ANALİZ – AB'yi Yeni İsimlerle Nasıl Bir Beş Yıl Bekliyor?
AB’nin iki önemli gücü olan Fransa ve Almanya arasında gün yüzüne çıkan görüş ayrılıkları AB’nin gelecek dönemi için de olumsuz sinyaller veriyor AB Konseyi Başkanlığına gelen eski Belçika Başbakanı Michel, Türkiye ile ilişkilerde pek çok AB lideri gibi popülist bir söylemi tercih ediyor. AB’nin en tepesindeki kurumun başına Michel’in getirilmiş olması, ilişkilerin geleceğine yönelik de ipuçları veriyor İsrail, Mogherini’nin yerine seçilecek isimden ümitliydi. Fakat Borrell’in seçilmesi, AB’nin İsrail ve ABD’ye muhalefet etmeyi sürdüreceğini, İran ve Filistin’le ortak adımlar atmayı devam ettireceğini gösteriyor Sıkı bir federalist olan Almanya Savunma Bakanı Leyen’in Avrupa Komisyonu başkanlığına aday gösterilmesi, komisyon başkanı seçimini tartışılır hale getirdi. AB kulislerinde Leyen’in adaylığına AP'den onay gelmeme olasılığı konuşuluyor. Böyle bir durumda, AB için yeni bir krizin kapıda olduğu söylenebilir Avrupa Merkez Bankası başkanlığına IMF Başkanı Christine Lagarde aday gösterildi. Lagarde’ın aday gösterilmesinde, tıpkı diğer kadın aday olan Ursula von der Leyen gibi Macron’un etkili olması, AB içi dengelerde Macron'un Merkel'e karşı öne çıktığını gösteriyor
Rompuy’un ardından bu göreve gelen Polonya eski Başbakanı Donald Tusk’un ikinci döneminde kendi ülkesinin vetosuyla karşılaşması, bu makama gelecek yöneticinin belirlenmesinin de tartışmalı olacağının göstergesiydi. Geçtiğimiz hafta yapılan AB liderler zirvesinde, 31 Ekim 2019 itibariyle görev süresi sona erecek olan Tusk’un yerine, bu görev yine bir Belçikalı olan Charles Michel’e verildi. Michel Belçika başbakanı olduktan sonra, Türkiye’nin AB üyeliği adaylığının sonlandırılması ve mülteci anlaşmasının sorgulanması gerektiğiyle ilgili düşünceleriyle dikkat çekmişti. “Türkiye ile mülteci anlaşması kesinlikle sorgulanmalı. Bizim dış sınırlarımızı sorgulamak Erdoğan’a kalmadı. Gelecekte biz kendi sınırlarımızı korumak için çalışmalı ve hatta Avrupa’nın güvenliğini garanti altına almalıyız” diyen Michel, pek çok AB lideri gibi popülist bir söylemi tercih etmişti. AB’nin en tepesindeki kurumun başına Michel’in getirilmiş olması, ilişkilerin geleceğine yönelik de ipuçları veriyor.
Lizbon Anlaşması’yla ihdas edilen makamlardan biri de AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği makamıdır. 1999’da onaylanan Amsterdam Anlaşması’yla oluşturulan Yüksek Temsilciliğin yetkileri, yine reddedilen Anayasal anlaşmayla önemli ölçüde artırılmış, hatta “AB Dışişleri Bakanı” anlamı bile yüklenmişti. Fakat özellikle İngiltere’nin itirazları sonucunda bu isim Lizbon’da kullanılmamış, ancak bu makam diğer bazı görevler yüklenerek güçlendirilmişti. Bu görev önce İngiltere’den Catherine Ashton ve ardından İtalya’dan Federica Mogherini tarafından yürütülmüştü. Bu görevin kadınlar tarafından yürütülmesi geleneği, İspanya Dışişleri Bakanı Josep Borrell Fontelles’in aday gösterilmesiyle bozulmuş oldu. 2004-2007 döneminde Avrupa Parlamentosu başkanlığı da yapmış olan Fontelles’in en dikkat çeken söylemlerinden birisinin İsrail-Filistin sorunu hakkında olduğu söylenebilir. Zira yeni Yüksek Temsilci geçtiğimiz yıl AB’nin Filistin’i tek taraflı olarak tanımasını teklif etmiş ve İspanya’nın bunu gerekirse tek başına yapacağı tehdidinde de bulunarak dikkatleri üzerine çekmişti. Bu ismin seçilmesi İsrail tarafında rahatsızlık meydana getirdi. Siyonist rejim Bercam nükleer anlaşmasını, Filistin’i ve iki devletli çözümü desteklemesi nedeniyle Mogherini ile anlaşamıyordu. Avrupa’da sağcı partilerin güçlenmesinin kendi işine yarayacağını düşünen İsrail, Mogherini’nin yerine seçilecek isimden ümitliydi. Fakat Borrell’in seçilmesi, AB’nin İsrail ve ABD’ye muhalefet etmeyi sürdüreceğini, İran ve Filistin’le ortak adımlar atmayı devam ettireceğini gösterdi.
Uluslararası ilişkilerde AB’yi temsil eden kurum olan Avrupa Komisyonu’nun başkanlığına gelecek isim ise son liderler zirvesinin en çok tartışılan konusu oldu. Sıkı bir federalist olan Almanya Savunma Bakanı Ursula Von Der Leyen’in bu göreve aday gösterilmesi, komisyon başkanı seçimini tartışılır hale getirdi. AP seçimlerinden sonra oluşacak en büyük siyasi grubun AB Komisyonu başkanının belirlenmesinde en güçlü yetkiye sahip olması anlamına gelen “Spitzenkandidat” kuralı 2014 yılında uygulandığından, bu dönemde de aynı kuralla AP seçimlerinde Avrupa Halk Partisi’nin liste başı adayı Alman siyasetçi Manfred Weber’in başkanlığına kesin gözüyle bakılıyordu. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in de bu kural gereğince Weber’i desteklediği seçimde, Fransa Cumhurbaşkanı Macron sisteme karşı bir tavır takındı. Sonuç itibarıyla, Merkel’in koalisyon hükümetinden bir bakanın Merkel’e rağmen bu önemli göreve aday gösterilmiş olması, Almanya’nın Birlik içindeki konumunu kaybediyor olduğu yorumlarına sebep oldu. Ülkedeki merkez partilerinin krizi, Almanya’nın nüfuzundaki azalmanın temel nedeni gibi görünüyor. Merkel’in önce (başta Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron olmak üzere çok sayıda ülkenin karşı çıktığı) Weber’den vazgeçmesi, ardından yine Macron’un istemediği “spitzenkandidat” sisteminin bir kenara itilmesini engelleyememesi, Almanya’nın AB’deki iktidarının giderek zayıfladığını gösteriyor.
Leyen’in adaylığının Merkel’e bir başka etkisi ise kendi ülkesinde koalisyondan birtakım çatlak seslerin çıkmasına sebep olması. Zira Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) Avrupa Komisyonu Başkanlığı için Savunma Bakanı Ursula von der Leyen üzerinde uzlaşmaya varılmasına isyan etti. SPD Leyen’e destek vermeyeceğini açıklarken Yeşillerin de “desteklemeyiz” demesi, Almanya’da bir koalisyon krizi ihtimalini ortaya çıkardı. Merkel’in Alman Savunma Bakanı Ursula von der Leyen’i öneren Macron’un adımlarını izlemek durumunda kalması, ülkesindeki koalisyon ortağı SPD’yi Leyen konusunda ikna edememesi, kendisine çok yakın bir Alman siyasetçi için (27 AB lideri yeşil ışık yakarken) koalisyon mutabakatı nedeniyle çekimser oy kullanmak durumunda kalması, örneğine pek rastlanmayan bir imaj sorunu oluşturdu.
Ofisinde bakanlık personeli olmayan McKinsey ve Accenture şirketlerinden danışmanları uzun süredir çalıştırdığı gerekçesiyle Leyen hakkında soruşturma açılmış olması da kamuoyunu meşgul eden diğer bir konu. Tüm bu tartışmalar dolayısıyla, AB kulislerinde Leyen’in adaylığına Avrupa Parlamentosu’ndan onay gelmeme olasılığı konuşuluyor. Böyle bir durumda, AB için yeni bir krizin kapıda olduğu söylenebilir.
AB vatandaşlarının doğrudan seçimlerle temsil edildiği AB Parlamentosu Başkanlığı, bir İtalyan olan Antonio Tajani’den, yine bir İtalyan milletvekili olan David Sassoli’ye geçti. Sassoli de Leyen gibi Avrupa’nın yeniden birlik ruhuna dönmesi gerektiğini savunan isimlerden. Özellikle komisyon başkanı seçiminde kendi tercihlerinin dikkate alınmadığı konusunda yoğun eleştirileri bulunan Doğu Avrupa ülkeleri için, Parlamento başkanının da yine bir Batı Avrupa ülkesi olan İtalya’dan seçilmiş olması, Batı ile Doğu Avrupa ülkeleri arasındaki anlaşmazlığın artarak devam edeceğinin bir göstergesi.
Lizbon Anlaşması ile AB’nin resmi kurumları arasına dahil edilen Avrupa Merkez Bankası’nın başkanlığını 2011’den beri yürüten Mario Draghi’nin yerine, ekonomi dünyasının çok yakından tanıdığı bir isim olan, Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Christine Lagarde aday gösterildi. Lagarde’ın aday gösterilmesinde, tıpkı diğer kadın aday olan Ursula von der Leyen gibi Macron’un etkili olması, adayları belirleme konusunda Fransız cumhurbaşkanın Merkel’le kıyaslandığında çok daha fazla söz sahibi olduğunu gösteriyor.
Seçilen ve aday gösterilen isimlerin belirlenme süreçlerinin başlıca sonuçlarına bakıldığında, “Avrupa Ordusu” fikrini destekleyen von der Leyen’in seçiminin, uzun zamandır gergin olan AB-Atlantik ilişkilerinin geleceğine dair soru işaretleri barındırdığı söylenebilir. ABD Başkanı Trump’ın pek çok politikasından dolayı NATO ile de ilişkileri gerilen AB ülkeleri arasında ordu fikrini en çok destekleyen Fransa’nın bu süreçte aktif rol üstlenmiş olması, Birlik’in daha bağımsız politikalar izleme gayretini göstermesi bakımından önemli. Göreve gelmesi beklenen isimlerin federalist fikirlere sahip olması da Birlik’in son yıllarda -Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağın oylarını arttırması da dahil olmak üzere- milliyetçi dalganın ciddi şekilde hissedilmesi ve bunun Avrupa siyasetine yansıması gibi sorunlarla başa çıkabilme konusuna önem verdiğinin bir göstergesi.
Fakat seçim sürecinde özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin temsili sorunu ciddi şekilde hissedildi. AB’nin en yüksek makamlarının başına geçecek kişiler belirlenirken Doğu Avrupa ülkeleri, mülteci meselesi ve içişlerine karışma konularında kendilerini rahatsız edecek adayları engellemeye çalıştılar. Özellikle Vişegrad Dörtlüsü olarak bilinen Polonya, Çekya, Slovakya ve Macaristan için bu seçim sürecindeki tek kazanım, Komisyon başkanlığı için Hollandalı Sosyal Demokrat Frans Timmermans ile koyu muhafazakar Almanya Hıristiyan Sosyal Birlik partili Manfred Weber’in seçilmemesi oldu. Timmermans “Avrupa’da hukuk devleti” çağrısıyla, sağ popülist partilerin iktidarda olduğu bu ülkelerin engeline takıldı. Weber’in de AB Komisyon başkanı olmasını önleyen Vişegrad ülkeleri, iki adayı da seçtirmediği için, bazı basın organları tarafından “Yeni Doğu Bloku” olarak nitelendi. Coğrafi dağılım konusunda hassasiyet göstermeyen AB liderleri, bu görevlendirmelerde cinsiyet dağılımına büyük özen gösterdi. Zira bu beş önemli pozisyonun ikisine kadınların aday gösterilmesi, “Avrupa kadındır” söylemini doğrular nitelikte.
AB’yi önümüzdeki beş yıl boyunca yönetecek bu isimlerin seçim süreçlerinde ortaya çıkan gruplaşma ve anlaşmazlıklar her ne kadar doğal karşılansa da, yaşanan anlaşmazlıklardan dolayı AB liderleri son yılların en uzun zirve toplantılarından birini gerçekleştirdiler. AB’nin iki önemli gücü olan Fransa ve Almanya arasında gün yüzüne çıkan görüş ayrılıkları AB’nin gelecek dönemi için de olumsuz sinyaller veriyor. Ekonomik kriz, mülteci krizi ve bunlarla ilişkilendirilen aşırı sağın yükselişi ve bir türlü nihayete erdiremedikleri Brexit sorunu, AB’nin önümüzdeki beş yıllık ajandasını da meşgul edecek gibi görünüyor.
[AB, AB-Türkiye ilişkileri ve sivil toplum konularında yoğunlaşan Dr. Filiz Cicioğlu Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]