Bizim ecdadımızla sizin ecdadınız…

Ersoy BABA

Ersoy BABA

İngiliz'in biri Ürdünlü doktor arkadaşıyla başkent Amman'ın El-Kuveysime bölgesinde gezerken İngiliz arkadaşı köprülere hayran olmuş ve bu hayranlığını şöyle dile getirmiş:
-'Ecdadınız gerçekten çok çalışkan ve çok harika mühendislermiş. Çok güzel köprüler yapmışlar.' demiş...
Ürdünlü doktor :
-'Hayır, bizim ecdadımız değil, o köprüleri Türkler yapmış.' demiş.
El Sahravi bölgesine varınca, tarihî demir yollarını görmüş ve şaşkın bir şekilde:
-'Ecdadınız gerçekten çok büyük insanlarmış ki, demiryolunun önemini o zamanlarda anlamışlar ve bu bölgede demiryolu inşa etmişler. Medeniyet ulaşımla başlar üstadım.' demiş.
Ürdünlü doktor :
-'Hayır bizim ecdadımız değil, onları da Türkler yapmış.' demiş...
Turistik geziye devam etmişler,
Fudayn Kalesine varınca, kale önünde durarak , hem kalenin güzelliğine hayran kalmış, hem de kente hayat veren su kanallarını ve su deposunu görünce çok beğenmiş:
-'Şu kalenin ve su kanallarının güzelliğine hayran kaldım. Bunları da mı Türkler yaptı yoksa?”
-“Bunları da Türkler yaptı.' Diye kafa sallamış.
İngiliz biraz susmuş ve derin bir nefes aldıktan sonra,
-'Peki , sizin ecdadınız ne yapmış?'
Ürdün'lü doktor başını öne eğerek:
-'O zamanın Yöneticileri olan ecdadımız Sizin ecdadınızla işbirliği yaparak, Türkleri bölgeden kovmuşlar.'
***
Merhaba değerli okurlarım.
“Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” diye anılan İngiltere dünyanın değişik bölgelerinde işgaller yaparak ülkeleri devletinin bir parçası haline getirmiştir. Yaşanan bütün kıtalarda bu sömürgeleri mevcut olduğu için güneş bir tarafta batsa da diğer sömürgesinin üzerinde yeni doğduğu için üzerinde güneş batmamış olmaktadır. Bu deyimi işgalciliği ve sömürgeleri sayesinde almıştır.
İngiltere'de oraya yerleşmiş olan çocuğunu ziyarete giden bir arkadaşım oraları anlata anlata bitiremiyordu. Evlerin eski mimariyi halen nasıl yansıttığı, sokakları yeşillikleri, geniş dağ yamaçlarında bile özenle, masraf edilerek yapılmış çimleri, insanların bu çevreyi kirletmemek için ne kadar duyarlı olduklarını ballandıra ballandıra anlattı. Evlerin arasında duvar gibi duran mazıları anlattı. Tam o arada müdahale edip sordum:
-“Onlardan birinin dibine baktın mı? Hafif eşelesen görebilirdin.”
-“Ne vardı diplerinde?”
-“Dünyanın değişik coğrafyalarında sömürdükleri ülkelerin halklarının kanları vardı. Göremedin mi?”
Bazen safari filmlerinde Afrika'da, bazen Mısır piramitlerinin civarında, bazen de Hindistan'da İngiliz'in ütülü pırıl pırıl pantolonu, rugan çizmeleri, elinde kadehi ile o zorlu coğrafyada kendi lüksünden taviz vermeden etrafında koşturan yerli köleleri görürsünüz. Her bölgenin kendine ait güzellikleri, tarihleri, eserleri, madenleri çok hızlı ve düzenli bir şekilde ana adalarına taşınmıştır. Gelirlerinin ve zenginliklerinin tamamı bu coğrafyalardan çaldıklarından kaynaklanmaktadır.
Oraya gezmeye giden ve hayran kalıp dönenler o zenginliklerin kendi hayatlarından çalındığını düşünemezler bile.
Eziklik böyle bir şey.
Bu İngilizler yaptıkları zulmü bile gizlemekten utanmadan filmlerinde bile bunları yüzsüzce işlermişlerdir.
Sömürgecilik konusunda çok profesyonel olmuşlardır. Bu işte o kadar uzmandırlar ki günümüzde çoğu ülkenin halkı onların sömürgesi olduğunun, ülkesinin her zerresinin onların işgali altında olduğunun farkında bile değildirler.
İdolleri olan liderlerinin kendilerine dayattığı hayatı yaşamak zorundadırlar. O liderleri başlarına getirenin kim olduğunun bile farkında olmadan yaşarlar. Efendileri gibi giyinmeyi, efendilerinin hayat tarzını benimsemeyi ve beyinlerine onların çizdiği sınırları aşmamayı prensip edinmişlerdir.
“Kimyasal silah” yalanını kullanan ABD ve İngiltere Irak'ı işgal etmişlerdir. ABD zaman içerisinde oradan çekilmiştir. Ancak büyük işgal sırasında Basra bölgesine yerleşen İngilizler kendilerini unutturmuş ve oraları emmeye devam etmektedirler.
İşgal ettikleri bölgelerde bölge halkına yarayacak yapı ve tesisler inşa etmemişlerdir. Bölge halkının gözünün açılmasına vesile olacak her türlü gelişmeyi uzak tutmuş hatta tarihlerini bile kafalarına göre yeniden yazıp değiştirmişlerdir.



Kıyafet, alfabe değişiklikleri, eğitim öğretim müfredatları, yeme içme kültürü, sanatı, edebiyatı ve toplumu toplum yapan tüm değerleri bu efendilerin istediği yönde şekillendirilmiştir. Bira, rakı fabrikaları kurulup reklamları yapılmış, ilkokul çocuklarına kadar kullanımı yaygınlaştırılmıştır. İngilizlere karşı atalarının kazandığı zaferler üzeri beton dökülmüşçesine unutturulmuş, sahte savaşlar uydurulmuş, sahte kahramanlar oluşturulmuştur.
Sömürülen halklar da bütün bunları yemiş, sindirmiş, hazmetmiştir. Kayıp nesiller oluşmuştur.
Bu arada bütün bunları görüp uyananlar çeşitli bahanelerle bulundukları yerden acımasızca toprağa çekilip gömülmüşlerdir. Ülkenin ilim ve bilim adamlarını, din adamlarını, yazarlarını yine aynı toplumlardan çıkardıkları kasaplara katlettirmişlerdir. Kendileri hep kenardan seyretmişlerdir.
İngilizler uygar, medeni, pırıl pırıl (!) efendilerdir. Ülkelerindeki düzenlerinden, güzelliklerinden, kültürlerinden, kraliyet ailesinin saraylarından, kıyafetlerinden, asil davranışlarından, yemyeşil parklarından evlerinden bellidir onlar.
Biz ise o kadar geri kalmışız ki kendimizden utanmaktayız.
Söz buraya gelmişken bundan 15 sene kadar önce terzi Remzi ustanın önlenemez yükselişini izlemiştim. İngiliz asilzadelerinden müşterileri vardı Remzi ustanın. Bu sebeple kısa zamanda mesleğinde yükselmişti. İngilizler ona hitap ederken “Remzi” diyemiyorlardı. Dilleri dönmüyordu. Usta terzilerine “Ramsey” diye sesleniyorlardı. Remzi usta da bu Ramsey ismiyle yürümeye karar verdi. 15 yıl kadar önce otoban kenarında billboard reklamlarını görmüştüm. Elbise resmi, marka ve altında LONDON yazılıydı. Ramsey bir İngiliz markası olarak sunulmuştu. Oysa namı değer Ramsey; yani Remzi usta Türk'tü.
Belki onlarla çok fazla birlikteliği olduğundan, belki toplumdaki batı hayranlığından istifade için, veya sadece hava olsun diye Ramsey markasının altına “LONDON (LONDRA)” eklemişti. Firmaya, Remzi ustanın kendisine ulaşacak şekilde bu ayıbını yazdım. O zamandan sonra markalarının altındaki “London” ibaresi kaldırıldı. Ne kocaman iş başardımdı(!). Aferin bana.
Velhasıl sevgili okurlarım. Neyin ne olduğunu, neyi yazdığımda neyi anlayacağınızı siz zaten biliyorsunuz. Fazla uzatmaya gerek yok.
Konu İngilizlerle başladı İngilizlerle bitirelim.
İngiltere Başbakanı Churchill, avam kamarasında konuşurken, muhalif partiden bir kadın milletvekili, Churchill'e kızgın kızgın şöyle seslenir:
-“Eğer, karınız olsaydım, kahvenizin içine zehir karıştırırdım.”
Churchill, oldukça sakin kadına döner ve lafı yapıştırır:
-“Hanımefendi, eğer karım siz olsaydınız, o kahveyi seve seve içerdim”
Onları birbirlerine havale edelim. Gereğini yapsınlar diyeceğim. Ama “it iti ısırmaz”. Bırakın zehirlemeyi.
Kalın sağlıcakla.