Cars’ın Adı Nereden Geliyor?
Merhaba değerli okurlarım.Bu hafta Gazze konusuna girmeyeceğim. İçimizdeki acı aynı büyüklükte devam ediyor. İlgisizliğimizden ya da unuttuğumuzdan değil. Unutmayız, unutturmayız. Bu hafta bir dostumuzun evinde bir araya geldik. Bir arada olduklarımız da hep öğretmen olunca (bende de kısa bir dönem de olsa öğretmenlik olduğu için) sohbetin konuları da hep öğretmenlikten oldu.
Bazı haberler seyrederiz; dünyanın bilmem neresinde bir kabile keşfedildi. İlk çağ yaşamında. İlkel. Dünyadan, teknolojiden bi haber. Böyle kabileler ülkemizin bazı yerlerinde halen mevcuttur. Evinde televizyonu, teknolojisi vardır ama kalıtımsal kültürleri bir adım ilerlememiştir.
Bir yakınım hanımefendi, öğretmen olarak Viranşehir'de göreve başlar. Haftada bir okulun tıkanan tuvaletleri için vidanjör gelip kanalizasyonu çekip temizler ve gider. Bu kadar sık tuvalet tıkanması mantıksızdır. Ama üzerinde durmaz. Ders sırasında cebindeki ağırlıktan önlüğü aşağı sarkan öğrenciler dikkatini çeker. Merak edip birini çevirir ve cebindekini çıkartmasını söyler.
Çocuğun cebinden 3-5 tane orta büyüklükte taş çıkar.
-“Bu taşlar neden cebinizde? Kavgada kullanmak için mi? Yoksa başka bir sebebi mi var?
Çocuk utanıp cevap veremez.
Konuyu öğretmenler odasında diğer öğretmenlere açar. Diğer öğretmenler uzun süredir burada olduklarından sebebini bilmektedirler. Biri açıklar:
-“Neden her hafta belediye vidanjörü gelip kanalizasyonu açıyor? İşte o taşlar sebebiyle. Bu çocuklar büyüklerinden öyle görmüş. Tuvalette ihtiyaç gördükten sonra su kullanmıyorlar. Popolarını taşa silip taşı da tuvalete atıyorlar. Bir türlü su kullandıramadık. Büyüklerinin izinden gidiyorlar.”
***
Görevine büyük bir aşk ve heyecanla başlamış idealist bir öğretmen bir köy okulunda görev yapmaktadır. Öğrencilerinden birinin velisi ile karşılaşır. Çocuğunun durumunu soran köylü sohbetin sonunda öğretmene:
-“Çocuğumdan çok şey beklemiyorum. Çocukla biraz ilgilenirseniz, bir şeyler öğrensin de öğretmen bari olsun yeter.”
Öğretmenlik gibi çok önemli, değerli ve çok fedakârlık gerektiren bir mesleği diğer mesleklerin arasında en aşağılara sokuşturmak, taleplerin en asgarisi durumuna sokmak o kadar normal hale gelmiş yani. Serbest meslekte yıllarını geçirmiş biri olarak askerlik dönemimde yaptığım bir buçuk yıllık öğretmenlik dönemime sığdırdıklarım hayatımın geri kalanında gururla hatırladıklarımdır.
Bir öğretmen arkadaşımızın duygu dolu anısını paylaşmak istedim:
Üç odalı bir köy okulunda görev yapmaktaydım. Kırmızı yanaklı öğrencileri olan bu şirin okula her gün ilk gün heyecanı ve şevkiyle gelir, ertesi günün hayaliyle evime dönerdim. Köye ulaşım zordu, yolları bozuktu ve dolmuşu yoktu. Ben de bir taksiciyle uygun bir rakama anlaşmıştım. Her gün beni ilçe merkezinden alır, yeni okuluma götürürdü. Akşamları da aynı şekilde geri getirirdi.
Köyün dolmuşu olmadığı için köye gelen bu taksi köylü için yeni ulaşım aracı olmuştu. İlçe merkezine gitmek isteyenler ben okula geldiğimde, ya da öğleden sonra ilçeye döneceğimde taksiyi dolmuş gibi kullanmaya başlamışlardı. Yine bir gün okul bitimi kalabalık bir grup gelmişti. Ben çocukları gönderip okulu kapatana kadar herkes arabaya yerleşmişti. Şoförün yanına bir bayan, arka koltukta da iki kişi oturmuştu. Yanlarında benim için bir kişilik yer ayırmışlardı. Arabaya oturduğumda Bagajda 70 yaşlarında, aynı zamanda kanser hastası olan yaşlı bir amca oturuyordu. Bildiğim kadarıyla amca yıllarca köyün bekçiliğini yapmıştı. Amcanın arkada o şekilde oturması beni rahatsız etti.
-“Amca sen öne gel, ben orada otururum.” dedim. Amca bana şefkatle baktı ve o yüce, eşsiz ve beni mesleğimin büyüklüğüne tekrar inandıran sözler dökülüverdi ağzından:
-“Kızım olur mu öyle şey? Sen bizim öğretmenimizsin. Her şeyin en iyisine layıksın. Benim yaşlı ve hasta olduğuma bakma! Ben bu köyün çocuğuyum, burada doğdum, buranın yıllarca bekçiliğini yaptım, burada da öleceğim. Ama sen öğretmenimizsin, değerlisin.” Gözlerim dolmuştu, ellerinden öpmek, tekrar tekrar teşekkür etmek istedim. Hatırladığımda beni hâlâ duygulandıran, mesleğimde zorlandığım anlarda bana yeniden başlama gücü veren bu sözler, yüreğimde her daim var olacaktır.
***
Bu hafta öğretmen anılarıyla başladık, öğretmen anılarıyla devam edelim.
Kars'ın Çıldır Gölü kenarındaki bir köyde öğretmenlik yapan arkadaşımızın hatırası: Türkçe dersinin bir gereği de milli kültürün tanıtılmasıdır. O ders, çocuklarımdan yaşadıkları yeri bana tanıtmalarını istemiştim. Söz alıp kalkan öğrencilerin neredeyse hepsi sadece yaşadıkları köyü tanıyordu. Ve neredeyse tamamına yakını da küçük yaşta çobanlık yaptıkları için köyün en uzak noktalarını dahi çok başarılı bir şekilde anlatabilmişlerdi bana. Sıra Adem'e geldiğinde o herkesten farklı bir şey anlatacağını söylemişti. Merak ettim.
-“Nereyi anlatacaksın Adem?”
-“Kars'ı anlatacağım öğretmenim.” dedi.
-“Sen Kars'a hiç gittin mi Adem?”
-“Gitmedim ama ablamdan çok duydum öğretmenim.” diyerek aslında hayallerini anlatacağını belli etmişti. Nereden bilebilirdim Adem'in bütün hayal dünyasının aynı şey üzerine kurulu olduğunu!
-“Öğretmenim Kars bize çok uzakmış ama aynı bizim köy gibi soğukmuş. Ablam dedi ki yurtta soba yanmıyormuş. Kalorifer denilen şeyle ısınıyormuş odalar. Bizim köyden Kars'a her gün bir dolmuş gidiyormuş. Bunu ben de biliyordum ablamın demesine gerek yoktu (güldü bunu dedikten sonra). Merak ettim ablama sordum öğretmenim Kars'ın adı nereden geliyor diye. Bilmediğini söyledi ama ben galiba biliyorum öğretmenim.”
Adem'den ilk defa araştırarak bir şey bulmuş olabileceği için umutlanmıştım. Devam etti:
-“Kars'ta çok eskiden bizim köydeki gibi geniş düzlükler varmış. Karslılar futbol oynamayı çok seviyorlarmış. Bu düzlükleri hep futbol sahası yapmışlar. Çok top oynuyorlarmış. Sonra futbol oynayarak çok zengin olmuşlar. Ve hepsi araba almış. Arabalarını bu düzlüklere park ediyorlarmış. O yüzden de bu düzlüklere Kars demişler. Yani İngilizce'deki arabalar: Cars adını vermişler bu şehre.”
Bir anda herkes gülmeye başlamıştı. Tabii ki ben de gülüyordum. Adem gülmüyordu oysaki. Belli ki şaka yapmıyordu. Bu hikâyeye oldukça inanmıştı. Yaşadığı şehrin kendi hayalleriyle bir ilişkisi olması gerektiğini düşünüyordu.
Bu hafta yazımı fazla uzun tutmadan bitireceğim. Ama bacanaklar hikayesini anlatmadan da geçemeyeceğim.
Beş bacanak bir bacanaklarının evine çay içip sohbet etmeye gelmişler. Ev sahibi bacanağın hanımı kocasını kenara çekip:
-“Evde bir gram şeker kalmamış. Bunların hepsi de çaya şeker katıp içiyorlar. Ne yapacağız?”
Kocası:
-“Sen çayı demle. Bardaklara koy. Gerisini ben hallederim. Kimseye de bir şey söyleme.”
Çay demlenip bardaklara konup salona getirilir. Ev sahibi bacanak çayları dağıtmadan önce diğer bacanaklara hitaben:
-“Değerli bacanaklarım. Çayları dağıtmadan önce söyleyeyim. Bu bardaklardan birindeki çayın şekeri yok. Şekersiz çay kime çıkarsa haftaya bu gün bütün bacanaklar ve aileleri onun evinde yemeğe davetli olacaklardır.”
Çayı alan tadına bakar:
-“Benimki çok şekerli”
-“Bu da şekerli.”
-“Benimkine fazla bile konmuş.”
-“Benimkinde de şeker fazla. Bu kadarı zararlıdır”
Tadını alabildiğiniz çay muhabbetleriyle kalın sağlıcakla.
Yazarın Önceki Yazısı
Bizim ecdadımızla sizin ecdadınız…
Bizim ecdadımızla sizin ecdadınız…
Yazarın Sonraki Yazısı
“Çok işim var çok! Beni meşgul etmeyin”
“Çok işim var çok! Beni meşgul etmeyin”