Bana Zül Gelir!

Ersoy BABA

Ersoy BABA

Merhaba değerli okurlarımız.

Bu haftaki fındık kabuğuna sığmayan ve oradan oraya sıçrayan konulardaki yazıma birinin Japonya seyahati anılarından dikkatimi çeken kısmını anlatarak başlamak istiyorum.

“Bir taksiye bindik ve bizi şehrin uzak mahallesindeki dostumuza ulaştırmasını istedik. Biraz da acelemiz vardı. Uzun sayılır bir mesafeyi aşmıştık ki oldukça sakin ve hiç araç olmayan bir kavşağa geldik. Kırmızı ışık yanıyordu. Şoförümüz durdu ve sakince yeşil ışığın yanmasını bekledi. Çatladım resmen.

-“Kimsecikler yok. Polis de yok. Kamera da yok. Beklemesen geçsen olmaz mı?”

 

Şoför şaşkın ve biraz da sitemli şekilde bize döndü ve:

-“Olur mu öyle şey? Polis ve kamera yok, ama; ya bir çocuk bizi kırmızı ışıkta geçerken görürse ve onu doğru bir iş zannederse!”

Yazıma Japonlardan girdim onlarla devam edeceğim diye bir şey yok. Japonların anlatılacak çok güzel yanları var elbette. Ancak bu yazıda bu kadar.

Mahallede uzun yıllardır Moldovalı bir kadın yaşıyordu. Uzun yıllar burada olması sayesinde Türkçeyi çok iyi konuşuyordu. Onurlu ve saygıdeğer bu hanımefendiye komşularından biri sormuş:

-“Bu kadar zamandır Türkiye'desin. Az çok tanıdın. Neden Müslüman olmuyorsun?”

-“Evet az çok tanıdım. Ancak sizin toplumda çok yalan söyleniyor. Dolandırıcılık çok fazla. Pazara gidiyorum. Tezgâhta çok güzel ve düzgün ürünler var. Ancak o ürünlerin arkalarında kötü, ezik ve çürüklü olanları var. İstediğimiz zaman öndeki düzeni bozmadan arkadakilerden dolduruyor. İtiraz ettiğimizde dövecek gibi konuşup kovuyorlar. Bir başka tezgâhta kocaman yazıyla “30 TL” yazıyor. Bir kilo alıyorum. Parasını öderken “60 TL” diyor. Meğer etiketin üst köşesinde küçücük ve yamuk yazıyla “YARIM” yazıyormuş. Sineye çekip ödeyenler oluyor. Ancak ben bu hileyi ödüllendirmemek adına aldığımı geri bırakıyorum. Sizin toplum namus konusunda da çok hassas. Ama başka kadınlara bakarken bunu unutuyorlar. Ticarete başlarken ortaklar çok iyi başlıyor. Ticaret zarar edince herkes kanlı-bıçaklı oluyorlar. Kuralsızsınız. Daha onlarca sayabileceğim kötülükler var. Bu kadar yanlışlar içinde iken sizin dininizi neden seçmem gerekiyor? Ben bunu anlamıyor!”

Kadın haklı. Bu hale gelmemiz için çok gayret edilmiş.

Hemen her yazımda dokundurup geçtiğim bir konu var ya; Cumhuriyetin ilk döneminde Türkiye'ye getirilip vatandaş yapılan ve hemen her alanda önemli mevkilere yerleştirilen Ermeni, Rum ve Yahudiler. Bunlar (diğerlerini başka zaman konuşuruz ama) en basitinden sanat camiasını adeta zimmetlerine geçirmişlerdi. Eski Türk filmlerini her denk gelip izlediğimde hemen her sahnesinde İslam'ı kötüleme, hilebaz ve dolandırıcı olanları açıkgöz ve başarılı gösterme, namuslu ve dürüst insanları da salak yerine koyma vardı.
Geçenlerde Gazze ile ilgili hazırlanmış bir kısa film izledim. Orada 1940'larda bu çocuk katliamlarının belgelerini, fotolarını gören yabancı çocuk babasına soruyordu:
-“Siz neden bunlara ses çıkarmadınız?” diye.

Ebeveynlerimize sormamız gerekiyor; 100 senedir rezaletin, sahtekarlığın, adiliğin film, tiyatro diye gösterildiği zamanda siz niye sustunuz? Neden bunları protesto etmediniz? Neden kenarda oturup gözlerinizi kapatarak sadece ailenizi korumakla yetindiniz?

Rahmetli babam 60 ihtilalini anlatıyordu. O zamanlar Ankara'da İncesu denen semtinde oturuyorlarmış. İncesu semti bir vadide. Çankaya ile aralarında bir tepecik var. Bir sabah silah sesleri ile fırlamışlar. Tepeye doğru koşmuşlar. Herkes birbirine soruyormuş:

-“Ne oluyor?” diye. Biri:

-“Askerler darbe yapmış. Menderes'i devirmişler”

Babam geri dönüp eve gelmiş. Herkes radyoda bir şeyler duyma çabasında. Oysa bütün solcu, anarşist gençler tankların üstünde kutlama yapıyorlar.
Bu olayı anlattığında babama sordum:

-“Peki siz ne yaptınız bu darbe olduğunda? Neden sessiz kaldınız?”

-“Biz ne yapabilirdik ki?” demiş ve susmuştu.

Bir din düşmanı alçak yazdığı yazı veya eyleminden dolayı yargılanacağı zaman arkasında 50 tane avukat yanında durarak mahkemeye girip gövde gösterisi yapıyorlar. Bir Müslüman yazdığı yazı veya söylediği sözünden dolayı yargılanacağı zaman yanında ancak maddi gücü oranında bir avukatla davaya girebiliyor. Yıllarca da içerde çürüyor.
Önceki Cumhurbaşkanı sezer, utanmadan ve çekinmeden Cumhurbaşkanlığının imkanlarını kullanarak cezaevinde yatan onlarca teröristi affedip sokağa salmıştı. Halen içeride en basitinden 28 Şubat'a direnen yazarlarımızın ömür tüketmesi manidardır. Bu günleri ve imkanları rabbim aratmasın ama görünen köy kılavuz istemiyor; “galiba çok arayacağız.”
Bu kadar duyarsız ve boş vermiş bir topluma yazının sonunda fıkra ile tebessüm ettirmek bana bu hafta zül geldi.
Kalın sağlıcakla.