Avrupa: 3 - Latin Amerika: 0
Sadece bir hafta önce, Güney Afrika'daki 2010 Dünya Kupası'nda çeyrek finale çıkan takımlar...
Sadece bir hafta önce, Güney Afrika’daki 2010 Dünya Kupası’nda çeyrek finale çıkan takımlar belli olduğunda, Avrupa medyası Avrupa futbolunun nihai çöküşünün başladığına dair yazılarla dolup taşıyordu. Dünya Kupası tarihinde ilk defa sadece üç Avrupa ülkesi (Almanya, İspanya ve Hollanda) son sekize kalabilirken, Latin Amerika dört takımla (Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Paraguay) rekor kırıp çeyrek finale damgasını vurmuştu. Birçok Avrupalı gözlemciye göre bu turnuvaya teknik bakımdan daha iyi ve daha atletik olan Latin Amerikalı futbolcular hükmediyordu. Latinler çok daha özverili oynuyor, bozulduğu ve fahiş paralar aldığı söylenen Avrupalı futbolcular, yeni kıtadan gelen meslektaşlarının enerjisi ve yaratıcılığıyla başa çıkamıyordu.
Hatta birçok analizci bir adım daha ileri gidiyor, Avrupa futbolunun yenilgisinin daha temel bir küresel gelişmenin yansıması olduğunu iddia ediyordu: Yaşlı kıta Avrupa, ekonomik, teknik ve kültürel bakımdan dünya sahnesindeki yeni futbolcuların gerisine düştüğünü kabul etmeliydi. Yorumculara bakılırsa, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi eski dünya devlerinin elenmesi, metaforik olarak bu ülkelerin zamanının geçtiğini ve bugünden sonra yeni ülkelerin, futbol da dahil, dünyaya hâkim olacağını gösteriyordu. Fransa’da milli takımın, farklı ırklardan gelen oyuncular arasındaki iç çatışmanın da etkisiyle yaşadığı başarısızlık, bu ülkenin farklı etnik topluluklar arasındaki gerilimlerin üstesinden gelemediğinin işareti olarak yorumlandı. Berlusconi karşıtı İtalyan gazetesi ‘La Republica’, milli takımın erken vedasının ‘yaşlı, korkak ve hareketsiz hale gelen’ bütün bir ulusun, ‘artık oynayamayan bir ülkenin’ kaybını gösterdiğini yazdı. Gayet saygın bir Hollandalı gazeteci de Turuncu Makine’nin göze hoş gelmeyen ve aşırı temkinli oyununu, disiplin düşkünlüğü ve deney korkusuyla tanınan popülist ve aşırı sağcı siyasetçiye atıfla, ‘Wilders futbolu’ diye niteledi.
Bütün bunlar bir hafta önceydi. Ve geldiğimiz noktada, Latin Amerikalı rakiplerini çeyrek finallerde alt eden üç Avrupalı favorinin yer aldığı yarı finalleri bekliyoruz. 11 Temmuz’da Avrupa takımları arasında bir final seyretme ihtimalimiz yüksek. Peki bu, futbola ve onun gerçek dünyayla bağına dair bütün o değerlendirmelerin yanlış olduğu anlamına mı geliyor? Bazı kıyaslamaların mantıklı ve yerinde olduğu doğru. Fakat iki temel hata yapıldı. Bunlardan biri Avrupa’ya monolitik bir yapı olarak bakmak ve sözgelimi Almanya’nın Mesut Özil de dahil, göçmenlerle dolu bir takımla en güzel futbolu ortaya koyan takımlardan biri olduğu gerçeğinin üzerinden atlamak. Fransa’nın çokkültürlülükle sorunu olabilir, fakat Almanya bu meselenin üstesinden başarıyla gelmiş görünüyor. İkinci yanlış hesap daha da esaslı: Futbolla ilgili çok fazla ahkâm kesmeye gelmez, zira şansın ve o günkü koşulların sosyolojik alt tesirlerden daha önemli olduğu bir oyundur bu. Hollanda takımının Brezilya maçında büyük bir kararlılık ve şahane bir mücadele ruhu sergilediği doğru. Fakat Brezilya normal şartlarda ilk yarıyı en az iki golle tamamlamış olmalıydı. İsabetsiz vuruşlar ve kalecinin harika oynaması bu golleri önledi. Aksi olsaydı Hollanda evine dönmüş olacaktı ve kimse ilk turlardaki tatsız galibiyetleri hatırlamayacaktı. Fakat Hollanda yine aynı ülke olacaktı.
Nasıl bir yarı final izleyeceğimize bir bakalım. Maçlardan biri Uruguay ve Hollanda arasında. Bu iki ülke de kilit oyuncularını büyük Avrupa liglerine ihraç ediyor. Diğeri ise İspanya ve Almanya arasında, ki iki ülkenin bütün yıldızları kendi liglerinde oynuyor. Yarı finalin keyfini çıkaralım ve birinin kaybedip diğerinin kazanmasının sebeplerini anlamaya çalışalım. Fakat iki toplumsal model arasında bir çatışma değil, maç izlediğimizi de her daim aklımızın bir köşesinde tutalım.
Radikal