeri eylemler gerektiren acil bir tehdit olarak değerlendirilecektir.
Bu ikilemi yaşayan sadece İran tarafı değil; Trump da benzer bir durum yaşıyor. ABD başkanı sert söylemleriyle öne çıksa da İran’a dayattığı azami baskı politikasının açmazlarına hapsolmuş vaziyette. İran’a uygulanan azami baskıdan herhangi bir kazanç elde etmeden geri çekilmek, gelecek seçimlere hazırlanırken Trump için bir zayıflık belirtisi olmakla kalmayacak, ABD’nin dünyadaki statüsüne de gölge düşürecektir. Her iki tarafın da seçime gittiği bir dönemde, iç siyasetteki tepkileri azaltma amacı, gerilimin düşmesi için önemli bir çıkış yolu olabilir.
Ancak önümüzdeki süreç İran tarafı için daha kritik bir öneme sahip. Zira ikinci cumhurbaşkanlığı dönemini dolduran Ruhani artık aday olamayacak. Eğer ABD Başkanı Trump İran’la herhangi bir pazarlık ya da anlaşma yapmak istiyorsa, Ruhani ve ekibi gitmeden yeni bir yumuşama dönemini başlatmalı. Muhafazakâr kanadın tüm baskı ve eleştirilerine rağmen dini lider Hamaney’in hâlâ güvendiği bir isim olan Ruhani, müzakere konusundaki tecrübe ve yeteneğini ispat etmiş bir isim. Aksi takdirde, gelecek seçimlerde -ABD ile anlaşma konusunda katı olan- muhafazakâr kanattan bir ismin cumhurbaşkanı olma ihtimalinin yüksek olduğu İran siyasetinde, yeni bir nükleer anlaşma veya eski anlaşmanın devamı, geçmişe nazaran çok daha zor olacaktır.
ABD seçimlerinde gelecek başkanın kim olacağı, İran tarafında da hayati öneme sahip. Trump’ın seçimi kaybetmesi, bir sonraki ABD başkanı kim olursa olsun -Trump’dan daha rasyonel olması koşuluyla ve bu süredeki baskının maliyetlerini karşılayabildiği sürece- İran için sevindirici bir gelişme olur.
- Yaptırımların beklenen etkisi
Bugüne dek Tahran’a uygulanan azami siyasi ve ekonomik baskı, İran iç siyasetinde ABD yönetiminin beklediği sivil ayaklanma dinamiğini harekete geçiremedi. John Bolton İran’a yönelik askeri bir operasyonun gerekliliğini açıkça savunsa da, İran’ın bölgedeki gerilimi yaymak adına ülke sınırlarının ötesindeki uzantılarını finanse edebilecek maddi güce sahip olması ABD’nin cesaretini törpüledi. Bolton’ın askeri operasyon planına karşılık Tahran’ın elinin hiç de boş olmadığını gören Trump, İran petrolüne yönelik yaptırımların, ülkedeki “direniş gücünü” yöneten teokratik anlayışı daha da etkin/güçlü bir konuma taşıdığını bizzat tecrübe etmiş oldu.
Başta ABD yönetimi olmak üzere hiç kimse geleceğin kendileri için şans getirmesini umarak vakit kaybetmek istemez. Dolayısıyla Cumhuriyetçi Başkan Trump’a bundan sonraki süreçte hem seçim kazandıracak hem de ABD’nin kaybolan itibarını toparlayacak yeni manevralar gerekli. Dış politikadaki öncelikli meselelerden biri ise elbette İran. ABD ile İran arasındaki müzakerelerin geleceği tüm Orta Doğu için yıkıcı bir potansiyel barındırıyor. Bu etkiyi en yakından hissedecek olan ülke ise İsrail. Yeni bir nükleer anlaşma olasılığı, Tel Aviv’in İran’ın çöküşünü amaçlayan sert politikalarını rafa kaldırmasının yanı sıra, İran’ın Suriye, Lübnan ve Irak’taki faaliyetlerini daha rahat bir pozisyonda devam ettirmesi anlamına geliyor. Gerilimin Suudi Arabistan’ın önderlik ettiği Arap koalisyonu üzerindeki etkisi de büyük olacaktır. Suudi Arabistan ve BAE ittifakındaki çatlak, BAE’nin artık Yemen’de Riyad’a destek vermek istememesi ve İran ile ABD arasındaki olası görüşmelere aracılık etme ihtimali nedeniyle büyüyor.
BAE’nin İran’la yaşadığı gerilimli süreci yumuşatması, Yemen’deki Husilere karşı tarafsız bir konuma geçmesi ve Tahran’la ticari ilişkilerini geliştirmesi, Trump ve Muhammed bin Selman arasındaki koalisyon kavramını ve İran’ın Orta Doğu’daki etkisini sınırlandırma amacını yok ediyor. BAE’nin, topraklarının Yemen’deki Husilerin saldırılarından etkilenebileceği endişesi -İran-ABD gerilimi nedeniyle göz ardı edilse de- artarak devam ediyor. Tahran ve Abu Dabi arasındaki ticari ilişki (yaptırımlara rağmen) halen 12 milyar dolar civarında ve bu rakam her iki taraf için de büyük önem taşıyor. Emlak sektöründe önemli sıkıntılar yaşayan BAE’nin sektörü canlandırmak için yeni yatırımcıları çekmesi gerekiyor ve İran da iyi bir müşteri. Ayrıca BAE Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayetinin baş müsebbibi olarak gösterilen ve kamuoyunun tepkisini alan Riyad’la beraber anılmanın artık kendisine hem ABD Senatosu'nun gözünde hem de uluslararası alanda itibar kaybettirdiğini düşünüyor.
ABD İran’la konuşmak için yeni ve denenmemiş yollar arıyor. Washington Tahran’la problemi olan yönetimlerin sorunlarını çözmenin, İran’la konuşmak için iyi bir seçenek olabileceği fikrini hâlâ masada tutuyor. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun özellikle Yemen konusunda diplomatik bir çözüm bulmak için Muhammed bin Selman’a uyguladığı baskı, Tahran ve Riyad arasında bir görüşme trafiği kurmak için tasarlanan başka bir ABD adımı olarak görülebilir. ABD bu bağlamda, Yemen’deki Husilerle doğrudan müzakere yoluna gitmesi ve askeri operasyonlara son vermesi konusunda Riyad yönetimini sık sık uyarıyor.
ABD Riyad-Tahran gerilimini azaltarak hem Tahran’a ulaşmaya çalışıyor hem de Rusya ve Çin karşısında bölgedeki siyasi ve ekonomik etki alanını kaybetmemek için uğraşıyor. ABD’nin bu stratejisi bölgede yaşanan gelişmeler nedeniyle zora düşse de işlevselliğini koruyor. Aramco ateşi bölgeyi yeniden ısıtsa da Trump’ın görevden aldığı John Bolton’ın yerine, ulusal güvenlik danışmanı olarak müzakere geleneğinden gelen ve daha ılımlı bir isim olan Robert O’Brien’ı ataması, İran’la olası bir çözümde savaş söylemi yerine müzakere anlayışını ön planda tutacağını gösteriyor. Bu nedenle Washington Aramco saldırısıyla birlikte tırmanışa geçen Riyad-Tahran geriliminde İran’ın suçlamak yerine Riyad’ı destekleme seçeneğini tercih etmiş görünüyor.
- Washington-Riyad hattı enerji yüklü
İran’la olası müzakerelerin yanı sıra ittifaklarını da korumak isteyen Washington ve Riyad arasındaki işbirliği çıkmaza girerse ikili ilişkiler sekteye uğrayabilir. ABD-Suudi Arabistan ilişkilerindeki gerilemenin İran’ın çıkarlarına hizmet edeceği ise aşikâr. Pozisyonunun farkında olan Riyad Tahran’a fırsat vermeme konusunda kararlı olsa da ABD’nin uyarılarına sabır göstermeye devam edecek. Ancak Riyad’ın da seçenekleri tükenmiş değil. Suudiler Pakistan ve Afganistan’ın yanı sıra Hindistan da dâhil olmak üzere diğer Arap ve Müslüman ülkelerdeki etkinliğini artırma eğiliminde. Bununla yetinmeyen Riyad Kıbrıs’taki enerji havzasına taraf olan ülkelerin birçoğuyla işbirliği peşinde. Dolayısıyla Trump yönetiminin de Suudi Arabistan’la ilişkilerinde olası bir krizden kaçınmaya özen göstermesi gerekecek. Zira özellikle Aramco’ya yönelik saldırıdan sonra, Suudi Arabistan her ne kadar zayıf gibi görünse de, bölgedeki İran karşıtlığının en güçlü halkası olarak ABD baskılarının ötesine geçmek isteyecektir. Dünyanın en büyük petrol rafinerisine düzenlenen saldırıda direkt olarak Tahran’ın sorumlu gösteren Riyad’ın cevabı, yakın gelecekte İran’ın farklı bir bölgesinde ya da Tahran’ın etkin olduğu Suriye, Irak veya Bahreyn’de kendisini gösterebilir.
Nihayetinde İran ve ABD arasındaki gerilimde sonun başlangıcındayız. ABD’yi ve dolayısıyla Trump’ı bekleyen öncelikli mesele Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan’daki etki alanını genişletmemesi hususunda Tahran’ı ikna etmek, Suudi Arabistan’ı elinde tutmak, İsrail’i ise hayal kırıklığına uğratmadan İran’la yeni ve daha kapsamlı bir müzakere için masaya oturmak. Ancak altını çizmek gerekir ki İran ile ABD arasında ihtiyaç duyulan bir anlaşma için, öncelikle iki tarafın da karşılıklı güvensizlik duygusunu terk etmesi gerekiyor. Ancak bu dahi anlaşma için yeterli olmayacaktır; zira kalıcı bir anlaşma, alınan kararların hem ABD’li şahinler hem de İran iç siyasetindeki muhafazakâr kanat tarafından kabul görüp desteklenmesine bağlı.
[Doktora çalışmalarını Fars dili ve edebiyatı alanında sürdüren İran uzmanı Cemalettin Taşken İran’ın iç ve dış politikasına ilişkin analizler kaleme almaktadır]