GÖRÜŞ - Sudan'da Neler Oluyor?
Sudan’da yaşanmakta olanlar bir devrim başkaldırısı değil, bir ekmek kavgası. Zaten Sudan’da düşünsel etkin bir muhalif kitle oluşturabilecek ağırlıkta ne bir siyasi ne de fikri bir hareket var Sanılanın aksine Sudan’da güçlü bir siyasi muhalefet de söz konusu değil. Dünya kamuoyunun yakından tanıdığı merhum Hasan Turabi’nin Halkçı Kongre Partisi, ne onun sağlığında ne de vefatından sonra siyasette dengeleri bozabilecek bir ağırlığa ulaşabilmişti Bölgedeki diğer ülkelerde bu türden bir hareketlilik yokken neden sadece Sudan’da bunlar yaşanmaya başladı. Afrika’da (tabiri caizse) postkolonyal dönemde tam bir satranç oynanıyor. Sudan bu oyunun son derece stratejik bir noktasında yer alıyor Sudan’da fitilini ekonomik krizin ateşlediği, ABD öncülüğündeki Batılı ittifakın ve Körfez ülkelerinin kışkırttığı, uluslararası bir oyunun parçası olarak sergilenen bir protesto hareketi yaşanıyor Bu isyanın bir sonuç doğurması beklenmiyor. Zira gösteriler, belli bir odak tarafından yönetilen, tüm kesimlerde kabul gören bir liderlikten yoksun. Uzun süre direnç göstermesi beklenmiyor. Olayların yoksulluk dışında güçlü bir motivasyon unsuru da bulunmuyor
Tahlile girişmeden önce, merakları gidermek için hemen şu tespiti paylaşmak istiyoruz: Sudan’da bir devrim mücadelesi değil, bir ekmek kavgası yaşanıyor. Sudan’da yaşananlar, aslında bir yönüyle bazı Arap ülkelerinde yaşanan ve “Arap Baharı” olarak isimlendirilen süreçle bir benzerlik arz ediyor. Sudan’ın 2011 yılında ikiye bölünmesinden ve Güney Sudan’ın ayrı bir devlet olarak yoluna devam etmesinden sonra, giderek derinleşen ekonomik kriz, geniş halk kesimlerinde büyük bir öfke meydana getirmiş durumda. Bu ayrılıkla bir yandan ülke ikiye bölünmüş, diğer yandan ekonomide istenen düzelme sağlanamadığı gibi, durum daha da kötüye gitmişti. Sudanlılar bu durumda ülkenin ikiye bölünmesinin gerekçesini anlamakta zorluk çekmeye başlamışlardı. Zira bölünmeyi kabul edilir hale getiren en önemli argüman, bölünmeden sonra savaşın biteceği ve ülke kaynaklarının bundan sonra kalkınma için harcanacağı beklentisiydi. Ancak bölünmenin ardından arzu edilen iyileşme gerçekleşmediği gibi, ekonomi daha da kötüleşmeye başlamıştı.
Sözgelimi 2011 yılında bir Amerikan doları 2,4 Cüneyh iken, bugünlerde karaborsada 60 Cüneyh’e kadar çıkmış durumda. Zira ülkede önemli ölçekte bir döviz sıkıntısı var. 9 milyar dolar civarında ithalatı bulunan ülkenin ihracatı ise oldukça düşük. Yaklaşık 4 milyar dolar civarında dış ticaret açığı bulunan ülkenin döviz sıkıntısı had safhaya ulaşmış halde. Bölünmeden önce elde ettiği petrol geliriyle bu açığını önemli oranda gideren, hatta yüksek büyüme oranlarına ulaşan Sudan devleti, bölünmenin ardından bu kaynağından mahrum kaldı. Zira petrol kaynaklarının yaklaşık yüzde 70’i Güney Sudan’da kalmıştı. Petrol gelirinden mahrum kalan Sudan, büyük bir ticaret açığı sarmalına sürüklendi.
Yaşanan bu ağır devalüasyona karşın gelirlerde gözle görülür bir iyileştirme de sağlanamadı. Alım gücü iyice zayıflamış olan halk içten içe duyduğu tepkiyi sokağa taşıdı. Başta Atbere, Kurdufan, Port Sudan gibi şehirler olmak üzere ülkenin farklı yerlerinde gösteriler baş gösterdi ve kızgın halk kitleleri iktidar partisinin binaları başta olmak üzere kamu binalarını tahrip etmeye başladılar. Çıkan çatışmalarda 20’den fazla kişinin hayatını kaybettiği söyleniyor.
Başta söylediğimizi tekrar edersek, Sudan’da yaşanmakta olanlar bir devrim başkaldırısı değil, bir ekmek kavgası. Zaten Sudan’da düşünsel etkin bir muhalif kitle oluşturabilecek ağırlıkta ne bir siyasi ne de fikri bir hareket var. Sanılanın aksine Sudan’da güçlü bir siyasi muhalefet de söz konusu değil. Dünya kamuoyunun yakından tanıdığı merhum Hasan Turabi’nin Halkçı Kongre Partisi, ne onun sağlığında ne de vefatından sonra siyasette dengeleri bozabilecek bir ağırlığa ulaşabilmişti. Halihazırda muhalefet lideri olarak adı öne çıkarılan Ümmet Partisi başkanı Sadık el-Mehdi ülkeyi selamete çıkarabilecek bir siyasi figür olmaktan çok uzak. 80’in üzerindeki yaşıyla, geçmişte ülke yönetiminde ortaya koyduğu performansıyla bu umudu yeşertebilecek bir profile sahip değil. Dolayısıyla, adı öne çıkarılsa da geniş halk kesimleri üzerinde yönlendirici bir etkiye sahip olduğu söylenemez. Başta Müslüman Kardeşler Hareketi’ne akraba parti olmak üzere, diğer partilerin de halk üzerinde geniş bir etkisi bulunmuyor. Protesto gösterilerinde hepsini bir araya getiren yegâne unsur hayat pahalılığı. Gösterilerde birlik oluştursalar da, olayların tahripkâr bir boyut kazanması üzerine, isyancı kesimlerden farklı açıklamalar yapılmaya başlandı. Gösterilerin yakıp yıkmaya evrilmesi, halk desteğinin önemli oranda azalmasına sebep oldu.
Sokak gösterilerinin halihazırda planlanmış bir stratejisi bulunmuyor. Sokak gösterilerinde en tehlikeli olanı da budur. Kızgın halk kesimlerini kontrol edebilecek mekanizmaların yokluğu, her an bir kaosa dönüşme tehlikesi barındırır. Nitekim yaşanmakta olanlar, asla halkı sokağa döken gerekçeye hizmet etmiyor. Yakıp yıkmalar, yaşanmakta olan ekonomik krizi daha da derinleştirmekten öte bir işe yaramayacaktır. Zaten oldukça zor durumda bulunan ülkenin kaynakları, bu kez yaşanan tahribatı gidermeye tahsis edilecektir. Yakıp yıkmalar, ekmek kavgasında ortada bulunan ekmeği daha da küçültecektir.
“Ekmek kavgası” kavramını ısrarla kullanmamızın sebebi, olayların gerçekten de ekmek üzerinden başlamasıdır. Fırınlarda tanesi 1 Cüneyh'e satılan ekmeğin 3 Cüneyh'e çıkması gösterilerin fitili ateşlemişti. Aslında 1 doların 60 Cüneyh civarında seyrettiği bir ekonomide 3 Cüneyh pahalı bir fiyat değil. Fakat alım gücü iyice zayıflamış olan geniş halk kesimleri nezdinde bu artış tahammül sınırlarını aşmış ve halkı sokağa dökmeye yetti. Ülkede yaşanmakta olan enflasyon sadece ekmeğe değil, başta temel gıda malzemeleri ve akaryakıt olmak üzere tüm ürünlerin fiyatlarına yansımış durumda. Hükümetin sağladığı sübvansiyonlar artık bu pahalılığı örtmeye yetmiyor.
Burada şu soru akla geliyor: Sudan neden bu hale düştü? Bölgedeki diğer ülkelerde bu türden bir hareketlilik yokken neden sadece Sudan’da bunlar yaşanmaya başladı. Afrika’da (tabiri caizse) post-kolonyal dönemde tam bir satranç oynanıyor. Sudan bu oyunun son derece stratejik bir noktasında yer alıyor. Sudan etnik, siyasi, kültürel ve dini yapısıyla ve jeo-stratejik konumuyla önemli bir yere sahip. Kıtada küresel güçler arasında yaşanmakta olan güç mücadelesinde Sudan önemli bir ülke konumunda. Batılı ülkelerin uyguladığı ambargo sebebiyle Sudan bu mücadelede büyük oranda Çin’den yana tavır almıştı. Ülkenin ticari faaliyetlerinde Çin’in gözle görülür bir ağırlığı var. İnşaattan yeraltı kaynaklarına ve temel tüketim ürünlerine kadar Çin’in Sudan’da hissedilir bir rolü var. Bu durum ABD başta olmak üzere diğer ülkelerin hoşuna gitmiyor. Özellikle ABD, Çin’in etkisini kırmak üzere Sudan’a aşırı bir baskı uyguluyor. Her ne kadar 2018 yılında ambargoyu kaldırmış olsa da, ABD’nin bu baskısı farklı şekillerde devam ediyor.
Bu baskının başka sebepleri de var. Sudan şerî bir yönetim tarzı geliştirmiştir ve bunun başka ülkelere de örnek teşkil etme ihtimali vardır. Öte yandan Sudan’ın sahip olduğu Arap-İslam kültürünü Kıta’nın güneyine doğru yayma potansiyeli de bulunuyor ve onlara göre bunun engellenmesi gerekiyor. Sudan yönetimi Filistin davasında aktif bir tutum takınıyor ve (Hamas başta olmak üzere) Filistinli direniş hareketlerine aktif şekilde destek sağlıyor. Bütün bu sebepler bir araya gelince, Sudan’ın zayıflatılması, hatta tamamen etkisiz kılınması, ABD öncülüğündeki Siyonist yaklaşımın öncelikleri arasına girmişti. Bu çerçevede ortaya konulan çabaların ardından, Sudan 2011 yılında ikiye bölünmüş ve Darfur bölgesinde isyan hareketleri başlamıştı. ABD ve diğer Batılı ülkeler Sudan’ı asla kendi kaderine terk etmeye razı olmamışlardır. Türkiye’nin son olaylarla ilgili yaptığı açıklamanın da bu oyunlara işaret ettiğini tahmin ediyoruz.
Batı ve Asya kökenli nüfuz mücadelelerinin yanı sıra Sudan bir de Körfez eksenli bir mücadelenin sıkıntılarına maruz kalıyor. Türkiye ve Katar’ın Sudan’a (daha çok insani sayılabilecek gerekçelerle) destek çıkması, ülkenin barış ve kalkınmasını önceleyen bir politika izlemesi, Körfez ülkelerinde rahatsızlık doğurmuştu. Türkiye ve Katar’ın özellikle Darfur sorununun çözümü için ortaya koyduğu çaba ve destek, yoğun kalkınma işbirliği proje ve programları, Sudan yönetimini bu iki ülkeye yakınlaştırmıştı. Arap ülkelerindeki iktidar mücadelelerinde Müslüman Kardeşler Hareketi’nden yana tavır aldığını iddia ettikleri Türkiye ve Katar’a karşı gizli bir mücadele yürüten Körfez ülkeleri, Sudan’ı bu iki ülkeden uzaklaştırmak için yoğun bir çaba sarf ediyorlar. Körfez ülkelerinin bu çabasına, Türkiye ile ilişkileri kötü olan Mısır da aynı gerekçelerle destek veriyor. Dolayısıyla Sudan siyasetinde, bir yandan küresel güç mücadelesinin, diğer yandan Körfez ve Türkiye-Katar eksenlerinin sebep olduğu bir baskı söz konusu. Körfez ülkeleri Sudan’ı bu iki ülkeden uzaklaştırmak için türlü baskılara başvuruyor. Sudan’ı bu yakınlaşmadan uzaklaştıramayan Körfez ülkelerinin, protesto olaylarında (Batılı ülkelerin yanı sıra) önemli bir rol oynadığı söylenebilir.
Hülasa edecek olursak, Sudan’da fitilini ekonomik krizin ateşlediği, ABD öncülüğündeki Batılı ittifakın ve Körfez ülkelerinin kışkırttığı, uluslararası bir oyunun parçası olarak sergilenen bir protesto hareketi yaşanıyor.
Bu isyanın bir sonuç doğurması beklenmiyor. Zira gösteriler, belli bir odak tarafından yönetilen, tüm kesimlerde kabul gören bir liderlikten yoksun. Uzun süre direnç göstermesi beklenmiyor. Olayların yoksulluk dışında güçlü bir motivasyon unsuru da bulunmuyor. Nitekim aldığımız son haberlere göre, Atbere ve Port Sudan şehirleri dışında, gösteriler büyük oranda sükunete ermiş durumda. Hükümetin gösterileri bitirebilecek güce sahip olduğu görülüyor. Fakat gösteriler sonlansa da, önümüzdeki dönemde hükümetin bu isyanın etkilerini gidermekte büyük zorluklar yaşayacağı muhakkaktır. Ömer el-Beşir yönetiminin bu ekonomik krizden ve olaylardan büyük zarar gördüğü kesindir. Mevcut ekonomik imkânlarla bu yarayı sarması pek mümkün görülmüyor. Uluslararası camianın bu ülkeye destek sağlaması, bu krizi aşması için gereken desteği vermesi, hayati derecede önem kazanmış durumda.
[Doç. Dr. Enver Arpa Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Doğu ve Afrika Araştırmaları Enstitüsü (DOAF) müdürüdür]
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.