Çarpıtmak ve dikkat dağıtmak

Türkiye Anayasası'na dair referandumun yapılacağı 12 Eylül'e yaklaştıkça, bir başka referandumu ve anayasayı daha çok hatırlayıp düşünüyorum.


Türkiye Anayasası’na dair referandumun yapılacağı 12 Eylül’e yaklaştıkça, bir başka referandumu ve anayasayı daha çok hatırlayıp düşünüyorum. Beş yıl önce, 2005’te Hollanda halkına, Avrupa Birliği’ni daha demokratik ve verimli hale getirecek anayasa taslağı konusundaki fikri soruldu. Hollanda tarihindeki bu ilk ulusal referandumda yürütülen kampanya sert ve ateşliydi. Sonuç anayasaya karşı net bir ‘hayır’ oldu ve Fransa’da da aynı sonuç çıktığından dolayı, AB’nin güç bela yakasını sıyırdığı büyük bir kriz patlak verdi. Kişisel olarak bu kampanya, siyasetçilik hayatımda bir dip noktasıydı. Sebebi, yurttaşlarımın büyük çoğunluğunun benim desteklediğim bir şeye ‘hayır’ demesi değildi. Kaybetmeyi hiç sevmediğimi itiraf etmem gerekse de, neticede böyle bir sonuç olabilir. Benim için asıl darbe, anlaşma karşıtlarının yarattığı popülizm dalgasıydı. Artık argümanlar mühim değildi. Referandum yaklaşırken önemli olan şey, oy verecekleri anayasanın neyle ilgili olduğu konusunda hiçbir fikri olmayan halkın çoğunluğunu ikna edebilecek basitleştirmeler ortaya atma kapasitesiydi. ‘Hayır’ kampının bu konuda çok daha başarılı olduğu açıktı. 2005’teki Hollanda ile 2010’daki Türkiye arasındaki bütün farklılıklarla birlikte, bugün de gördüğüm şey, popülist ‘hayır’ kampanyasının aynı mekanizmaları.
O dönemde anayasa anlaşmasının yararları hakkında kuşku yaymak ve ‘hayır’a destek toplamak için kullanılan dört temel taktik vardı. Birincisi önerilerin anlamını çarpıtmaktı. İkincisi, tartışılan metinle hiçbir alakası olmayan itirazlar ortaya koymaktı. Üçüncüsü değişikliklerin yeterince ileri olmadığını ve daha köklü bir değişim gerektiğini iddia etmekti. Dördüncüsü ise, anayasa referandumunu görevdeki hükümet için bir güvenoyuna dönüştürmekti.
Türkiye’de Anayasa değişikliklerine dair süregiden tartışmaya bakıldığında, hükümetin desteklediği planlara karşı çıkanların bu dört taktiğin hepsini kullandığı görülüyor. Gelecek yazılarımda bunlar üzerinde ayrıntılarıyla duracağım, fakat ilkin Türkiye’deki reddiyeciler arasında şöyle bir gezinti yapalım.
Şüphesiz en popüler çarpıtma Anayasa Mahkemesi ve Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) hakkındaki değişikliklerin, yargının bağımsızlığını bitirmeye çalışan AKP’nin iktidarı pervasızca ele geçirmesi anlamına geleceği iddiası. Bütün uluslararası gözlemcilerin ve yerel gözlemcilerin büyük kısmının değişiklikleri memnuniyetle karşılamasına ve mevcut Anayasa Mahkemesi’nin (ki hükümetin iyi dostu olduğu pek söylenemez) önerilerin, mevcut durumla son derece kuvvetli bir biçimde bağlantılandırılan kuvvetler ayrılığı ilkesini ihlal etmediği sonucuna varmasına rağmen, bu suçlama tekrar tekrar dile getiriliyor. İtirazlar dikkatle dinlendiğinde, nihayetinde değişiklik metnine dair bir değerlendirmeye değil, iktidar partisinden duyulan temel bir korkuya ve onun İslamcı bir gündem takip ettiği inancına dayandığı açıkça görülüyor.
Bugüne kadarki gözde dikkat dağıtma taktiği (bilhassa ana muhalefet partisi tarafından kullanılıyor) ise hükümete karşı Anayasa değişiklikleriyle zerre alakası olmayan suçlamalar ortaya atmak. Başbakanı 2007’de Genelkurmay Başkanı’yla yaptığı görüşmeden dolayı suçlamak, hükümetin 2003’te şüpheli bir anlaşma yaptığını söylemek ya da (gayet popüler olanı) yoksul işsiz insanlara Anayasa değişikliklerinin onlara yeni iş sağlamayacağını anlatmak. Kemal Kılıçdaroğlu ülkeyi karış karış dolaşıyor ve insanların akla gelebilecek büyük endişeleriyle ilgili konuşuyor; bunlardan bir kısmı gayet gerçek endişeler, fakat kimse ondan 12 Eylül’de oylanacak Anayasa değişiklikleri aleyhine tek bir somut argüman duymuyor.
İtiraf etmeliyim ki beni en çok rahatsız eden, azamiyatçıların argümanları; yani pakette yer almayan bütün değişiklikleri sıralamakta uzmanlaşmış ‘hayır’cılar. Ve paket saydıkları hususları içermediği için, bir ay sonra referanduma sunulacak bir avuç iyi değişiklik lehinde oy vermelerinin mümkün olmadığını öne sürüyorlar. Bu düşünce tarzına çok ciddi itirazım var; zira bu, büyük bir sıçramayı tercih eden ve mükemmelin, iyinin dişli bir düşmanı olabileceğini göremeyenler tarafından ileri doğru atılmış küçük adımlara verilen klasik ret tepkisinden başka bir şey değil.