12 Eylül Mağduru

12 Eylül darbesinden sonra kapatılıp dernek üyeleri tek tek tutuklanınca Diyarbakır‘dan kaçan ve 1 yıl kaçak yaşayan Doktor Adnan Güllüoğlu, Mersin‘de yakalanıp yargılandı. Güllüoğlu, cezaevinde işkence çektiği 5 yılı anlattı.

12 Eylül Mağduru
12 Eylül mağdurlarından 54 yaşındaki Doktor Adnan Güllüoğlu, 12 Eylül öncesinde Diyarbakır Tıp Fakültesini okurken Kurtuluş adlı bir derneğe üye oldu. 12 Eylül döneminde Kürt ve Türk kökenli gençlerin oluşturduğu dernek, 12 Eylül darbesinden sonra kapatılıp dernek üyeleri tek tek tutuklanınca Diyarbakır‘dan kaçan ve 1 yıl kaçak yaşayan Doktor Güllüoğlu, Mersin‘de yakalanıp yargılandı. Tam 5 yıl boyunca tutuklu kaldıktan sonra Yargıtayca cezası 2 yıl 4 gün olarak onandı. 5 yıl kadar cezaevinde kalan

Doktor Güllüoğlu, 12 Eylül sonrası yaşadıklarını anlattı. Güllüoğlu, eziyet dolu geçen 5 yılını şu sözlerle dile getirdi: "Bütün suçlu suçsuz insanlar gibi bende aranmaya başlandım. Mersin‘de yakalandım. Mersin‘de ilk soruşturmaya alındım. Daha sonra Diyarbakır‘a eylem yeri olduğu için gönderildim. Oradan da Diyarbakır Cezaevine konuldum. Cezaevinde çok şey yaşandı. Darbe olduğu dönemde ben Diyarbakır Tıp‘ta son sınıf öğrencisiydim. Üç aylık bir devam mecburiyetim vardı. Üç ay sonra okulu bitirecektim.

Ondan sonra 1 yıla yakın ben aranıyordum, kaçaktım. Daha sonra 1981 yılında Mersin‘de yakalandım, Diyarbakır Cezaevine konuldum."

Diyarbakır Cezaevinde yaşananları anlatmanın gerçekten çok zor olduğunu anlatan Güllüoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: "İşte orada gelenleri hoş geldin dayağından sonra hücreye alıyorlardı. Hoşgeldin dayağı da dediğim 5-6 saat boyunca süren bir işkenceydi. Orada çırılçıplak hücrelere konulduk. Hücrelerden sonra bize 58 tane marş, Gençliğe Hitabe, Andımız ve İstiklal Marşı, bunları ezberledikten sonra bizleri koğuşlara verdiler. Orada 25 kişilik koğuşta biz 81 kişi kalıyorduk. 81 kişinin kaldığı koğuşta da

tek 1 tuvalet vardı. Her gün tıraş olma mecburiyetimiz vardı, yemekler son dere çok az geliyordu. Her gün 58 marşı tekrarlıyorduk. Zaman zaman havalandırmaya çıkarıyorlardı"

Komando yürüyüşü ile marşları söyleyip eğitim yaptırdıklarını anlatan Güllüoğlu, şöyle konuştu: "Marşları bilmeyenler için mesela Diyarbakır cezaevinde çoğu Kürt kökenliydi ve çoğu cahil insanlar olduğu için Türkçe bilmeyenlerin sayısı fazlaydı. Bilemedikleri her marş için 3 tane cop yiyorlardı. Yani bir insana o kadar marşı ezberletmek, bilmediği bir dilde bu marşları söyletmek çok zordu. Gece baskınları düzenlerlerdi. Gece baskın olduğu zaman gardiyanların çoğu içkili bir vaziyette gelip bize marşları

sorarlardı. Koğuşta bir kişi marşı bilmediği zaman bütün koğuşu dayaktan geçirirlerdi. Bu dediğim baskınlar 2-3 saat sürerdi. Bir seferinde gelip koğuşu bastılar. Koğuşta ne kadar erzağımız varsa kıt kanaat kantinden aldığımız süt ve bisküvilere deterjan döküp zorla bize içirdiler."

GARDİYANLAR ACIMASIZDI

Gardiyanların tamamen keyfi davrandıklarını belirten Güllüoğlu,

"Mesela bir sefer gardiyan ceza verdi 81 kişi koğuşta sigara içsin içmesin, koğuşun bütün pencerelerini kapattılar, adam başı 5‘er tane sigara yakma mecburiyetini verdiler ve o dumandan bayılan arkadaşlarımız oldu. Karşı koğuşta kendisini yakanlar olmuştu. 6 ay bizim koğuşun pencereleri kapatıldı ve ben hayatımda ilk defa bir insanın bu kadar kötü kokabileceğini gördüm. Her mahkeme dönüşünde 6 ay pencereyi açtırmadılar bize. Her mahkeme dönüşüne o havayı teneffüs ettiğimiz zaman midem bulanır kusardım.

Ayrıca mahkemeye gidiş gelişimiz bile bir rezillikti. Ellerimizden, ayaklarımızdan zincire vururlardı bizi birbirimize bağlarlardı. Konteynerlere koyup bizi mahkemeye götürürlerdi" dedi.

Cezaevi koğuşunda inanılmaz eziyetler olduğunu ifade eden Güllüoğlu, şunları söyledi: "Bize pislik yedirirlerdi. Gardiyanın kafası bozuk olduğu zaman bize pislik yedirirdi. O Diyarbakır‘ın yaz sıcağında zaman zaman üç günde bir bardak su içme hakkımız vardı. Suyu idareli kullanmak zorundaydık. Suyu idareli kullanma mecburiyetimizde bundan kaynaklanıyordu, tuvalet tıkanmasın diye 3 günde ya bir bardak su içerdik ya da tuvalette kullanma hakkına sahiptik. Neden çünkü tuvalet tıkandığı zaman yediriyorlardı

bize. Bit vardı koğuşta. Bitlenmiştik o dönem. Mesela görüş başlı başına bir olaydı. Görüş yarım dakika en fazla bir dakika sürerdi. Çoğu arkadaşın gelen yakınları Türkçe bilmediği için hiçbir şey konuşmadan birbirlerine bakıp geri dönerlerdi. Görüş kabininde sağ ve sol tarafta iki gardiyan vardı. Düdük çaldığı andan itibaren görüş kabinini terk etme mecburiyetimiz vardı, karşı tarafta aynı şekilde kabini terk ediyordu."

İŞKENCE ALETLERİ VARDI

Güllüoğlu, cezaevinde akıl almaz işkencelerin olduğunu belirterek

sözlerine şöyle devam etti: "Bize işkence yaptıkları aletler vardı, kalas cop. Gardiyanların kullandıkları copun ön kısmı tırtırlıydı. Parmaklarımızı birbirine birleştirip o tırtırlı yeriyle parmaklarımıza vurup geriye çekerlerdi, ellerimiz kanayana kadar. Çivili sopayla dayak atarlardı. Bizim koğuşta birkaç arkadaşımıza herkesin gözü önünde cop soktular, elini dayakta çektiği için. İşkencenin çok çeşitli türleri vardı, o da gardiyanın yaratıcı gücüne kalmıştı. Mesela bir seferinde biz havalandırmaya

çıktık, geceden don tutmuştu. Biz havalandırmaya çıktığımız zaman o don biraz olsun çözülmüştü. 45 dakika bizi yüzükoyun yatırdılar, ondan sonra da ters dönderip 45 dakikada sırtüstü yatırdılar. Bu süre zarfında ben koğuşta düşünüyordum koğuşta yaşlı insanlar vardı, koğuşta kaç kişi hastalanacak, kaç kişi ölecek, bunların hesabını yapıyordum. Ama Allah‘tan hiçbirimize de bir şey olmadı, yani öksürmedik dahi."

Kendisinden önce çok ayaklanma olduğunu anlatan Güllüoğlu, sözlerine şöyle devam etti: "Ben çok fazla ceza yemeyeceğimi bildiğim için cezaevinde ayaklanma veya baş çekme gibi bir sorunum yoktu. Bir de tek başıma bir insandım. Cezaevi doktoru Orhan Ö. idi. Benim Ankara Tıp‘tan okul arkadaşım. Orhan Ö, Ankara Tıp‘taki diğer arkadaşları da sola mensup diğer arkadaşlarında cezaevine gelmesi için bana özel soruşturma yaptırtırdı. Esat Oktay Yıldıran, Ali Osman Aydın o arkadaşların gelmesi için baskı

yaptırdılar. O baskı döneminde Diyarbakır cezaevinde 83 baş kaldırısı başladı. Ben de ona katıldım. Ben de bir ay yemek yemedim."

Ölüm orucuna katıldığını belirten Güllüoğlu, o günleri şöyle anlattı: "Ondan sonra bizleri hücrelere aldılar. O görmediğimiz yemekleri her gün getirip hücrenin kapısının önüne indirirlerdi, direnişi kırdırmak için. Bunu da gururla söylüyorum, Türkiye‘de başarıya ulaşılan ilk direnişti, cezaevindeki ilk direnişti. Tabi bu direnişten sonra elbise direnişi başladı. Elbise direnişinde de Necmettin Büyükkaya diye çok saygı duyduğum bir ağabeyimizi kaybettik. Döve döve öldürdüler. Zaman zaman çay almamız için

izin verirlerdi gardiyanlar ama çayı alıp o çayı koğuşa içirmek resmen başlı başına bir olaydı. Kaynayan su kazanları var, hortumla bize çektirirlerdi sıcak suyu. Suyu çektiğin zaman mutlaka boğazına gidiyordu ve boğaza gittiği zaman sıcak su boğazı yakıyordu, giderken ve gelirken sürekli dayak vardı. Sırf koğuşun çay içmesi için bazı gönüllü arkadaşlar gidip bunları getirirlerdi."

Yakalanmadan önce kaçmayı düşünmediğini vurgulayan Gülüoğlu, şunları söyledi: "Ben kaçmayı düşünmedim ve Türkiye‘de hâla bir takım şeylerin yapılacağına inandığım için Türkiye‘de kaldım. Ama en son çember daraldığı dönemlerde Kıbrıs Türk kesimine gitmeyi düşünüyordum. Çünkü, Rum kesimine giden kaçakları Rum Televizyonuna çıkarıp Türkiye‘nin aleyhine konuşturduklarını biliyordum ve bunu yapmayacağım içinde orada barınamayacağımı biliyordum. En son Mersin‘den yurt dışına çıkmaya karar verdiğim sırada ihbar

üzerine yakalandım."

Cezaevinden çıktıktan sonra yarım kalan okulunu bitirdiğini dile getiren Güllüoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: "Cezaevinden çıktıktan sonra okulu bitirdim. Tekirdağ‘da mecburi hizmetimi yaparken, dava sonuçlandı ve telgraf emriyle görevime son verildi. Ondan sonra da benden 5 yıl ceza isteniyordu, 2 yıl 4 gün yatmam gerekirdi, beni günü gününde 5 yıl yatırdılar. İhtisas hakkımı elimden aldılar, ihtisas yapamadım sakıncalı olduğum için. Bizim grubumuz Kurtuluş‘tu. Kurtuluş, silahlı devrimi savunan bir grup

değildi. İstanbul, Mersin, İzmir ve Ankara‘daki gruptaki arkadaşlar 141‘den yargılandı. Biz sırf Kürt kökenli olduğumuz, Diyarbakır cezaevinde yattığımız için 168‘den bize ceza verdiler. Bu da başlı başına bir skandaldır."

12 Eylül 2010 Referandumunu da değerlendiren Güllüoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: "Bu son referandumda evet oyu kullandım, evet oyununda çoğalması için elimden geleni yaptım. O dönem deniyordu ki AK Parti‘nin Anayasası. Şimdi partilerin Anayasası olmaz, halkın Anayasası olur ve yetmez ama evet diyenlerdenim. Son Kürt açılımını da sonuna kadar destekliyorum. Türkiye‘nin önünü açmak için biz önce kendi içimizde barışı sağlamak zorundayız. Kendi içimizde barışı sağlayamazsak, Türkiye hiçbir meselesini

çözemez. Bu ittihat ve terakiden kalma ve Kemalizm ile de bütünleşen mantığı kırmamız gerekiyor. Günümüzde artık bunun yeri yoktur, dünyada yeri yoktur. Ben Mustafa Kemal Atatürk‘ü eleştirmiyorum, eleştirilecek yanları da vardır mutlaka. Ama 1938 yılında ölmüş bir adamı 2010‘da aynı düşünceyi tekrarlayıp aynı düşünceyi hayata geçirmenin mitop olduğunu biliyorum ve yanlıştır da. Günümüzde dünya değişti, Türkiye değişti ve bunlara uyum sağlayan yeni şeyler yapmamız gerekiyor."

Hakkını aramak için dava açmayı düşündüğünü de söyleyen Güllüoğlu, konuşmalarını şöyle tamamladı: "Dava açmak her zaman içimdeydi. Ama bir türlü bugünleri göreceğimize inanmıyordum. Bugün o Generalleri, Ergenekon grubunu ve bu diğer Balyoz gruplarını televizyonlarda gördükçe, hâla insanlığın var olduğuna ve hala insanların vicdan taşıdığına inancım artıyor. Bu dava sonuçlanmasa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‘ne (AHİM) kadar götüreceğim. Biz Diyarbakır‘da dava açtık bir grup olarak. Yaklaşık 700 kişi.

Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı benden doktor raporu istemişti. 30 yıl önce gördüğüm işkencelere dair, benden rapor istemişti. Ben de o raporların hepsini tamamlayıp gönderdim. Son alarak diyeceğim, bizim adlarımız farklı, köken olarak farklı uluslardanız, farklı milletlerden olabiliriz ama hepimizin soyadı Türkiye diyorum"

Kaynak: İHA