TÜBA'ya tepkiler sürüyor
Şerif Mardin'in Said Nursi'yi fazla parlattığı gerekçesiyle Türkiye Bilimler Akademisi'ne (TÜBA) alınmamasına tepkiler artarak devam ediyor.
Said Nursi’yi fazla parlattığı" gerekçesiyle Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA TÜBA) alınmadığını açıklanmasına bir tepki de Yavuz Bahadıroğlu'ndan geldi.
Osmanlı dünyasında insan hayatın merkezidir. Varlık mucizesinin en önemli rüknüdür. Kâinatın olmazsa olmaz şartıdır. Bu vasıfları yüzünden de, insan, hiçbir gerekçeye feda edilemeyecek kadar özel bir değerdir.
Şeyh Edebali, devletin kurucusu Osman Gazi’ye, “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” derken, fark gözetmeksizin insanlara yaklaşılmasını ve onlara değer verilmesini öngörmüştü.
Osman Gazi, Orhan Gazi, Murad Hüdavendigâr, Yıldırım Bayezid ve İkinci Murad, ulu Şeyh’in bu öğüdüne harfiyen riayet ettiler.
Fatih Sultan Mehmed ise, Şeyh’in öğüdünü bir fermanla somutlaştırdı. Fethettiği bölgelerde yaşayan Hıristiyanlara hitaben yayınladığı “Amannâme”lerde, onlara inanç, ibadet, kıyafet, seyahat ve ticaret özgürlüğü tanıdı (Bugünün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, aynı özgürlüklere kavuşmanın mücadelesini veriyor)...
Oysa bugün bir birimize aynı ölçü içinde bakmıyor, insana aynı değeri vermiyoruz.
Bizim açımızdan önemli olan insanın ne kadar “insan” olduğu değil, ne kadar “bizden” olduğudur.
İnsanî kriterlerin yerini, çoktan beri, “ideolojik” kriterler almıştır.
Bu yüzden insan dahil her şey alabora olmuştur!
Hukuki bir kavram olarak kalması gereken “laiklik” ilkesi bile bu yüzden “ideoloji”ye dönüşmüş, varlığın “olmazsa olmaz” şartı haline getirilmiştir.
Bu anlayıştan hareket edenler git gide etkinleşmiş, devlete hâkim hale gelmiştir.
Ve kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi inanmayan, kendileri gibi yaşamayan, kendileri gibi giyinmeyenleri dışlamaya yönelmiştir.
Prof. Dr. Şerif Mardin böyle bir “dışlanma”dan nasibini almış çarpıcı bir isimdir.
Düşünün ki Mardin, dünyanın çeşitli üniversitelerinde kürsüsü olan bir ilim adamıdır. Yine düşünün ki, “sosyolog” dendiği zaman dünya bilim çevrelerinde hemen akla gelen birkaç isim arasındadır.
Özgün çalışmaları dünya üniversitelerinde “ders” olarak okutulmakta, ismi yaşayan en büyük sosyologlar arasında geçmektedir.
Ne var ki, Bediüzzaman konusunda bir çalışma yapmıştır ve bu çalışması yüzünden bazı çevrelerde “sabıka” kaydı düşülmüştür.
Neticede “Said Nursi’yi fazla parlattığı” (Hürriyet, 12 Nisan 2010) gerekçesiyle Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) alınmamıştır.
“Said Nursi’yi fazla parlatmak” ne demek sahi?
Bu söz evvelemirde çok sıradan bir sözdür. Hem de son derece sübjektif bir bakış açısının ürünüdür. Acaba “az”ına, “çok”una nasıl karar verilmiştir?
Bırakınız bunu, hangi “bilimsel” ilkeye dayanılarak bu karara varılmıştır?
Kaldı ki Mardin’in o çalışması Bediüzzaman’ın talebeleri arasında fazla revaç bulmamış, öteden beri yapılagelen olumsuz propagandaların etkisinde kaldığı biçiminde değerlendirilip ciddi eleştirilere maruz kalmıştır.
Bendeniz aynı gerekçeyle onlara da karşı çıkmış, bir bilim adamının Bediüzzaman’ı “mürit” gözüyle yazamayacağını söylemiştim.
Doğrusu bu yüzden TÜBA’ya alınmayacağı aklımın ucundan bile geçmezdi.
Ama burası ne de olsa Türkiye: Türkiye nice “olmaz”ın olduğu bir ülkedir.
Mardin eserleriyle, özgün makaleleriyle, dünyada bıraktığı izlenimle ve bilime katkılarıyla ortadadır. Böyle bir hocanın, dünya bilimine katkıda bulunmak yerine, üniversitede başörtülü öğrenci avlamakla kendilerini “yükümlü” sayanların arasında işi olmasa gerektir!
Böyle bir durum Hoca’dan bir şey götürmez, hatta itibarına katkı yapar.
Çünkü Türkiye’de bu kurumlara katılabilmenin yolu “bilim”den değil, maalesef “ideoloji”den geçiyor. Bilim adamları ve kurumlar, hatta devlet, hiçbir “bilimsel” ölçüye sığmayan peşin hükümlerden hareket ediyorlar. Geçerli ölçü, vaktiyle Sovyetler Birliği’nde kullanılan “ideolojik” ölçüdür. Buna göre ne kadar “âlim” olduğunuz değil, bilime ve tüm hayata ne kadar “ideolojik” baktığınız önemlidir.
Bu anlamda, Mardin’in Türk Bilimler Akademisi’ne kabul edilmemesi hayra alâmettir.
Çünkü o bir “filim adamı” değil, dünyanın kabul ettiği ve şapka çıkardığı bir “bilim adamı”dır!
Bilimler Akademisi bile olan Türkiye’nin dünya bilimine katkısı ise, % 1’in bile altındadır (Yazı ile: Yüzde birin altında)...
[Ölçü olması bakımından kaydetmeliyim ki, ABD’nin katkısı % 27.5, Kanada’nın katkısı % 30, Güney Kore’nin katkısı % 1.7, İspanya’nın katkısı % 2.5 ve İsrail’in katkısı % 1.2 oranlarındadır].
Makale sayısına gelince:
Yıllardır başörtülü öğrencilerle imam-hatip liselerine kapılarını kapatmak için akla hayale gelmedik oyunların içine giren üniversitelerimiz indeks (bilimsel makale yayınlama) açısından da yürekler acısı bir durumdadır...
2000 yılında Türkiye 6074 yayın yaparken, aynı yıl ABD 305 bin 597 makale yayınladı. İngiltere 91 bin 513, Japonya 78 bin 941, Fransa 53 bin 467 makale ile ABD’yi izledi.
Ne hoş değil mi? Hocalarımızın “Türkiye Bilimler Akademisi” var, ama bilimsel çalışmaları yok!
Bilmem istim arkadan gelir mi.
Vakit
Osmanlı dünyasında insan hayatın merkezidir. Varlık mucizesinin en önemli rüknüdür. Kâinatın olmazsa olmaz şartıdır. Bu vasıfları yüzünden de, insan, hiçbir gerekçeye feda edilemeyecek kadar özel bir değerdir.
Şeyh Edebali, devletin kurucusu Osman Gazi’ye, “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” derken, fark gözetmeksizin insanlara yaklaşılmasını ve onlara değer verilmesini öngörmüştü.
Osman Gazi, Orhan Gazi, Murad Hüdavendigâr, Yıldırım Bayezid ve İkinci Murad, ulu Şeyh’in bu öğüdüne harfiyen riayet ettiler.
Fatih Sultan Mehmed ise, Şeyh’in öğüdünü bir fermanla somutlaştırdı. Fethettiği bölgelerde yaşayan Hıristiyanlara hitaben yayınladığı “Amannâme”lerde, onlara inanç, ibadet, kıyafet, seyahat ve ticaret özgürlüğü tanıdı (Bugünün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, aynı özgürlüklere kavuşmanın mücadelesini veriyor)...
Oysa bugün bir birimize aynı ölçü içinde bakmıyor, insana aynı değeri vermiyoruz.
Bizim açımızdan önemli olan insanın ne kadar “insan” olduğu değil, ne kadar “bizden” olduğudur.
İnsanî kriterlerin yerini, çoktan beri, “ideolojik” kriterler almıştır.
Bu yüzden insan dahil her şey alabora olmuştur!
Hukuki bir kavram olarak kalması gereken “laiklik” ilkesi bile bu yüzden “ideoloji”ye dönüşmüş, varlığın “olmazsa olmaz” şartı haline getirilmiştir.
Bu anlayıştan hareket edenler git gide etkinleşmiş, devlete hâkim hale gelmiştir.
Ve kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi inanmayan, kendileri gibi yaşamayan, kendileri gibi giyinmeyenleri dışlamaya yönelmiştir.
Prof. Dr. Şerif Mardin böyle bir “dışlanma”dan nasibini almış çarpıcı bir isimdir.
Düşünün ki Mardin, dünyanın çeşitli üniversitelerinde kürsüsü olan bir ilim adamıdır. Yine düşünün ki, “sosyolog” dendiği zaman dünya bilim çevrelerinde hemen akla gelen birkaç isim arasındadır.
Özgün çalışmaları dünya üniversitelerinde “ders” olarak okutulmakta, ismi yaşayan en büyük sosyologlar arasında geçmektedir.
Ne var ki, Bediüzzaman konusunda bir çalışma yapmıştır ve bu çalışması yüzünden bazı çevrelerde “sabıka” kaydı düşülmüştür.
Neticede “Said Nursi’yi fazla parlattığı” (Hürriyet, 12 Nisan 2010) gerekçesiyle Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) alınmamıştır.
“Said Nursi’yi fazla parlatmak” ne demek sahi?
Bu söz evvelemirde çok sıradan bir sözdür. Hem de son derece sübjektif bir bakış açısının ürünüdür. Acaba “az”ına, “çok”una nasıl karar verilmiştir?
Bırakınız bunu, hangi “bilimsel” ilkeye dayanılarak bu karara varılmıştır?
Kaldı ki Mardin’in o çalışması Bediüzzaman’ın talebeleri arasında fazla revaç bulmamış, öteden beri yapılagelen olumsuz propagandaların etkisinde kaldığı biçiminde değerlendirilip ciddi eleştirilere maruz kalmıştır.
Bendeniz aynı gerekçeyle onlara da karşı çıkmış, bir bilim adamının Bediüzzaman’ı “mürit” gözüyle yazamayacağını söylemiştim.
Doğrusu bu yüzden TÜBA’ya alınmayacağı aklımın ucundan bile geçmezdi.
Ama burası ne de olsa Türkiye: Türkiye nice “olmaz”ın olduğu bir ülkedir.
Mardin eserleriyle, özgün makaleleriyle, dünyada bıraktığı izlenimle ve bilime katkılarıyla ortadadır. Böyle bir hocanın, dünya bilimine katkıda bulunmak yerine, üniversitede başörtülü öğrenci avlamakla kendilerini “yükümlü” sayanların arasında işi olmasa gerektir!
Böyle bir durum Hoca’dan bir şey götürmez, hatta itibarına katkı yapar.
Çünkü Türkiye’de bu kurumlara katılabilmenin yolu “bilim”den değil, maalesef “ideoloji”den geçiyor. Bilim adamları ve kurumlar, hatta devlet, hiçbir “bilimsel” ölçüye sığmayan peşin hükümlerden hareket ediyorlar. Geçerli ölçü, vaktiyle Sovyetler Birliği’nde kullanılan “ideolojik” ölçüdür. Buna göre ne kadar “âlim” olduğunuz değil, bilime ve tüm hayata ne kadar “ideolojik” baktığınız önemlidir.
Bu anlamda, Mardin’in Türk Bilimler Akademisi’ne kabul edilmemesi hayra alâmettir.
Çünkü o bir “filim adamı” değil, dünyanın kabul ettiği ve şapka çıkardığı bir “bilim adamı”dır!
Bilimler Akademisi bile olan Türkiye’nin dünya bilimine katkısı ise, % 1’in bile altındadır (Yazı ile: Yüzde birin altında)...
[Ölçü olması bakımından kaydetmeliyim ki, ABD’nin katkısı % 27.5, Kanada’nın katkısı % 30, Güney Kore’nin katkısı % 1.7, İspanya’nın katkısı % 2.5 ve İsrail’in katkısı % 1.2 oranlarındadır].
Makale sayısına gelince:
Yıllardır başörtülü öğrencilerle imam-hatip liselerine kapılarını kapatmak için akla hayale gelmedik oyunların içine giren üniversitelerimiz indeks (bilimsel makale yayınlama) açısından da yürekler acısı bir durumdadır...
2000 yılında Türkiye 6074 yayın yaparken, aynı yıl ABD 305 bin 597 makale yayınladı. İngiltere 91 bin 513, Japonya 78 bin 941, Fransa 53 bin 467 makale ile ABD’yi izledi.
Ne hoş değil mi? Hocalarımızın “Türkiye Bilimler Akademisi” var, ama bilimsel çalışmaları yok!
Bilmem istim arkadan gelir mi.
Vakit