Eğitim Bir-Sen'den 'Yükseköğretim Raporu'

Eğitim Bir-Sen, Yükseköğretim Kanunu’na ilişkin önerilerin bulunduğu 64 sayfalık ‘Yükseköğretim’ Raporu’ hazırladı.

Eğitim Bir-Sen, Yükseköğretim Kanunu’na ilişkin önerilerin bulunduğu ‘Yükseköğretim Raporu’nu kamuoyuyla paylaştı. 64 sayfadan oluşan raporun sunuş bölümünde Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen Genel Başkanı Ali Yalçın, Türkiye’nin eğitim sisteminin bütün boyutlarında farklı gerekçelerle çağın gerisinde kaldığı gerçeğiyle yüzleşmenin karşılığı olan adımları atmaya başladığını belirterek, “Temel eğitim ve ortaöğretim süreçlerine yönelik eğitim sistemi ve paradigma değişikliğine ilişkin adımlardan kısa bir süre sonra darbe ürünü mevcut yükseköğretim sisteminin masaya yatırılmasını, milletin beklentilerine ve çağın gereklerine paralel yeni bir yükseköğretim sisteminin oluşturulması sürecine başlanılmasını önemsediğimizi ve takdirle karşıladığımızı ifade etmek istiyoruz. Eğitim kademelerine ilişkin bu reformist adım ve çabalar, geleceğe, özellikle de geleceğin Türkiye’sine yönelik kaygılarımızın umuda doğru evrilmesine kapı aralıyor. Çünkü akademisyenler ve üniversiteler, 90 yıla yaklaşan Cumhuriyet tarihinin büyük bölümünde siyasete, ekonomiye, sosyal politikaya, toplum hayatına, sanat ve kültür dünyasına, bilim alanına, hatta sportif faaliyetlere dair bütün verilerin ve hedeflerin, resmi ideolojinin ideaları ve devlet aygıtının kaygıları üzerinden üretilip şekillendirilmesine itiraz etmek bir yana destek olmak zorunda bırakıldılar. Özgür düşünceye, çağı yakalayan bilgiye ve gelişmenin anahtarı olan bilince açılan kapı olması gereken üniversiteler, rehberi olması gereken akademisyenler; hiçte küçümsenmeyecek bir zaman diliminde özgürlüğün yoksunu, bilginin fakiri, bilincin düşmanı olmaya zorlandılar” ifadelerini kullandı.

“30 yıldır da bu yapılanmanın değiştirilmesi, yükseköğretim sisteminin yenilenmesi ve reforme edilmesi gerektiğini hem milletle beraber hem de millet adına sürekli deklare ediyoruz"

Yalçın, şunları kaydetti:

“Kendi milletine, milletinin medeniyet değerlerine yabancılaşmayı çağdaşlaşma, dinden uzak durmayı, dindarlara hesap sormayı modernleşme olarak gören, darbe çığırtkanlığı yapmayı vatanseverlik, darbeyi meşrulaştırmayı bilimsellik sayan akademik zevat bu ülkeye ve millete geri getirilmez yıllar kaybettirdi. Bu anlayışın kişisel bir tercih olmasını yetersiz gören vesayet sisteminin fikir babaları, ilkokuldan üniversiteye kadar eğitim sisteminin kademelerini tek tip vatandaş üretim merkezinin farklı kompartımanı olarak dizayn etmekten geri durmadılar. Milleti tek tipleştirme kılavuzu olarak dizayn edilen darbe ürünü 1982 Anayasası’nın kendilerine sağladığı güçle hareket ettiler. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu kendilerine binek yaparak önce kesintisiz sekiz yıllık zorunlu eğitim dayatmasını hayata geçirdiler. Yetinmediler, bu ülkenin insanlarının hassasiyetlerini yok sayarak karma eğitim zorunluluğunu sahneye koydular. Yetinmediler, imam hatip liselerinde öğrenim gören gençlerin önünü kesmek için mesleki eğitimin köküne kibrit suyu dökmeyi de göze alarak katsayı adaletsizliğini devreye soktular. Temel eğitim sistemini; demokrasiyi, devletin söylediğini kabul etmek; özgürlüğü devletin ihsanı ve lütfu; sivil toplumu üniformalı olmamak olarak gören bir toplum inşa etmenin aracı haline getirdiler. Yükseköğretim sistemini ise gençler açısından üniversiteyi kazanma ayrıcalığı yaşayacakları yarışma sınavına, akademisyenler içinse akademik unvanları edinme ve zamanı geldiğinde de dekan ya da rektör olma süreci olarak tasarladılar. Gençler kazandıkları üniversitenin sevincinden, öğrenim gördükleri yerin üniversal kimlikten yoksun olduğunu, akademisyenler ise hak ettikleri akademik unvanları elde edememek kaygısından ya sistemi sorgulamadılar ya da sorgularının sonuçlarını kamuoyuna haykıramadılar. Yükseköğretim sistemi, gençlerin sevinçlerinin, akademisyenlerin kaygılarının arkasında varlığını devam ettirdi. Bu fiili yapı, 1982 Anayasası’yla YÖK’ün kuruluşuyla birlikte hem hukuki bir zemin kazandı hem de kurumsallaştı. Artık, neleri düşünmemeleri ve öğrenmemeleri konusunda hem öğrencilere hem de akademisyenlere buyruk veren, bilgi üretmek ve bilinç geliştirmek yerine üretilmiş bilgiyi zihinlere aktarmanın, başka medeniyetlerin değerleriyle bilinçlenmenin kurallarını ihdas eden bir üst yapı böylece oluşturuldu. Yükseköğretim sistemini hem dizayn eden hem de denetleyen YÖK, bu rolüyle sadece kendi bilgisini, kendi bilincini, kendi teknolojisini ve kendi değerlerini üreten üniversitelerin oluşmasının engeli olmakla kalmadı, bütün bu yetersizliklerine rağmen ülkede bir yükseköğretim sisteminin var olduğu konusunda önce akademik toplum, sonra da bütün millet üzerinde bir algı oluşturmak gibi bir işlevi de gördü. Yükseköğretim sisteminin ya da resmi sistem muhafızı yükseköğretim yapılanmasının özellikle son 30 yıldaki durumu ve konumunu kısaca böyle özetliyoruz. 30 yıldır da bu yapılanmanın değiştirilmesi, yükseköğretim sisteminin yenilenmesi ve reforme edilmesi gerektiğini hem milletle beraber hem de millet adına sürekli deklare ediyoruz. Bugün geldiğimiz nokta, sesimize kulak, sözümüze değer verildiğini gösteriyor. Yükseköğretim sistemini değiştirmeye, reformist bir zeminde geliştirmeye karar vermek, üniversite kavramının hem kuramsal hem de kuralsal gerçekleriyle, ülke insanıyla, genciyle ve akademisyenleriyle tanıştırma adına atılacak bütün adımları desteklemeyi bu ülkeye ve milletimize olan öncelikle borçlarımızdan biri olarak görüyoruz.”

“Bu çalışmanın Yükseköğretim Kanunu hazırlıklarına olumlu bir katkı sunması amacını taşıyoruz"

2002 yılında yüzde 17,2 olan yükseköğretimde okullaşma oranının 2012 yılında yüzde 36’ya yükseldiğini bildiren Yalçın, “Açıköğretim de dâhil edildiğinde 2012 yılı toplam okullaşma oranı yüzde 67 düzeyine ulaşmıştır. 2002 yılında (53’ü devlet üniversitesi, 23’ü vakıf üniversitesi olmak üzere) 76 olan toplam üniversite sayısı 2015 yılında (109’u devlet üniversitesi, 76’sı vakıf üniversitesi, 8’i vakıf meslek yüksekokulu olmak üzere) 193’e yükselmiş durumdadır. 2002 yılında ön lisans ve lisans programları için ayrılmış kontenjan sayısı 396 bin 646 iken 2012 yılında bu rakam 1 milyon 8 bin 70’e yükselmiştir. 2002 yılında yaklaşık 70 bin olan öğretim elemanı sayısı 2012 yılında 133 bini aşmış durumdadır. 2002 yılında üniversitelerde öğrenim gören öğrenci sayısı 1 milyon 800 bin iken 2015 yılında bu rakam 5 milyon 600 bine çıkmış durumdadır. 2014 yılında Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sistemi’ne (ÖSYS) sınavsız geçiş dahil toplam 2 milyon 86 bin 115 adayın başvuruda bulunduğu göz önüne alındığında, 2014 yılı itibariyle, sınava başvuran her iki adaydan birinin üniversiteye girebilme imkanına sahip olduğu görülmektedir. Türkiye’nin değişim ve dönüşümüne paralel olarak üniversiteler çok daha ulaşılabilir ve erişilebilir hale gelmiş, yükseköğrenime geçişte öğrencilere çok daha fazla alternatifler sunulabilmiştir. Her geçen gün sayıları artan üniversiteler, kuruldukları illerin sosyoekonomik gelişimine önemli katkılar sağlamaktadır. Türkiye yükseköğretim sistemi geldiği nokta itibariyle, artık sadece üniversite çağı nüfusunun üçte birinden az bir kısmına hizmet sağlayan bir yapıdan (elit yükseköğretim) uzaklaşmış ve çağ nüfusunun neredeyse yarısına hizmet sağlayabilen (evrensel yükseköğretim) bir yapıya kavuşmuştur. Yükseköğretim kurumlarındaki zihniyet değişimi ve antidemokratik davranış kalıplarının kırılması da yükseköğretimin son on yıldaki niceliksel gelişmesi kadar önem arz etmektedir. 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminin vesayet kurumlarının iradesi hilafına demokratik süreçle sonuçlanması, hiçbir hukuk kuralı ve mevzuat hükmü olmaksızın devam ettirilen kılık kıyafet yasağı gibi hukuka aykırı eylemleri ortadan kaldırmış; bu husustaki gerici zihniyet kalıplarını yıkmıştır. Kamu vicdanında ve bireylerin hayatında telafisi güç izler bırakan farklı katsayı uygulaması, YÖK’ün 1 Aralık 2011’de katsayıları yeniden eşitlemesiyle birlikte kaldırılmıştır. Türkiye’deki normalleşme süreciyle birlikte ’özgürlüklerin asıl, sınırlamaların istisna’ olduğu evrensel kuralı çerçevesinde üniversitelerdeki zihniyet değişimine paralel olarak hukuki ve kanuni hiçbir dayanağı olmayan başörtüsü yasağı uygulaması da fiilen ortadan kalkmıştır. Zaman içerisinde Türkiye’deki diğer sosyal şartların da etkisiyle mevzuattaki engeller kaldırılarak Türkiye’de konuşulmakta olan, bir bakıma ’yaşayan’ dillerin doğru şekilde öğrenilmesi ve öğretilmesiyle ilgili çalışmalarla üniversitelerimizde farklı dil ve lehçelerle ilgili akademik araştırmalar yapılabilmesi, enstitü kurulması ve seçmeli ders konulabilmesi mümkün hale gelmiştir. On yıllık bir zaman zarfına sıkıştırılmış bu niceliksel gelişmeler, eşine az rastlanır gelişme süreci teşkil etse de Türkiye’nin demografik dinamikleri dikkate alındığında yine de ihtiyaca tam olarak cevap verememektedir. Yükseköğrenim çapındaki nüfusun artmaya devam ediyor oluşunun da etkisiyle, yükseköğrenim arzı yükseköğrenim talebini karşılamaktan hala uzaktır. Öte yandan Türkiye’nin orta gelir tuzağından uzaklaştıracak atılımlar için yükseköğretimin niceliksel gelişiminin artan hızda devamı kadar niteliksel gelişiminin de artırılmasına ihtiyaç vardır. Gelinen noktada artık üniversiteleri ve yükseköğretim sistemini nasıl yönetelim sorusundan çok üniversiteleri ve yükseköğretim sistemini üretim yapan bir içeriğe nasıl kavuştururuz sorusuna cevaplar üretmek gerekiyor. Üniversitelerin güçlü birer araştırma ve geliştirme merkezine dönüşmesi için kurulan cümle sayısının rektör seçimine ilişkin kurulan cümle sayısından fazla olduğu bir kanuna ihtiyacımız var. 2012 yılında YÖK tarafından kamuoyuyla paylaşılan kanun taslağının yeterince tartışılmadığı, konunun muhataplarınca yükseköğretimin niteliğinden ziyade yükseköğretim kurumlarının yönetimi ekseninde fikir beyan edildiği göz önüne alınarak Eğitim-Bir-Sen olarak şube ve üyelerimizin aktif katılımıyla gerçekleştirilen saha çalışmaları neticesinin ürünü olan bu çalışmanın, yükseköğretim kanunu hazırlıklarına olumlu bir katkı sunması amacını taşıyoruz” değerlendirmesinde bulundu.

"Akademisyenlerin rektör, hatta rektör adayı ya da YÖK üyesi olmak için seçim yarışına girdiği bir yükseköğretim sisteminden akademisyenlerin bilimsel çalışma alanını terk etmemek konusunda tavır geliştirdiği bir yükseköğretim sistemi ve yapılanmasına geçmek zorundayız"

Yalçın, raporun sunuş kısmının devamında şunları kaydetti:

“Yükseköğretim sisteminden ve üniversitelerden milletin beklentileri, üniversitelerin evrensel kabul görmüş akademik, bilimsel, idari ve mali özerkliğe sahip olmasının araçları, üniversitelerin ulusal ve yerel ihtiyaçlara ve beklentilere cevap verme yeterlik düzeyine ulaşması, fikir, düşünce, buluş, patent üretmek noktasında önünü açacak ve yeni vizyonlara kapı aralayacak alanlara kavuşturulması yükseköğretim sistemine ilişkin reformun birincil konusu olmalıdır. Akademisyenlerin rektör hatta rektör adayı ya da YÖK üyesi olmak için seçim yarışına girdiği bir yükseköğretim sisteminden akademisyenlerin bilimsel çalışma alanını terk etmemek konusunda tavır geliştirdiği bir yükseköğretim sistemi ve yapılanmasına geçmek zorundayız. Yükseköğretim sisteminin geçmiş döneme ilişkin en önemli eksiklerinden birisi insanı ve düşüncelerini temel bir tema olarak görmemesidir. İnsanilik vasfının bulunmamasıdır. Dolayısıyla ortaya konulacak kanunun da bu vasıfta olması gerektiği açıktır. Bizim öncelikli ihtiyacımız, bilginin ticarileşmesi değil insani bilgi ve düşüncelerin üniversite dünyasına hakim olmasıdır. Üniversitelerin milletle buluşmasıdır. Üniversite ve akademisyenlerin, milleti ve değerlerini referans alan yeni bir başlangıç yapmasıdır. Katılımcılığın ilke olarak ortaya konulduğu ve bu kapsamda katılımcı demokrasinin vazgeçilmez özneleri olan başta sendikalar olmak üzere sivil toplum kuruluşları ve üniversitenin akademisyen dışı personelin üniversite yönetiminde yer aldığı bir bakış açısını ve bunun kanuna yansımasını elzem görüyoruz. Sendika olarak kabul etmeyeceğimiz hatta tartışmayacağımız konulardan biri iş güvencesidir. Sendikalar, iş güvencesi tartışmalarında taraf olmak için değil iş güvencesini tartışmaya açmamak için kurulurlar ve faaliyet gösterirler. Akademik, bilimsel, mali ve idari açıdan özerk ve özgür bir üniversite hedefi için mücadele ederken, özgür düşüncenin ve özerk yapılanmanın katline aracılık edecek, iş güvencesini ortadan kaldıracak herhangi bir düzenleme ne kabul edeceğimiz ne de izin vereceğimiz bir konudur. Üretilmiş bilgilere değer vermekle yetinmeyip kendisi de bilgi, fikir ve değer üreten, teknolojinin öğretimiyle sınırlı akademik bakıştan kurtulup teknoloji üretip geliştiren bir akademik forma kavuşan, sadece kendi dışındakileri değil kendisini de eleştirip sorgulayan bir üniversite modelini kurmak ve sürdürülebilir hale getirmek zorundayız. Rektörlerin ve dekanların, yasaklamayı değil yasak savmayı esas aldığı, kimin rektör seçildiğini ya da rektörü kimlerin seçtiğini ana gündem maddesi olmaktan çıkarıp rektörlerin bilimsel çalışmayı destekleyip, özgür düşünceye yeni kanallar ürettiği girişimleri ana gündem maddesi yapmak zorundayız. Akademik ve idari personelin, daha iyi üniversite, daha bilinçli gençlik, daha donanımlı toplum ve daha güçlü Türkiye için el ele verdiği, birinin diğerinden daha az ya da daha fazla değerli görülmediği, idari personelin söz ve seçim hakkını en çok akademik personelin savunduğu, idari personelin akademisyenlere daha iyi eğitim ve daha fazla üretim için destek vermeyi görev saydığı bir üniversite profili üretmek zorundayız. Akademisyenlerin, mali açıdan hak ettikleri seviyeye getirildiği, yıllardır mahrum bırakıldıkları sosyal saygınlığı her zaman ve zeminde yaşadıkları bir kimlik formuyla hizmet ettiği üniversiteler üretmek zorundayız. Gençlerle birlikte, akademisyenlerle birlikte, sivil toplumla birlikte, milletle birlikte, hep birlikte; medeniyetimize ve değerlerimize bilimi önceleyen, yüzünü değerlerimize dönmüş, misyonu üretmek, vizyonu geliştirmek olan akademik, bilimsel, idari ve mali açıdan özerkliğini elde etmiş daha özgür, daha sivil, daha güçlü üniversitelerini ve bu üniversitelerle geleceğin büyük ve güçlü Türkiye yolculuğunu hızla tamamlamamızı sağlayacak yüksek öğretim sistemini yarınlara miras olarak bırakma fırsatını kaçırmayalım.”

"Eğitim Bir-Sen olarak sunmuş olduğumuz bu çalışmanın öncü ve örnek olmasını umuyoruz"

64 sayfalık rapor, ‘Yeni bir yükseköğretim sisteminin ana unsurları’, ‘Yükseköğretim kurumları/üniversiteler’, ‘yükseköğrenimin finansmanı’, ‘öğretim elemanı yetiştirilmesi’, ‘akademik yükselmeler’, ‘ idari personel’, ‘yükseköğretime giriş’, ‘kalite güvencesi’ gibi başlıklardan oluşuyor. Raporun sonuç bölümünde ise, “Günümüzde yürürlükte olan yükseköğretim sistemimiz, 2547 sayılı Kanun’la tanımlanan askeri darbe ürünü olarak yükseköğretim kurumlarını devletçi, baskıcı, tek tipçi bir kalıp içinde tasarlayan merkezi sistemdir. Üzerinden 30 yıl geçmiş ve çok sayıda değişiklik yapılmış olmakla birlikte sistemin ruhu bir ölçüde yaşamaktadır. Ancak Türkiye’nin son on yılda yaşadığı olağanüstü değişim ve gelişim karşısında mevcut sistemin sürdürülebilirliği kalmamıştır. Zamanın ruhu, sistemin mevcut sorunları ve yükseköğretimdeki eğilimler ve fütürist bir yaklaşım ile geleceğin üniversitesi göz önüne alınarak sistem yeniden yapılandırılmalı veya yükseköğretimde bir reform yapılmalıdır. Türkiye’de yükseköğretimde modernleşme döneminin başlangıcı olarak kabul edilen Tanzimat çağından beri yabancı uzmanların kılavuzluğunda yabancı modeller denenmiş veya yabancı modeller esas alınarak düzenlemeler yapılmıştır. Öteden beri hükümetler ile yükseköğretim kurumları arasında hep gerilim olagelmiştir. Yeni bir düzenleme için siyasi iradenin mevcut olması gerektiğine şüphe yoktur. Günümüzde demokratikleşme ekseninde yaşana gelişme ve normalleşmeyle birlikte, hükümet, toplumsal aktörler ve yükseköğretim kurumları arasında gerilimsiz bir ortam ve özgün bir strateji geliştirilmesi için gerekli olan siyasi irade ve toplumsal mutabakat mevcuttur. Bu değişime bütün üniversitelerimiz katılmalı ve katkıda bulunmalıdır. Eğitim Bir-Sen olarak sunmuş olduğumuz bu çalışmanın öncü ve örnek olmasını umuyor; konunun tüm muhataplarına 21. yüzyılı yakalamak için gerekli adımların atılması noktasındaki zorunlu adımların ivedilikle atılması çağrısında bulunuyoruz” denildi.
Kaynak: İHA