GÖRÜŞ - AB Kilisesi Çöküyor
Avrupa Birliği ortaçağda kilisenin ortaya koyduğu reflekslerin hemen tamamını ortaya koyuyor: Doğruyu ve yanlışı vaz ediyor, herkesi yargılama hakkını kendisinde görüyor ve beğenmediği insanları şeytan ilan ediyor Kilisenin o güne kadar yıkılmaz sanılan iktidarı, Martin Luther “Kral çıplak” dedikten sonra çöküş sürecine girmişti. Bugün ise AB'nin büyüsü bozuluyor, hegemonyası sona eriyor. Luther’den tam beş yüz sene sonra, Türkiye ‘modern kilise’nin haddini aştığını dünyaya gösteriyor
İSTANBUL -M. TACETTİN KUTAY- Geçtiğimiz hafta Roma antlaşmasının altmışıncı yılı münasebetiyle Roma’da bulunan Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin devlet başkanları Vatikan’da, Aziz Peter bazilikasında Papa ile bir fotoğraf çektirdi. Ajanslar tarafından tüm dünyaya geçilen fotoğrafta AB liderleri papanın etrafına dizilmiş, altarın önünde poz verirken görülmekteydi. Avrupa Birliği, ‘büyük üstadı’ Papa ile bağını ortaya koyarken Luther’in eleştirdiği kiliseye dönüştüğü gerçeğini de bizlere hatırlattı. Bu durum ünlü bilim filozofu Paul Fayerabend’in “Ortaçağ’da kilise vardı; fikirleri ve insanları yargılar, doğru-yanlış hükümlerini ortaya koyar, beğenmedikleri şeytan ilan edilirdi. Şimdi ise bilim var; fikirleri yargılıyor, doğru-yanlış hükümlerini veriyor. Bir fikir için ‘bilimsel değil’ hükmünü vermek o fikri şeytanlaştırmaya yeter” analojisini anımsatıyor. Avrupa Birliği ortaçağda kilisenin ortaya koyduğu reflekslerin hemen tamamını ortaya koyuyor.
Martin Luther 500 yıl önce Wittenberg kilisesinin kapısına astığı tezlerinde, Papa’nın hiç de hak etmediği yetkilerle insanlar üzerinde tahakküm kurduğunu savunmuş, Hristiyanları bu tahakküm zincirini kırmaya davet etmişti. Kilisenin “büyük bir uyanıklıkla çevresine üç büyük duvar” ördüğünü söyleyen Luther bu duvarları şöyle tanımlıyordu: “Bu duvarların ilki, kiliseye yönelik dünyevi-siyasi bir kudretle hareket edilmesi halinde dünyevi kuvvetlerin Kilise üzerinde bir yetkisi olmadığı, aksine Kilise’nin dünyevi-siyasi güçlerin üzerinde yetki sahibi olduğu tezidir. İkinci duvar, kutsal kitap üzerinden kendisine gelen eleştirilere karşı kilisenin ‘Kutsal kitabı yorumlama yetkisi Papa’ya aittir’ diyerek ördüğü duvardır. Üçüncü duvar ise kendilerine ‘sorunları konuşalım’ denildiği zaman konsil düzenleme yetkisinin Papa’ya ait olduğu yorumuyla inşa edilen duvardır”.
- Kilisenin koltuğuna AB, Luther’in koltuğuna ise biz oturduk
Luther’in kiliseye yönelttiği “Büyük bir uyanıklıkla çevresine üç büyük duvar örüyor ve kendisini bu duvarlarla koruyor” eleştirisi, Avrupa Birliği’nin genel tutumuyla çok benzeşiyor. Avrupa Birliği kendisini erişilmez ve yıkılmaz bir kale olarak tasarlarken etrafına iktisadi, hukûki, siyasi duvarlar örmüştü. AB’ye karşı yöneltilen insani eleştirilerin hiç bir kıymeti olamazdı; zira sair kültürlere mensup insanların insani değerleri Avrupalıdan daha iyi bilmesinin imkanı yoktu. Avrupa’nın hedef tahtasına oturtulamamasının yolu, Avrupa’yı tüm değerlerin yegane kaynağı ve en mükemmel tatbik sahası olarak görmekten geçiyordu. Bu tanımanın neticesinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi devletin en üst mahkemesinin kararının da üstünde bir karar verme selahiyetine sahip oluyordu. Kutsal kitabı yegâne doğru yorumlama yetkisine sahip kilisenin yerini, insani değerleri yegâne vaz etme yetkisine sahip Avrupa Birliği alıyordu.
Kendisinden olmayanları sınırlarına sokmayan kilisenin tahtına oturan da yine Avrupa Birliği oldu. Kilise açısından kutsal duvarların ardına girmenin yegane şartı ruhban olmaktı. Bir manastırın ‘klasur’ kısmına ruhban olmayan giremezdi. Çünkü Tanrı Musa’ya “Nalinlerini çıkar, çünkü burası kutsal toprak” demişti. Kutsal toprağa hizmet etmek için de olsa kirli ayaklar adım atamazdı. Modern dünyanın bir kurumu olan Avruğa Birliği’nde bu durum elbette hizmet etmeyi kapsamayacak şekilde hayata geçirildi. Kapitalist gelişmenin bir gereği olarak sömürmek ve ‘dûnundaki’ milletlere hizmetini gördürmek, Avrupa Birliği’nin reddedemeyeceği bir gereklilikti. Bununla birlikte Avrupa’ya girmek, ‘hizmetçi’ milletler için vize duvarını aşmakla mümkündü ve bu duvarı aşmak hiç de kolay değildi. Türkiye ile binbir zahmet imzalanan vize serbestisi anlaşmasını yürürlüğe koymamak için nasıl ipe un serdiklerini hatırlamayanımız yoktur.
Kralların kendi üzerinde yetki sahibi olmadığı, ancak tüm krallar üzerinde kendisini yetki sahibi olarak sunan kilisenin yerine oturan ise yine Avrupa Birliği oldu. Alman Şansölyesi’nden tanınmamış Danimarkalı bir milletvekillerine kadar, irili ufaklı yetkilileri Türkiye’ye dilediği zaman gelir, güneydoğuda incelemelerde bulunur, Gezi parkında polisle kavga eder, hatta karakolları teftiş ederdi. Teftiş neticesinde Türkiye her seferinde sınıfta kalır, Avrupa Birliği tarafından bazen kınanır, ekseriyetle de gidişatından endişe duyulurdu. Bununla birlikte Avrupa’nın içine düştüğü aşırı sağ batağa dikkat çekmek Türkiye’nin haddine olmadığı gibi, yönelttiği eleştiriler de sınırı aşmak anlamına gelmekteydi. Canları isterse Türkiye’nin cumhurbaşkanına, bakanlarına, halkına, kültürüne, dinine dilediği gibi hakaret edebilirlerdi. Buna mukabil Avrupalının takındığı faşizan tavır, bir Türk tarafından ‘Nazizm’ olarak adlandırılamazdı.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Muhtemeldir ki, okurların da hatrına ister istemez onlarca misal gelmektedir. Bununla birlikte, yukarıda çizdiğimiz analoji hatrımıza bir diğer önemli hikayeyi getirmekte: Kilisenin hegemonyasının nasıl son bulduğunun hikayesi! Kilisenin o güne kadar yıkılmaz sanılan iktidarı, Martin Luther “Kral çıplak” dedikten sonra çöküş sürecine girmişti. Almanya’dan Roma’ya eğitim almaya giden ve kilisenin bir parçası olmaya çabalayan keşiş Martin Luther, içine girdikçe kilisenin düştüğü batağı daha yakından görmüş ve ona karşı çıkmıştı. Luther’in kilisenin sahip olduğunu iddia ettiği yetkilerden hiç birine aslında sahip olmadığını tezlerinde ortaya koymasıyla Hıristiyan alemi uyuduğu bin yıllık uykudan uyanmıştı. Hegemonyanın yıkılması büyünün bozulmasının neticesinde oldu.
Bir parçası olmaya çalıştığımız Avrupa Birliği’nin kapısındaki bekleyişimizde artık sona geldik. Bu noktada Avrupa’nın yüzüne vurduğumuz hakikat, Avrupa’nın iki yüzlü olduğu hakikati. Avrupa Birliği’ne, bizim üstümüzde sahip olduğunu sandığı yetkilerin hiç birine aslında sahip olmadığını hatırlatıyoruz. Dolayısıyla büyü bozuluyor, hegemonya sona eriyor. Luther’den tam beş yüz sene sonra, Türkiye ‘modern kilise’nin haddini aştığını dünyaya gösteriyor. Üstelik tüm bunlar olurken, kader benzer bir cilveyi daha karşımıza çıkarıyor: Luther kiliseye karşı savaşırken İngiltere Vatikan’dan ayrılmış, Angilkan kilisesini kurmuştu. Benzer bir süreç, Avrupa Birliği’yle Türkiye karşı karşıya geldiğinde, Brexit’in hayata geçmesiyle yaşanıyor. Tarih beş yüz sene sonra tekerrür ediyor; ‘modern kilise’ yıkılıyor ve Türkiye tarihi rolünü oynuyor.
Kaynak: AA
Martin Luther 500 yıl önce Wittenberg kilisesinin kapısına astığı tezlerinde, Papa’nın hiç de hak etmediği yetkilerle insanlar üzerinde tahakküm kurduğunu savunmuş, Hristiyanları bu tahakküm zincirini kırmaya davet etmişti. Kilisenin “büyük bir uyanıklıkla çevresine üç büyük duvar” ördüğünü söyleyen Luther bu duvarları şöyle tanımlıyordu: “Bu duvarların ilki, kiliseye yönelik dünyevi-siyasi bir kudretle hareket edilmesi halinde dünyevi kuvvetlerin Kilise üzerinde bir yetkisi olmadığı, aksine Kilise’nin dünyevi-siyasi güçlerin üzerinde yetki sahibi olduğu tezidir. İkinci duvar, kutsal kitap üzerinden kendisine gelen eleştirilere karşı kilisenin ‘Kutsal kitabı yorumlama yetkisi Papa’ya aittir’ diyerek ördüğü duvardır. Üçüncü duvar ise kendilerine ‘sorunları konuşalım’ denildiği zaman konsil düzenleme yetkisinin Papa’ya ait olduğu yorumuyla inşa edilen duvardır”.
- Kilisenin koltuğuna AB, Luther’in koltuğuna ise biz oturduk
Luther’in kiliseye yönelttiği “Büyük bir uyanıklıkla çevresine üç büyük duvar örüyor ve kendisini bu duvarlarla koruyor” eleştirisi, Avrupa Birliği’nin genel tutumuyla çok benzeşiyor. Avrupa Birliği kendisini erişilmez ve yıkılmaz bir kale olarak tasarlarken etrafına iktisadi, hukûki, siyasi duvarlar örmüştü. AB’ye karşı yöneltilen insani eleştirilerin hiç bir kıymeti olamazdı; zira sair kültürlere mensup insanların insani değerleri Avrupalıdan daha iyi bilmesinin imkanı yoktu. Avrupa’nın hedef tahtasına oturtulamamasının yolu, Avrupa’yı tüm değerlerin yegane kaynağı ve en mükemmel tatbik sahası olarak görmekten geçiyordu. Bu tanımanın neticesinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi devletin en üst mahkemesinin kararının da üstünde bir karar verme selahiyetine sahip oluyordu. Kutsal kitabı yegâne doğru yorumlama yetkisine sahip kilisenin yerini, insani değerleri yegâne vaz etme yetkisine sahip Avrupa Birliği alıyordu.
Kendisinden olmayanları sınırlarına sokmayan kilisenin tahtına oturan da yine Avrupa Birliği oldu. Kilise açısından kutsal duvarların ardına girmenin yegane şartı ruhban olmaktı. Bir manastırın ‘klasur’ kısmına ruhban olmayan giremezdi. Çünkü Tanrı Musa’ya “Nalinlerini çıkar, çünkü burası kutsal toprak” demişti. Kutsal toprağa hizmet etmek için de olsa kirli ayaklar adım atamazdı. Modern dünyanın bir kurumu olan Avruğa Birliği’nde bu durum elbette hizmet etmeyi kapsamayacak şekilde hayata geçirildi. Kapitalist gelişmenin bir gereği olarak sömürmek ve ‘dûnundaki’ milletlere hizmetini gördürmek, Avrupa Birliği’nin reddedemeyeceği bir gereklilikti. Bununla birlikte Avrupa’ya girmek, ‘hizmetçi’ milletler için vize duvarını aşmakla mümkündü ve bu duvarı aşmak hiç de kolay değildi. Türkiye ile binbir zahmet imzalanan vize serbestisi anlaşmasını yürürlüğe koymamak için nasıl ipe un serdiklerini hatırlamayanımız yoktur.
Kralların kendi üzerinde yetki sahibi olmadığı, ancak tüm krallar üzerinde kendisini yetki sahibi olarak sunan kilisenin yerine oturan ise yine Avrupa Birliği oldu. Alman Şansölyesi’nden tanınmamış Danimarkalı bir milletvekillerine kadar, irili ufaklı yetkilileri Türkiye’ye dilediği zaman gelir, güneydoğuda incelemelerde bulunur, Gezi parkında polisle kavga eder, hatta karakolları teftiş ederdi. Teftiş neticesinde Türkiye her seferinde sınıfta kalır, Avrupa Birliği tarafından bazen kınanır, ekseriyetle de gidişatından endişe duyulurdu. Bununla birlikte Avrupa’nın içine düştüğü aşırı sağ batağa dikkat çekmek Türkiye’nin haddine olmadığı gibi, yönelttiği eleştiriler de sınırı aşmak anlamına gelmekteydi. Canları isterse Türkiye’nin cumhurbaşkanına, bakanlarına, halkına, kültürüne, dinine dilediği gibi hakaret edebilirlerdi. Buna mukabil Avrupalının takındığı faşizan tavır, bir Türk tarafından ‘Nazizm’ olarak adlandırılamazdı.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Muhtemeldir ki, okurların da hatrına ister istemez onlarca misal gelmektedir. Bununla birlikte, yukarıda çizdiğimiz analoji hatrımıza bir diğer önemli hikayeyi getirmekte: Kilisenin hegemonyasının nasıl son bulduğunun hikayesi! Kilisenin o güne kadar yıkılmaz sanılan iktidarı, Martin Luther “Kral çıplak” dedikten sonra çöküş sürecine girmişti. Almanya’dan Roma’ya eğitim almaya giden ve kilisenin bir parçası olmaya çabalayan keşiş Martin Luther, içine girdikçe kilisenin düştüğü batağı daha yakından görmüş ve ona karşı çıkmıştı. Luther’in kilisenin sahip olduğunu iddia ettiği yetkilerden hiç birine aslında sahip olmadığını tezlerinde ortaya koymasıyla Hıristiyan alemi uyuduğu bin yıllık uykudan uyanmıştı. Hegemonyanın yıkılması büyünün bozulmasının neticesinde oldu.
Bir parçası olmaya çalıştığımız Avrupa Birliği’nin kapısındaki bekleyişimizde artık sona geldik. Bu noktada Avrupa’nın yüzüne vurduğumuz hakikat, Avrupa’nın iki yüzlü olduğu hakikati. Avrupa Birliği’ne, bizim üstümüzde sahip olduğunu sandığı yetkilerin hiç birine aslında sahip olmadığını hatırlatıyoruz. Dolayısıyla büyü bozuluyor, hegemonya sona eriyor. Luther’den tam beş yüz sene sonra, Türkiye ‘modern kilise’nin haddini aştığını dünyaya gösteriyor. Üstelik tüm bunlar olurken, kader benzer bir cilveyi daha karşımıza çıkarıyor: Luther kiliseye karşı savaşırken İngiltere Vatikan’dan ayrılmış, Angilkan kilisesini kurmuştu. Benzer bir süreç, Avrupa Birliği’yle Türkiye karşı karşıya geldiğinde, Brexit’in hayata geçmesiyle yaşanıyor. Tarih beş yüz sene sonra tekerrür ediyor; ‘modern kilise’ yıkılıyor ve Türkiye tarihi rolünü oynuyor.