GÖRÜŞ – Almanya'da Erdoğan Karşıtlığı Ve Yüzleşilmeyen Yapısal Sorunlar
Yıllardır Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ve Erdoğan’ın şahsında Türkiye’yi sürekli olarak negatif bir zemin üzerinden tartışan ve ülke kamuoyunu bu şekilde şartlayan Alman siyaseti ve bu siyasetin güdümündeki medya, kendi yapısal sorunlarıyla yüzleşmekten ısrarla kaçınıyor Alman toplumu, her geçen gün demokratik ve çoğulcu vasıflarından uzaklaşıyor. Sürekli bulunan günah keçileri, bir gerçeği ortadan kaldırmıyor: Alman toplumunun bu temel rahatsızlığı siyaset tarafından beslendikçe hiçbir günah keçisinin örtemeyeceği kadar büyüyecek ve tüm dünya için yeniden bir sorun haline gelecek Güçlü siyaseti otokrasi olarak adlandıran aklın, Erdoğan’a baktıkça tarihindeki bir başka figürü gördüğü ve bundan hiç de hoşnut olmadığı bir gerçek. Söz konusu kimse, günümüz Almanya’sının da temellerini atan Bismarck'tan başkası değil Alman hafızası böylesi güçlü bir liderliğin nasıl bir sıçramaya yol açacağını kendi tecrübesinden yola çıkarak çok iyi öngörebiliyor. Bu durum Türkiye’yi bir an önce ‘fabrika ayarlarına’ dönmeye ikna etmeyi amaçlayan Almanya için son derece rahatsız edici
Mesut’un çıkışı Almanya’da yıllardır var olan ancak yüzleşmekten herkesin kaçındığı büyük bir problemi gözler önüne serdi: Alman aklı belli muhasebeler yapmayı bıraktığında ırkçılık ve aşırılığa çok çabuk yol bulan reflekslere sahip. Alman siyasetinin Erdoğan karşıtlığı perdesinin ardında, ırkçılığa açtığı saha o kadar orantısız bir hal aldı ki, Wiesbaden’de düzenlenen sanat festivali, program kapsamında bir Erdoğan heykelinin dikilmesinden sonra, neden bu kadar öfkeli olduğunu izah etmekten aciz yüzlerce Alman’ın Erdoğan nefreti kustuğu bir sahneye dönüştü. Bunun Alman toplumuna orta vadede ne gibi bir dönüşü olacağını hep birlikte göreceğiz. Korkumuz, yeni Solingen faciaları, yeni NSU hadiselerinin yaşanması. Böyle bir potansiyel olduğu açık, zira AfD’nin Alman siyasetindeki yükselişi demokrasinin bir cilvesi olarak değil, şuurlu bir yol açmanın ve bir konstelasyonun neticesi olarak karşımızda duruyor. Bu yolun nereye varacağı meçhul olmakla birlikte, tarihi tecrübeler hepimizi ürkütüyor.
Bir “öteki” bulmak ve siyasetini onun üzerinden yürütmek elbette konforlu bir şey. Buna mukabil Alman siyasetindeki en büyük sıkıntının kendi yapısal sorunlarıyla yüzleşmekten kaçınmak olduğu muhakkak. Alman toplumu her geçen gün demokratik ve çoğulcu vasıflarından uzaklaşıyor. Sürekli bulunan günah keçileri bir gerçeği ortadan kaldırmıyor: Alman toplumunun bu temel rahatsızlığı siyaset tarafından beslendikçe hiçbir günah keçisinin örtemeyeceği kadar büyüyecek ve tüm dünya için yeniden bir sorun haline gelecek. Erdoğan’a yönelik geliştirilen ve Federal Tarım Bakanı Julia Klöckner’in Twitter’dan paylaşacak kadar ileri gittiği “diktatör” söylemi, bu bakımdan Alman siyaseti açısından sadece konforlu bir öteki meydana getirme anlamına geliyor. Buna mukabil diktatör söyleminin saçmalığını fark eden bir takım siyasetçiler son dönemde özenli olarak “otokrat” sözcüğünü tercih ediyor. Otokrat elbette diktatör kadar menfi tınısı olan bir kelime değil, ancak her iki kavramın vermek istediği mesaj ortak: Alman kamuoyunu tarihsel korkularıyla yüzleştirerek kendisini aziz, “öteki”ni şeytan göstermek. Bu tutumu tarif eden bir kavram Türkçe'de yok, buna mukabil Almanca “Scheinheiligkeit” (Sözde azizlik taslamak) kelimesi tam olarak bu tutumu tarif ediyor. Erdoğan hakkında ne düşünülürse düşünülsün, kimin kimle aynı karede fotoğraf çektireceğine karar verecek ve bununla insanları aslanların önüne atacak kadar insanların hayatına müdahale etmediği muhakkak.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’a diktatör derken kendi baskıcı karakterini görmezden gelen Alman siyaseti, “scheinheilig” bir görüntü arzetmekten geri durmuyor. Bu tutum, son haftalarda Trump Amerikası ile karşı karşıya gelen iki devletin karşılıklı verdikleri kısmî destek mesajlarına rağmen sürüp gidiyor.
- Kendi tecrübesi ile başkasını yargılamak
Alman tarihi dünya tarihinin en kanlı sayfalarından biri olarak karşımızda duruyor. Dünyayı herc-ü merce iten bütün büyük savaşlarda, Almanların başat aktör olduğunu görüyoruz. Almanların öncülük ettiği, Haçlı Seferleri ile başlayıp 30 Yıl savaşlarına uzanan Orta Çağ’ın büyük savaşlarını modern dönemin dünya savaşları izledi. Tüm bu savaşların fitilini ateşleyen Almanlar açısından tarihlerindeki en büyük leke ise hiç şüphesiz Hitler mezaliminde sembolleşen II. Dünya Savaşı’dır. Bir diktatörün ne demek olduğunu uzun tariflere hacet bırakmadan Hitler ve rejiminden daha güzel ne ortaya koyabilir ki? Gerçek bir otokratın ne olduğunu bizlere hatırlatan bu örnek, diğer yanda Alman kamuoyunun sürekli olarak irkilmesine sebebiyet veriyor. Bu şartlamanın üzerine gider mahiyette sürekli olarak üretilen “Otokrat Erdoğan” söylemi, Alman toplumunun bir kuşağında, ülkelerine resmi ziyarette bulunacak kimsenin Hitler-vârî bir kimse olduğu algısını meydana getiriyor.
Evet, Alman siyasal kültüründe güçlü siyaset yapıcıların kimler oldukları ve ne gibi acılarla dünyayı karşı karşıya bıraktıklarına yönelik pek çok örnek var. Buna mukabil Alman aklı Türk siyasetini kendi tarihsel tecrübesiyle yargılıyor. Bu yargılama esnasında şu soruya hiç cevap aranmıyor: Türk siyasal tarihi bu şekilde güçlü siyasal figürler çıkardığında bunlar bir Hitler’e dönüşmüş müdür? Uzun uzadıya aramasınlar, cevabı biz verelim: Ne Atatürk’ün kurucu liderliği, ne İnönü’nün tek parti dönemi, ne Menderes’in on yıllık güçlü iktidarı, ne Demirel siyaseti, ne de Erdoğan’ın ülkenin son 17 yılına damga vuran güçlü siyaset anlayışı Alman tarihindekine benzer bir lekeyi, Türkiye’nin tarihine sürmüştür. Dolayısıyla güçlü siyasetin Türk siyaseti açısından ifade ettiği anlam, Alman siyaseti açısından ifade ettiğinden çok farklıdır.
Kendi siyasal tecrübesinden yola çıkarak biçtiği bir elbiseyi, Türk siyasal kültürüne giydirmeye çalışan Alman aklı, bir yerde şu mantıklı soruyla yüzleşmeye hiç niyetlenmedi: Ordusunun ve SS’in halkına karşı koruduğu Hitler ile, ordu içinden çıkan cuntaya karşı halkının koruduğu Erdoğan aynı diktatörlük paydasında buluşabilir mi? Bu mantıklı soruyu sürekli olarak ezbere cevaplarla savuşturuyorlar. Bu cevapların en bilindik olanı, Erdoğan’ın toplumu böldüğü ve kutuplaştırdığı, 15 Temmuz’da direnenlerin toplumun ancak bir kesimi olduğu. Bu ezbere cevaplar da son derece anlamsız, zira kutuplaşma denilen şeyin nasıl bir şey olduğu da tarihsel misaller ile ayan beyan ortada. Toplumun birbirinden farklı düşünen bireylerden oluşması, çoğulculuğun olmazsa olmazı olarak karşımızda duruyorken, fiktif kutuplaşma senaryolarına inanmamız bekleniyor. Bununla birlikte Alman siyaseti sürekli olarak PKK’nın ve FETÖ’nün hakkının yendiği bir ortamda çoğulculuk olamayacağı söylemine başvurarak aklımızla dalga geçmeyi tercih ediyor ve baskıcılığı Türkiye’nin teröre karşı mücadelesinde arıyor. Yetmişli yıllarda marjinal sol terörün canını yaktığı bir ülke için oldukça ikircikli olan bu tutum, Alman siyasetini analiz ederken soğukkanlı olma lüksümüzü elimizden alıyor; zira Almanya bizlere sürekli olarak reel olmayan gündemler üzerinden tartışmayı teklif ediyor. Bir yerden sonra her analistin sabrını tüketecek bir sarmalın içinde ilişkilerin geleceğini okumaya gayret ediyoruz.
- Ürkülen otokrat Hitler değil Bismarck
Kendi kamuoyunu sürekli olarak Hitler analojisi ile Erdoğan ve Türkiye karşıtı bir noktada konsolide eden Alman siyasetinin Erdoğan’ın şahsında gerçekten bir Hitler görmediği muhakkak. Buna mukabil güçlü siyaseti otokrasi olarak adlandıran aklın Erdoğan’a baktıkça tarihindeki bir başka figürü gördüğü ve bundan hiç de hoşnut olmadığı bir gerçek. Söz konusu kimse, Prusya’yı Prusya yapan büyük şansölye Otto von Bismarck’tan başkası değil. Günümüz Almanya’sının varlığını borçlu olduğu bu muktedir siyasetçi, Alman tarihinin en önemli köşe taşlarından birisi olarak karşımızda duruyor.
Peki Bismarck ne yapmıştı? 1860’larda otuzdan fazla devletten oluşan Almanya’yı birleştirmek ve büyük Prusya idealini ortaya koymak adına Avusturya ve Bavyera’nın başını çektiği ona yakın devletle savaştı. 1866 yılında Königgträtz meydanında gerçekleşen savaş, düşmanları tarafından acımasızca sıkıştırılan ve kendisine çıkış yolu arayan bir devletin Alman birliğini tesis etmesi ve Avusturya’yı bu denklemin dışına itmesinin hikayesidir. Ardından Napolyon sonrası Alman birliğine mani olmak isteyen Fransa mağlup edilmiş ve kendi sınırlarına çekilmeye mecbur bırakılmıştır; üstelik Sedan’da aşağılanırcasına. Üstelik Fransa bu dönemde kendisini Avrupa’nın süper gücü görmektedir. Kazanılan sadece savaş değildir, Almanlar psikolojik restorasyonunu da gerçekleştirmiştir.
Fransa’ya karşı verilen savaş, birkaç sene önce birbiri ile savaşan Almanlar arasında bir birlik hissi oluşturmuştur. Bismarck bir savaş tutkunu değildir, buna mukabil Prusya’nın düşürülmek istendiği sıkıştırılmışlıktan çıkmasının yegane yolunun düşmanlarına karşı durmak olduğunun farkındadır. Ülkesinin askeri sanayiini geliştirir. Önden doldurulan eski model alaybozan tüfeklerinin yerine arkadan doldurulan tüfekler ve muktedir savaş topları icat edilir. Prusya ordusu bu yeni silahlar ile yenilmez bir konuma yükselir, girdiği her savaştan galip ayrılır. Alman topçuları artık rakipsizdir. Birleşik Alman İmparatorluğu Prusya’nın liderliğinde kurulmuştur. Bismarck kurulan bu yeni büyük devletin mimarıdır. Yeni Almanya Bismarck’ın eseri olarak 20. yüzyıla girmiştir. Bu, kendisini 1848 devriminde ortaya koyan ve üç renkli bayrakla sembolleşen büyük Almanya idealidir ve onlarca yıldır bütün Almanların arzusudur. Bismarck sadece devleti kurmakla kalmamış, günümüz Almanya’sının altyapısının da temellerini atmıştır. Alman sanayii gelişmiş, Berlin başta olmak üzere şehirler büyümüştür. Buna mukabil büyüyen Almanya, sol radikalizmin ve devrim düşüncelerinin geliştiği bir saha halini almıştır.
Bismarck devletin büyümesi ideali karşısında yer alan çevrelere karşı da mücadelesini yürütmüştür. Bu, Alman halkının yegane istikbalinin güçlü bir devletin varlığı ile mümkün olacağını düşünen bir siyasetçi için hiç de şaşırtıcı bir özellik değildir. Bismarck’ın güçlü siyaseti o kadar belirleyicidir ki, Almanya, Kayzer’in şahsında değil, Bismarck’ın şahsında tecessüm etmektedir. Almanya’yı görmek isteyen Bismarck’a bakmaktadır. Buna karşın Bismarck’ın siyaseti meyvelerini vermiş, Almanya Avrupa’nın en büyük devleti haline gelmiştir. Günümüz Almanya’sı halen Bismarck’ın mirasını kullanmaktadır demek hiç de yanlış olmaz.
- Almanya "Eski Türkiye'yi" özlüyor
Alman siyaseti kendi altında konumlanmış ve hegemonyal bir üstünlük tesis ettiği Türkiye’yi çok özlüyor. Zira Claudia Roth’un karakol denetlediği, Alman parlamenterlerin polislere hakaret ettiği Türkiye artık yok. Buna mukabil savunma sanayiini geliştiren, kendisine yönelik tehditlere karşı pozisyonunu alan bir Türkiye sahnede. Alman hafızası böylesi güçlü bir liderliğin nasıl bir sıçramaya yol açacağını kendi tecrübesinden yola çıkarak çok iyi öngörebiliyor. Fransa’nın, Almanya üzerindeki tahakkümünün ancak Bismarck liderliği ile yıkıldığını bizim kendilerine hatırlatmamıza lüzum yok. Hülasa bizlere bir kabahat olarak önerdikleri güçlü siyasetin, Almanya’yı Almanya yaptığının bilincindeler.
Erdoğan’a baktıkça Hitler görmeye şartlandırılan Alman halkına mukabil, Alman siyaseti aslında bir Bismarck ile karşı karşıya olduğu tespitini yapıyor. Bu durum Türkiye’yi bir an önce ‘fabrika ayarlarına’ dönmeye ikna etmeyi amaçlayan Almanya için son derece rahatsız edici. Üstelik Alman siyasetinde Amerikan baskısı ile karşı karşıya gelen Türkiye’nin kendilerine mecbur kaldığı gibi saçma ve mesnetsiz bir kanaat yaygınken, halen Alman siyasetinin baskılarına boyun eğmeyişi Erdoğan’ı Alman siyasetinde bir nefret figürü haline getiriyor.
[Politopsikoloji, sekülerizasyon teorileri, din-siyaset ilişkisi, Katolik teolojisi ve oksidental kültür alanlarında çalışan Taceddin Kutay Türk-Alman Üniversitesi’nde araştırma görevlisidir]
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.