Hocaların Hocası, Üniversitelerde Araştırma ve Öğretimin Önemine Dikkat Çekti
Yıldız Teknik Üniversitesi’nde “Hocaların Hocası” olarak tanınan Prof. Dr. Hüseyin Afşar, üniversite eğitimine dair önemli açıklamalarda bulundu.
Afşar, "Üniversite bir kuştur, uçabilmesi için iki kanata ihtiyacı vardır. Biri araştırma, biri öğretim" dedi.
Yıldız Teknik Üniversitesi Kimya Bölümü’ndeki birçok hocanın hocası olan ve geçen eğitim yılı sonunda emekliliğe ayrılan duayen hoca, Türkiye Kimya Derneği Onursal Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Afşar, eğitim hayatından idarecilik deneyimine, Yıldız Teknik Üniversitesi’ne geldiği günden bugüne ilişkin önemli açıklamalarda bulundu.
Eğitim hayatı hakkında bilgiler veren Afşar, “Maraş Lisesi mezunuyum. O zamanlar şimdiki merkezi sınav yoktu. İstanbul Üniversitesinin her fakültesi ayrı sınav yapardı, İTÜ üniversite olarak tek sınav, yeni kurulan ODTÜ tek sınav, Ankara Üniversitesi tek sınav ve başka da üniversite yoktu. Dolayısıyla her üniversitenin liste başları liselerden mezunlar olanlardı ve o zaman en zor kazanılan yer kimya mühendisliği olup, sadece İstanbul Üniversitesi’ndeydi. Sınavı kazanarak İstanbul Üniversitesine kaydoldum ve İTÜ’nün kimya mühendisliği sonradan açıldı” dedi.
“MAKİNE MÜHENDİSLİĞİ ARZUM HİÇ SÖNMEDİ” “Dünyaya yeniden gelsem aynı mesleği seçerdim” diyen Hüseyin Afşar, İkinci tercihi hep makine olduğunu ve bir türlü karar kılamadığını söyledi.
Afşar, “Kimya Mühendisliğinden mezun olduktan sonra gittim İTÜ Makine’ye kaydoldum. Birçok dersten muaf olduk 3,5 sene sonra bitecekti sonra kimya mühendisliğinden transkriptimi almaya geldim hala hayatta olan bir abim vardı Hüseyin Gülensoy.. ‘Ne arıyorsun evladım bıkmadın mı? İki diplomayı aynı anda kullanamazsın sen gel doktora yap’ dedi.
Makul geldi öylece ben İstanbul Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümünde doktoraya başladım. 1962’de girdiğim İstanbul Üniversitesi’nden 1967’de Kimya Yüksek Mühendisi diplomasını aldım. Ne var ki makine arzum hiç sönmedi ve sürekli makine mühendisleri ile ortak işler yararak, aynı ortamlarda bulundum. Böylece de kendimi geliştirdim” diye konuştu.
Mühendisliğin, bilimin temel uygulaması olduğunu ifade eden Afşar, “İyi fizik, kimya matematik biliyorsan çok kolay adapte olursun. Hele eski kimya mühendisliği eğitiminde ciddi bir ısı transferi, şimdi makinede bile okunmayan dinamik mukavemet, mekanik, akışkanlar çok ciddi okutulurdu bize. Mesela makine dersi iki sömestrdi. Atölyede tornanın, frezenin başında sınav yapılırdı. Elektrik dersi de öyle şimdi yok onların hiçbiri” dedi.
“Akademik kariyer, makine mühendisliğini bitirdikten sonraki hayalimdi” diyen Afşar, açıklamalarını şöyle sürdürdü: “O zamanlar kimya mühendisleri geleceğin milyonerleriydi. Parmakla gösterilirlerdi. Hepimiz son sınıfta iş bulurduk. İşveren bize gelirdi. Hatta son sınıfta bende ülkenin en önemli firmasından okul bittikten sonra onlarla çalışmam kaydıyla, 1 yıl maaş aldım. Ve diğer önemli firmalar da benzer teklifler getirdiler.” Okuduğu dönemde eczacılık, kimya mühendisliği ve inşaat mühendisliğin en popüler meslekler olduğunu söyleyen Afşar, “Bizim ailede herkes kimya mühendisidir. Hatta eşim de, İstanbul Üniversitesi Kimya Mühendisliği’nden sınıf arkadaşım. İki çocuğum kızım ve oğlum da kimya mühendisi. Kızım ÖSS sınavında Türkiye ikincisiydi. Boğaziçi Kimya Mühendisliğine gelmiş geçmiş en yüksek puanla girmiş öğrenci rekoru hala ondadır herhalde. Şimdi de ülkenin önemli bir kimyasal firmasında üst düzey yönetici” dedi.
Döneminde “profesör” olmanın daha da zor olduğunu kaydeden Afşar, “Profesörlük tezi, Doçentlik tezinden daha kapsamlı olması gerektiğini belirtti.
Afşar, Yabancı dil sınavına girersin profesörlükte ama ikinci bir dil yani doçentlikte girdiğin dilden farklı bir dilden girmen lazım. Tek yabancı dille profesör olunmaz. Profesör olabilmek için üç aşamalı jüri oluşturulur. Biri fakültenin profesörleri arasında. Onlar inceler uygun bulursa tüm profesörlerinde katılımıyla oylanır, üniversiteye rektörlüğüne gönderilir. Bu sefer rektör tüm Türkiye’den 5 kişilik jüri seçer. Onlar tezi inceler ve uygun raporu vermişse senatoda oylanır bu raporlar okunduktan sonra ve Ankara’ya üçlü kararname gider. Milli Eğitim Bakanlığına, Başbakana ve Cumhurbaşkanına” şeklinde konuştu.
“ZOR ŞARTLARDA İYİ NİYETLİ İNSANLARLA ÇALIŞTIK” 1983-84 yıllarında Yıldız Teknik Üniversitesi’ne geldiğini söyleyen Prof. Dr. Hüseyin Afşar, “İlk geldiğimde gezmeye bir tek araştırma laboratuarı yoktu. İki tane öğretim üyesi odası var, bir tane bile kitabı yok. Bozuk bir ultraviyole cihazı, bir tane kırık terazisi vardı kimya bölümünün. Zaman zaman yasaları da atlayarak yardımlar alıyorduk. Mesela ben Londra, City’s üniversitesinden hibe aldım. Onu getirtecek para bulamadım Sakıp Sabancı dahil herkesten yardım dilendim. 27 m3 bir konteynerle geldi. Allah’tan gümrük komisyoncuları para almadı bizim de katkımız olsun diye de fakülteye bedava taşıdılar. Onun dışında gübre fabrikalarıyla çeşitli endüstri ile ilişkim var, irtibat kurup asit, baz, alkol, diğer solventleri, öğrencinin ihtiyacı olanları onlardan bedava alıyordum. Beykoz fidanlık müdürü arkadaşımdı, ağaçlandırma için onlardan bedava fidan aldık. Yani çok kötü ama çok iyi niyetli gayretli insanların olduğu bir kurumdu” diye konuştu.
Eğitimcilik ve idari görevlerden arta kalan zamanda farklı işler yaptığını söyleyen Afşar, terzilik de yaptığını belirterek sözlerini şeyle sürdürdü: “Profesyonel terziyim yani biçip hanıma balo elbisesi bile dikmişimdir, kendi elbiselerimi de kendim dikerdim eskiden. Çünkü rahmetli babam okuyamazsan bir mesleğin olsun diye ilkokul tatillerinden başlayarak beni terzi çıraklığına gönderdi. Ben önce pantoloncu, sonra ceketçi oldum. Liseyi bitirdiğimde ben kumaşı kesilmiş bir ceketi alıp dikip ütüleyip verebilir durumdaydım. İkincisi biraz el yeteneğim var. Mesela elektrik ve elektronikten çok iyi anlarım. Otomatiktir her şey -eşi araya girer: Her işi yapar- marangozluğu beceririm -eşi yine müdahale ederek, “koltukları kaplar, perde diker” diyor- bozulan cihazlarla uğraşırım, seramik döşerim, lambiri döşerim, makinecilik, tornada çalışırım. Eve tamirci girmez, elektronik ve otomasyon özel bir hobimdir, terzilik mesleğim, marangozluğu da sonradan öğrendim.” Vejetaryen olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Hüseyin Afşar, bitkide olmayan proteinleri sütten, yumurta gibi hayvansal gıdalardan alabildiğini ifade etti.
Son olarak kendisini tanıtarak sözlerini bitiren Afşar, “Birisi bir şey sorsun da ben de ona bir şey anlatayım. Çünkü benim malım, mülküm, her şeyim bu dünyada kalır, insanlığın yararına kullanılır. Benim bu kafamdaki benimle toprak olur oysa ki insanın yararına kalabilmesi için olabildiğince yeni nesle aktarmam lazım, onlar da bir sonrakine… Benim düsturum bu… Doğru bildiğinden ödün vermeyen, hataya katlanamayan, en çok ta kendi hatasına katlanamayan, “öl söz verme öl sözünden dönme, söz verirsen ölüm ancak döndürsün, yada opsiyonlu söz ver o zaman” diyen, kimsenin inancına karışmayan, biriyim” dedi.
Emekli olduktan sonraki günlerini danışmanlık yaparak geçiren Hüseyin Hoca emekliliğin tadını, bahçesine zaman ayırarak ve dinlenerek çıkartıyor .
Kaynak: İHA
Yıldız Teknik Üniversitesi Kimya Bölümü’ndeki birçok hocanın hocası olan ve geçen eğitim yılı sonunda emekliliğe ayrılan duayen hoca, Türkiye Kimya Derneği Onursal Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Afşar, eğitim hayatından idarecilik deneyimine, Yıldız Teknik Üniversitesi’ne geldiği günden bugüne ilişkin önemli açıklamalarda bulundu.
Eğitim hayatı hakkında bilgiler veren Afşar, “Maraş Lisesi mezunuyum. O zamanlar şimdiki merkezi sınav yoktu. İstanbul Üniversitesinin her fakültesi ayrı sınav yapardı, İTÜ üniversite olarak tek sınav, yeni kurulan ODTÜ tek sınav, Ankara Üniversitesi tek sınav ve başka da üniversite yoktu. Dolayısıyla her üniversitenin liste başları liselerden mezunlar olanlardı ve o zaman en zor kazanılan yer kimya mühendisliği olup, sadece İstanbul Üniversitesi’ndeydi. Sınavı kazanarak İstanbul Üniversitesine kaydoldum ve İTÜ’nün kimya mühendisliği sonradan açıldı” dedi.
“MAKİNE MÜHENDİSLİĞİ ARZUM HİÇ SÖNMEDİ” “Dünyaya yeniden gelsem aynı mesleği seçerdim” diyen Hüseyin Afşar, İkinci tercihi hep makine olduğunu ve bir türlü karar kılamadığını söyledi.
Afşar, “Kimya Mühendisliğinden mezun olduktan sonra gittim İTÜ Makine’ye kaydoldum. Birçok dersten muaf olduk 3,5 sene sonra bitecekti sonra kimya mühendisliğinden transkriptimi almaya geldim hala hayatta olan bir abim vardı Hüseyin Gülensoy.. ‘Ne arıyorsun evladım bıkmadın mı? İki diplomayı aynı anda kullanamazsın sen gel doktora yap’ dedi.
Makul geldi öylece ben İstanbul Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümünde doktoraya başladım. 1962’de girdiğim İstanbul Üniversitesi’nden 1967’de Kimya Yüksek Mühendisi diplomasını aldım. Ne var ki makine arzum hiç sönmedi ve sürekli makine mühendisleri ile ortak işler yararak, aynı ortamlarda bulundum. Böylece de kendimi geliştirdim” diye konuştu.
Mühendisliğin, bilimin temel uygulaması olduğunu ifade eden Afşar, “İyi fizik, kimya matematik biliyorsan çok kolay adapte olursun. Hele eski kimya mühendisliği eğitiminde ciddi bir ısı transferi, şimdi makinede bile okunmayan dinamik mukavemet, mekanik, akışkanlar çok ciddi okutulurdu bize. Mesela makine dersi iki sömestrdi. Atölyede tornanın, frezenin başında sınav yapılırdı. Elektrik dersi de öyle şimdi yok onların hiçbiri” dedi.
“Akademik kariyer, makine mühendisliğini bitirdikten sonraki hayalimdi” diyen Afşar, açıklamalarını şöyle sürdürdü: “O zamanlar kimya mühendisleri geleceğin milyonerleriydi. Parmakla gösterilirlerdi. Hepimiz son sınıfta iş bulurduk. İşveren bize gelirdi. Hatta son sınıfta bende ülkenin en önemli firmasından okul bittikten sonra onlarla çalışmam kaydıyla, 1 yıl maaş aldım. Ve diğer önemli firmalar da benzer teklifler getirdiler.” Okuduğu dönemde eczacılık, kimya mühendisliği ve inşaat mühendisliğin en popüler meslekler olduğunu söyleyen Afşar, “Bizim ailede herkes kimya mühendisidir. Hatta eşim de, İstanbul Üniversitesi Kimya Mühendisliği’nden sınıf arkadaşım. İki çocuğum kızım ve oğlum da kimya mühendisi. Kızım ÖSS sınavında Türkiye ikincisiydi. Boğaziçi Kimya Mühendisliğine gelmiş geçmiş en yüksek puanla girmiş öğrenci rekoru hala ondadır herhalde. Şimdi de ülkenin önemli bir kimyasal firmasında üst düzey yönetici” dedi.
Döneminde “profesör” olmanın daha da zor olduğunu kaydeden Afşar, “Profesörlük tezi, Doçentlik tezinden daha kapsamlı olması gerektiğini belirtti.
Afşar, Yabancı dil sınavına girersin profesörlükte ama ikinci bir dil yani doçentlikte girdiğin dilden farklı bir dilden girmen lazım. Tek yabancı dille profesör olunmaz. Profesör olabilmek için üç aşamalı jüri oluşturulur. Biri fakültenin profesörleri arasında. Onlar inceler uygun bulursa tüm profesörlerinde katılımıyla oylanır, üniversiteye rektörlüğüne gönderilir. Bu sefer rektör tüm Türkiye’den 5 kişilik jüri seçer. Onlar tezi inceler ve uygun raporu vermişse senatoda oylanır bu raporlar okunduktan sonra ve Ankara’ya üçlü kararname gider. Milli Eğitim Bakanlığına, Başbakana ve Cumhurbaşkanına” şeklinde konuştu.
“ZOR ŞARTLARDA İYİ NİYETLİ İNSANLARLA ÇALIŞTIK” 1983-84 yıllarında Yıldız Teknik Üniversitesi’ne geldiğini söyleyen Prof. Dr. Hüseyin Afşar, “İlk geldiğimde gezmeye bir tek araştırma laboratuarı yoktu. İki tane öğretim üyesi odası var, bir tane bile kitabı yok. Bozuk bir ultraviyole cihazı, bir tane kırık terazisi vardı kimya bölümünün. Zaman zaman yasaları da atlayarak yardımlar alıyorduk. Mesela ben Londra, City’s üniversitesinden hibe aldım. Onu getirtecek para bulamadım Sakıp Sabancı dahil herkesten yardım dilendim. 27 m3 bir konteynerle geldi. Allah’tan gümrük komisyoncuları para almadı bizim de katkımız olsun diye de fakülteye bedava taşıdılar. Onun dışında gübre fabrikalarıyla çeşitli endüstri ile ilişkim var, irtibat kurup asit, baz, alkol, diğer solventleri, öğrencinin ihtiyacı olanları onlardan bedava alıyordum. Beykoz fidanlık müdürü arkadaşımdı, ağaçlandırma için onlardan bedava fidan aldık. Yani çok kötü ama çok iyi niyetli gayretli insanların olduğu bir kurumdu” diye konuştu.
Eğitimcilik ve idari görevlerden arta kalan zamanda farklı işler yaptığını söyleyen Afşar, terzilik de yaptığını belirterek sözlerini şeyle sürdürdü: “Profesyonel terziyim yani biçip hanıma balo elbisesi bile dikmişimdir, kendi elbiselerimi de kendim dikerdim eskiden. Çünkü rahmetli babam okuyamazsan bir mesleğin olsun diye ilkokul tatillerinden başlayarak beni terzi çıraklığına gönderdi. Ben önce pantoloncu, sonra ceketçi oldum. Liseyi bitirdiğimde ben kumaşı kesilmiş bir ceketi alıp dikip ütüleyip verebilir durumdaydım. İkincisi biraz el yeteneğim var. Mesela elektrik ve elektronikten çok iyi anlarım. Otomatiktir her şey -eşi araya girer: Her işi yapar- marangozluğu beceririm -eşi yine müdahale ederek, “koltukları kaplar, perde diker” diyor- bozulan cihazlarla uğraşırım, seramik döşerim, lambiri döşerim, makinecilik, tornada çalışırım. Eve tamirci girmez, elektronik ve otomasyon özel bir hobimdir, terzilik mesleğim, marangozluğu da sonradan öğrendim.” Vejetaryen olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Hüseyin Afşar, bitkide olmayan proteinleri sütten, yumurta gibi hayvansal gıdalardan alabildiğini ifade etti.
Son olarak kendisini tanıtarak sözlerini bitiren Afşar, “Birisi bir şey sorsun da ben de ona bir şey anlatayım. Çünkü benim malım, mülküm, her şeyim bu dünyada kalır, insanlığın yararına kullanılır. Benim bu kafamdaki benimle toprak olur oysa ki insanın yararına kalabilmesi için olabildiğince yeni nesle aktarmam lazım, onlar da bir sonrakine… Benim düsturum bu… Doğru bildiğinden ödün vermeyen, hataya katlanamayan, en çok ta kendi hatasına katlanamayan, “öl söz verme öl sözünden dönme, söz verirsen ölüm ancak döndürsün, yada opsiyonlu söz ver o zaman” diyen, kimsenin inancına karışmayan, biriyim” dedi.
Emekli olduktan sonraki günlerini danışmanlık yaparak geçiren Hüseyin Hoca emekliliğin tadını, bahçesine zaman ayırarak ve dinlenerek çıkartıyor .