Erzurum'un Yöresel Hikayeleri

Geçmişi binlerce yıla dayanan, önemli bir kavşak noktasında bulunan Erzurum'da kültür birikimin önemli ve renkli halklarından birini oluşturan hikâyeler, özgünlüğünü ilk gün ki gibi korumaya devam ediyor

Erzurum'un Yöresel Hikayeleri
Geçmişi binlerce yıla dayanan, önemli bir kavşak noktasında bulunan Erzurum'da kültür birikimin önemli ve renkli halklarından birini oluşturan hikâyeler, özgünlüğünü ilk gün ki gibi korumaya devam ediyor. Kimi zaman sevdayı, kimi zaman çeşitli kerametler gösteren Allah dostları hakkında anlatılan hikayeler, anlatı ve şiir öğelerini bünyesinde barındırarak günümüz insanının geçmişle bağ kurmasını sağlıyor.
Meddahların, hekatçıların, destancıların, hikâyecilerin ve aşıkların sözlü belleklerinde saklanarak günümüze kadar ulaşan halk hikâyeleri, Erzurum'un dününü ve bugününü yansıtması açısından önemli bir yere sahip. Aşk ve kahramanlık maceralarının işlendiği halk hikâyeleri kuşaktan kuşağa aktarılarak, kültürel mirasın yaşamasını sağlıyor.
İşte eski ve yeni kuşaklar arasındaki kültürel birikiminin paylaşılmasında önemli bir yere sahip olan yöresel hikayelerden bazıları:
ABDURRAHMAN GAZİ HİKAYESİ
Abdurrahman Gazi ismi Erzurum'da büyük izler bırakmıştır. Gazilik ve şehitlik mertebesine erişmiş bir insan olduğu için O'nun manevi şahsiyeti Erzurumlular'ın daima gönlünde yaşamıştır. Palandöken Dağı'nın üst yamaçlarında türbesi bulunan ve bir ziyaretgâh yeri olan Abdurrahman Gazi'nin Hazreti Peygamber'in sancaktarı olduğu, halk arasında yaygındır. Hazreti Peygamber'in İslam orduları Erzurum'u fethederken, sancaktarı Abdurrahman Gazi'nin kellesi bir düşman kılıcı ile koparılır ve yere düşer. Kellesini koltuğunun altına alan Abdurrahman Gazi, elinde bulunan İslam'ın sancağı'nı Palandöken'in en yüce noktasına dikmek üzere dağa doğru koşmaya başlar. Kellesi koltuğunda, sancağı elinde olan Abdurrahman Gazi Palandöken Dağı'ndaki Şığvaler mevkisine gelince dağda bulunan çobanlar, evvela dona kalır, sonra biri dayanamayıp:
"Olaaa hele bakın şuraya eskerin kellesi koltuğunda dağa doğru koşuyor" diye bağırmağa başlar.
Hazreti Muhammed'in sancaktarı ve azhabdan bir zat olan Abdurrahman Gazi, kem gözle nazara gelir ve olduğu yere düşer kalır. Hem gazilik hemde şehitlik rütbesine ermiştir. Palandöken'in Şığvaler tepesi denilen Sultan Sekisi yamaçlarında ruhunu teslim ederken O'na kavuşmaya çalışan kardeşi de Türbe Deresi'nde aynı anda şahadete erişir. Her iki kardeş Erzurum halkı tarafından ruhlarını teslim ettikleri yerde defnedilir. Ve o tarihten sonra da Abdurrahman Gazi'nin kabri Erzurum için büyük bir ziyaret merkezi olur. Zamanın Valisi Yusuf Ziya Paşa buraya bir de camii yaptırmıştır. Erzurum'a gelip de Abdurrahman Gazi'yi ziyaret etmeyenlerin bir daha Erzurum'a gelecekleri rivayet edilir. Allah makamını cennet etsin.
CENNET ÇEŞMESİ HİKAYESİ
Erzincanlı Terzi Baba Erzurum'a Habib Baba'yı ziyarete gelir. Habib Baba'nın uzun zamandır yanında bir müridi bulunmaktadır. Terzi Baba, Habib Baba'ya, "Hocam şu müridini çoktan beri senin yanında olduğunu görmekteyim. İrşad etsen de gitse" der. Habib Baba'da onun henüz yetişmediğini söyler ve denemek isterler.
Habib Baba müridini içeri sesler ve ona "Al şu parayı da bir şişe şarap al getir" der. Mürid dışarı çıktıktan sonra kendi kendine "Şu işe bak, bir de ikisi de âlim ulema geçinirler, ikisi de şarap içecekler" der.
Tabii bu durum her iki zat tarafından da bilinmektedir. Habib Baba Terzi Baba'ya, "Gördün mü Hocam henüz erken demiştim?" der.
Mürid şarabı alır Cennet Çeşmesinin bulunduğu yere gelir ve su içerken şişeyi kırar. Şişeden güzel bir koku yayılır. Mürid hata yaptığını anlar koşarak hocasının yanına gider ve af diler.
Çeşmenin yanında bulunan koku uzun süre devam etmiş ve oradan geçenler, "Bu ne güzel koku, Cennet kokusu gibi" derlermiş ve o tarihten sonra bu çeşmenin ismi Cennet Çeşmesi olarak kalmıştır.
'DÜN GECE YAR HANESİNDE' TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ
Erzurum'da bir delikanlı kızın birine sevdalanır. Ama ne sevda? Oğlan aşkından yanar tutuşur. Fakat kız, oğlana yüz vermez. Çarşıda pazarda oğlan kızın peşinde gezer durur, deli divane. Günlerden bir gün kız oğlana hafif bir tebessüm eder ve mendilini yere atar. Oğlanın içinde güller açar Erzurum'un ayazında. Mendili alır, doyasıya koklar. Akşam olunca gider kızın evinin bahçesine ve başlar bu türküyü söylemeye:
Dün gece har hanesinde yar bana yoldaş idi / Altım tiken üstüm yağmur yine gönlüm hoş idi.
ERZURUM'UN EKMEĞİNİN TUZU YOKTUR HİKAYESİ
Habib Baba Hazretleri zamanında Devleti Aliye'nin memurları vazife yapmağa Erzurum'da geldiklerinde kaldıkları süre içinde halktan gerekli hürmet ve ikramı görülermiş. Daha sonraları vazifeleri bitip şehirden ayrıldıklarında gittikleri yerde Erzurum'u kötülerlermiş. Bu hadise Efendi Hazretleri'ne anlatılır ve nedeni sorulur. Efendi Hazretleri müridini çağırır ve der ki, "Evladım yarın gün doğmadan İstanbul kapıya git bekle. İçeri ilk giren kim olursa olsun al getir."
Mürit aynen hocasının dediğini yapar ve gidip İstanbul kapıda beklemeğe başlar. (O zamanlar şehirlere kapılardan girilirmiş) İlk giren tüyleri dökülmüş uyuz bir köpektir. Yapacak bir şey yoktur. Emri öyle almıştır, köpeği alır ve götürür.
Hocasına sıkılarak durumu anlatır. Hocası gayet sakin şekilde, "Evladım bu hayvanı 40 gün mükemmel şekilde besle ve 41'inci günü aldığın yere sal gitsin. Sonra da olup biteni gel bana anlat" diye tembih eder. Mürid aynen hocasının dediği gibi yapar, köpeği besler. Beslenen köpek tanınmaz hale gelir, sıska halinden sıyrılıp şişmanlar. Köpek, 41'inci gün İstanbul kapıdan sabah erkenden salınır. O uyuz hayvan küheylan gibi olmuştur. 50 metre gider ve döner geri gelir. Üç beş kere havlar, tekrar aynı şeyi yapar ve arkasına bakmadan çeker gider.
Durum Efendi Hazretlerine aynen anlatılır. Efendi Hazretleri aynen şöyle der:
"Ah evladım ah bu hoş bir şehirdir ama EKMEĞİNİN TUZU YOKTUR."
HABİB BABA VE 4'ÜNCÜ MURAT HİKAYESİ
Habib Baba 4'üncü Murad devrinde gemiyle Hacca gitmek için Erzurum'dan İstanbul'a gelmiş. Fakat ne yazık ki, Hacca giden gemiye yetişememiştir. Bunda da vardır bir hayır demiş içinden. Aylarca yol aldığından toza toprağa batmış, yaralar içinde kalmış, uyuz olmuş. Memleketine dönmeden önce güzelce bir yıkanıp temizlenmek amacıyla bir hamama gitmiş. Yıkanmak istediğini söylediği hamamcıdan red cevabını alınca sebebini sormuş.
Hamamcı "Büyük Sultan Murad Han'ın vezirleri vardır hamamda. Kimseyi almamam için emir verdiler" der.
Yıkanmadan bu uyuz illetinden kurtulamayacağını bilen Habib Baba, adeta yalvarmış hamamcıya.
İzin ver evladım, bir köşede yıkanıvereyim. Kimseler fark etmez beni demiş.
Hamamcı, yaşlı adamın ısrarlarına dayanamamış, vezirlere görünmeden yıkanmasını tembihleyerek almış içeriye. Biraz sonra hamama tebdil-i kıyafetle Sultan 4'üncü Murad Han da gelmiş, yıkanmak istediğini söylemiş.
Hamamcı aynı şekilde, tanıyamadığı bu gence de durumu anlatmış ve içeri alamayacağını söylemiş. Sultan'ın ısrarları hamamcıyı bir kez daha yumuşatmış, ona da sıkı sıkı tembihleyerek almış içeriye ve Habib Baba'nın yanına göndermiş.
Başlamışlar beraberce yıkanmaya. Birbirlerine su döküyor, sırayla sırtlarını keseliyorlarmış.
Bir ara 4'üncü Murad ihtiyarın düşüncelerini öğrenmek amacıyla sormuş:
"Sen de istemez miydin baba şöyle vezir olmayı. Baksana koskoca hamamı kapatmışlar gönüllerince yıkanıyorlar. Biz ise şu daracık alanda debelenip dururuz."
"A be evladım" demiş Habib Baba, "Böyle vezir olacaksın da ne olacak? Şu dünyada öyle bir Sultana vezir olacaksın ki, vezirlerinin bile karşında tit tir titrediği, Sultan'a senin uyuzlu sırtını keseletsin" der.
Dördüncü Murad, hemen bu kişinin boş biri olmadığını anlar, Habib Baba'nın eline gider ve ona gerekli ikramda bulunur.
HUMA KUŞU TÜRKÜSÜ HİKAYESİ
Erzurum yöresine ait olan Huma kuşu uzun havasının diğer türküler de olduğu gibi bir hikâyesi vardır.
Seferberlik ilan edilmiş, ülkedeki tüm gençler okuyan okumayan herkes askere çağrılmıştır. Erzurum'un Ilıca nahiyesine bağlı Tikkir (Çiğdemli) köyünde Mustafa ve Gülbahar'ın dillere destan aşklarını bilmeyen yoktur. Evlenmelerine izin verilir ve evlenirler. Mustafa askere alınır. Gülbahar'ın iki gözü iki çeşmedir ama yapacak bir şey yoktur. Vatan savunmasıdır, Mustafa gitmiştir. Gülbahar her sabah kalktığında bahçeye çıkar yavuklusunun yoluna uzun uzun bakarak geleceği günü bekler. Bekler ama ne gelen var ne de haber. Gülbahar'ın bu durumu kaynanasını ve kayınbabasını çok üzmektedir. Gelin her geçen gün eriyip gitmektedir. Huma kuşuna bir cennet kuşu da denir. Çok yükseklerde uçar ve bu uçuşu günlerce sürer adeta bir haberci kuşu gibidir.
Mustafa'dan yıllarca haber gelmez. Ev halkı artık umutlarını kesmek üzeredir. Kayınbabası gelinin her sabah yavuklusunun yolunu gözlemesini uçan kuşlardan haber istemesine o kadar üzülür ki bu ağıtı yakar. Huma kuşu yuvasından havalanan ve çok yükseklerde günlerce uçan bir kuştur. Mustafa'yı da Huma kuşuna benzeterek ve yine Huma kuşunun çok yüksekte uçması haberci bir kuş olmasına atıf ederek başlar söylemeye:
Huma Kuşu yükseklerden seslenir / Yar koynunda bir çift suna beslenir / Sen ağlama kirpiklerin ıslanır / Ben ağlimki belki gönül uslanır.
Sen bağ olki ben bahçende gül olim / Layık mıdır yanim kül olim / Sen bey olki ben kapında kul olim / Koy desinler buda bunun kuludur.
İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ VE KIRIK TESTİ HİKAYESİ
Erzurum'un büyük velisi İbrahim Hakkı Hazretleri çocukken İsmail Fakirullah Hazretleri'ne teslim edilir. İyi bir terbiye alması için çocukluğunun mühim bir devresini Fakirullah Hazretleri'nin yanında geçiren İbrahim Hakkı, bir gün eline aldığı bir testiyle çeşmeye gider, doldururken oraya gelen bir atlı:
Çekil bakayım önümden be çocuk! diyerek İbrahim Hakkı hazretlerini azarlar ve atını çeşmeye sürer.
O da testisini alıp bir kenara çekilmeye uğraşırken atını mahmuzlayan adam, onu bir köşeye sıkıştırır. Testisini bırakıp kendisini kurtarmak zorunda kalır İbrahim Hakkı hazretleri. Bu esnada at da üzerine basıp testiyi kırar. Ağlayarak hocasının huzuruna gelerek:
Çeşmeden su alırken atını koşturarak gelen biri, atını üzerime sürdü. Can havliyle kendimi kurtarmaya çalışırken testimi de tepeletip kırdı" der.
Hocası, testini kıran atlıya sen bir şey söyledin mi diye sorar
Hayır, hiçbir şey söylemedim" der İbrahim Hakkı
Çabuk git ve o adama bir iki laf söyle" der hocası.
İbrahim Hakkı hazretleri gider çeşmenin başında atını tımar etmeye başlayan adamın yanına varıp bekler. Fakat bir türlü terbiyesini bozup da:
Benim testimi niye kırdın zalim adam diyemez.
Dönüp geldiğinde hocası Fakirullah hazretleri sorar:
Ona bir şeyler söyleyebildin mi?
Söyleyemedim efendim. Niyetlendim, lakin bir türlü dilimi çevirip de ağır bir söz sarf edemedim. Hocası bağırır:
Sana diyorum, çabuk git ve o adama bir şeyler söyle, mukabele et yoksa sonu felaket olacak.
İbrahim Hakkı hazretleri bu defa kararlı olarak koşup çeşmenin başına gelir. Bir de bakar ki testisini kıran adamı kendi atı attığı çiftelerle çeşmenin havuzuna yuvarlamış ölüsü yatmaktadır. Koşarak gelip hocası İsmail Fakirullah Hazretleri'ne bu vahim vaziyeti anlatır. Hocası bu hale üzülür:
Vah vah bir testiye bir adam. Üzüldüm buna doğrusu der.
Huzurundakiler bundan bir şey anlamadıklarını söyleyince, büyük veli şöyle izah eder.
O atlı adam, İbrahim Hakkı'ya zulmetti. Zulme uğrayan da tek kelimeyle olsun mukabelede bulunmadı, zalimi Allah'a havale etti. Allah Teala'nın da gayretine dokunup zalimi cezalandırdı. Şayet İbrahim Hakkı da onun zulmüne karşılık verip, ona bir şeyler söyleseydi, ödeşeceklerdi. Fakat İbrahim, büsbütün mazlum oldu. Bense ödeştirmek için uğraşıyordum, maalesef muvaffak olamadım.
SARI GELİN TÜRKÜSÜ HİKAYESİ
Sarı Gelin, eski çağlardan beri Çoruh ırmağı boyunda yaşayan Hıristiyan Kıpçak beyinin kızıdır. Erzurumlu bir delikanlı sarışın Kıpçak beyinin kızına âşık olur. Sarışın Kıpçak kızına âşık olan delikanlının ailesi oğullarının kızla evlenmesine karşı çıkar. Delikanlı ise kıza olan aşkını şiirlerle mırıldanarak söyler. Zaten bey de kızını vermez delikanlıya.
Delikanlı sarışın güzel kızı kaçırmağa karar verir ve kaçırır. Kıpçak beyinin adamları iki kaçağın peşine düşer ve uzun bir takipten sonra bulur ve oğlanı öldürürler. O günden beri halkımız arasında bu hikâye dilden dile dolaşır.
KIRMIZI GÜL DEMET DEMET TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ
Erzurum'da yaşayan Mehmet Revan'a gidip gelen kervancılardan biridir. Anasının da tek balasıdır. Tarlalarını ekip biçip yetiştirdiği ürünü de kervana katarak Revan'a satmaktadır. Bir alışkanlığı vardır Memet'in. Her akşam tarla dönüşü bahçelerden derlediği demet demet gülleri getirir anasına. Anayla oğul arasında bir simge gibi kırmızı gül demeti. Gülleri evinin duvarına asıp kurutuyor anası. Onlara baktıkça oğlunu görür gibi oluyor. Hele Mehmet kervandaysa. Gözü gönlü kırmızı gülün kurumuş, gazelleşmiş demetinde ananın. Revan yollarını düşlüyor hep. Kimi zaman kara saplanmış görüyor kervanı. Kan ter içinde uyanıyor. Hayra yormaya çalışıyor. Kimi geceler de toza dumana katılmış kervanın, atının eşeğinin devesinin bir toz bulutu içinde kayboluşunu düşlüyor. Bir hortum, yutuyor kervanı. Koca kervan döne döne göğe çekiliyor. Geride ne bir at, ne de bir deve, ne de insan kalıyor. Memet'i arıyor gözleri. Kara yağız, kaytan bıyık Mehmet, ellerini uzatıyor anasına. 'Tut ellerimi' diyor. Ama ne gezer. Anasının elleri boşlukta kalıyor. Sözün kısası günü gelip de kervan Revan'dan dönene kadar bu böyle sürüp gidiyor. Kervanın dönüşünü dört gözle bekliyor.
Ama sıtmaya yakalanan Mehmet yaşamını kaybedir ve bir çalının dibine gömüyorlar. Söylenecek sözleri, sevgiliye, anasına özlemiyle birlikte örtüyorlar üstünü. Kara toprak alıyor bağrına. Gençmiş. Sevenleri varmış. Anası yavuklusu yol gözlüyormuş. Ecel bu. Kimini sele, kimini yele verir. Memet'i de Revan'da vebayla yakalıyor. Sayıklaya sayıklaya gidiyor Memet. Kucak dolusu kırmızı güller elinde kalıyor. Sevgiliye özlemi de dilinde!. Artık bir çalıdır mezar taşı Memet'in!. Bir tek Memet değil vebaya teslim olan. Kervanın çoğu kırılıyor. Sahipsiz mezar oluyor Revan ' da. Kalanlar perişan. Utangaç. Yaşıyor olmaktan utanıyorlar sanki... Sanki ölenlerin sorumlusu ölmeyenlermiş gibi... Ağır ağır Erzurum'a giriyor kervan. Analar, bacılar, sevgililer, oğullar, eşler... Meraklı gözlerle karşılıyor kervanı. Aradığını bulan sarmaş dolaş. Gözyaşları hıçkırıklara karışıyor. Aradığını bulamayanlar, ilk rastladığına soruyor. ''Oğlum Mehmet'im nerede. Birlikte çıktınız kervana. Nerede kaldı''. Sen sen ol da gel yanıtla. "İlkin kusma başladı. Sonra da bir ateş. En son sayıklama başladı. Tüm sevdiklerini bir bir sıraladı. Titreye titreye sayıkladı. Yedi gün dayandı Memet. Sonra bir çalının dibine gömdük onu''. Gel de söyle bunu. Hem de anasına. Anadır, alıyor veriyor. Oluru yok. Diline kırmızı gülleri doluyor. Ol tabipten medet diliyor, olmuyor. Ver elini dağ yolları. Dilinde türküsü, gönlünde oğlunun hayali deli olup dağlara düşüyor. O'nu son görenler elinde bir demet kırmızı gül, dilinde şu türküyle dolaştığını söylüyor:
Kırmızı gül demet demet / Sevda değil, bir alamet / Balam nenni yavrum nenni /
Gitti gelmez ol muhannet / Şol Revan'da balam kaldı / Yavrum kaldı balam nenni.
Kırmızı gül her dem olmaz / Yaralara merhem olmaz / Balam nenni yavrum nenni /
Ol tabipten derman gelmez / Şol Revan' da balam kaldı / Yavrum kaldı balam nenni.