Osman Müftüoğlu: İçki sigara içerdim...
Ünlü beslenme uzmanı Prof. Dr. Osman Müftüoğlu, eskiden iyi beslenmediğini itiraf etti. Müftüoğlu, "Önceden içki sigara içerdim"dedi.
Osman Müftüoğlu’nun telefonunu çaldırdım. “Hocam” dedim. “Şimdi siz haftada altı gün gazetede sağlıklı yaşam yazıları yazıyorsunuz ya...” “Evet” dedi. “Tüm röportajlarınızda da kaliteli hayat tavsiyeleri veriyor, kitaplarınızdan bahsediyorsunuz ya...” “Evet” dedi tekrar... “Şimdi ben sizinle bir röportaj yapmak istiyorum ama bunların hiçbirini merak etmiyorum. Sizin yaşam öykünüzü ve hatıralarınızı konuşmak istiyorum. Ne dersiniz?” Güldü, “Vallahi, benim için de değişiklik olur, Ayşe Hanım” dedi. Kendisiyle Bodrum’daki evinde buluştuk ve uzun uzun sohbet ettik. Osman Hoca bu röportajda hayatının gizli kalmış yanlarını, kimselere anlatmadığı anılarını samimiyetle bizimle paylaştı. 2 yaşında kaybettiği annesinden, Dev Genç Lideri Oğuzhan Müftüoğlu ile akrabalığına, Demirel’in hayatını nasıl değiştirdiğinden, Sezen Aksu’yu ilk gördüğünde yaşadığı şoka kadar birçok hikâyesini ilk kez anlattı. Koltuklarınıza kurulun ve tanıdığınızı zannettiğiniz “Osman Müftüoğlu”nu tanımaya hazırlanın.
* Biraz sizi ve ailenizi tanıyabilir miyiz?
1955, Anamur doğumluyum. Yedi kardeşim var. Annem ben iki yaşındayken vefat etmiş. Babam çok büyük acılar çekmiş ama o kadar çocuğu tek başına çekip çeviremeyeceği için bir süre sonra tekrar evlenmiş. O evlilikten, iki kardeşim daha olmuş. Bunu pek kimse bilmez ama gerçek annemin öldüğünü 12 yaşında öğrendim. O zamana kadar bana bakan annemi ve tüm kardeşlerimi öz zannediyordum.
* Öğrenince nasıl bir tepki verdiniz?
Bir tepki vermedim. Çok bütüncül bir yapı içinde büyümüştük. Annemi öz bildiğim için, öyle bilmeye devam ettim. Yetişkinliğimde çok sorguladım bu durumu, çok düşündüm üzerinde... Ama bu ayrı bir röportaj konusu olur. Anneler Günü’nü çok sevmediğimi söyleyebilirim. Her Anneler Günü’nde tadım kaçar. Bir an önce o gün geçsin, bitsin isterim.
* Okul hayatınız nasıldı?
İlkokuldan itibaren çok başarılı... Lisede bilinmeyen bir özelliğim keşfedildi. Müziğe karşı çok yetenekliyidim ve elime aldığım hemen her aleti çalabiliyordum. Akordeon, bateri, gitar, org... Bir orkestrada profesyonel olarak çalışmaya bile başlamıştım. Çay bahçesinde bateri çalıyor, gecede 17.5 TL kazanıyordum. Notlarım bir anda düşünce, babam müdahale etti, “Ya okursun, ya çiftçi olursun” dedi. Bütün Anamurluların olduğu gibi bizim de muz ve portakal bahçelerimiz vardı. Ben okumayı tercih ettim, müziği bıraktım.
* Bir daha hiç elinize almadınız mı?
4-5 yıl önce, bu özelliğimi bilen yakın dostum Kenan Doğulu bir düğünde beni sahneye davet etti, arkasında bateri çaldım. Çok da keyif aldım. Üç sene önce de bir davette, Fatih Erkoç’un arkasında çaldım.
Rize’ye tayinim sırasında hile yaptım
* Sonra Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandınız.
Evet, hem de Türkiye derecesiyle... Yüksek bir not ortalamasıyla da mezun oldum. Hep, çok ciddi bir inekliğim olduğu söylenir. İhtisas zamanı gelince tercihim iç hastalıklardan yana oldu. Herhalde iç hastalıkları uzmanı olan dayımdan etkilendim. Sonra mecburi hizmet kurası Rize Pazar ilçesine çıktı. Orada yasal bir hile yaptım.
* Ne hilesi?
Pazar’a gidersem, hızlı gelişen mesleki kariyerimin kaybolacağı endişesine kapıldım. Ne yapacağımı kara kara düşünürken dediler ki “Eşiniz tayin edilemeyeceği bir yerde memuriyet yaparsa, onun bulunduğu yerde kalırsınız.” Biz de apar topar Mihriban’ı Mamak Belediyesi’nde başkan sekreteri olarak işe soktuk. Ve ben Ankara’da kaldım.
* Çok ilginç. Pazar’a gitseniz bambaşka bir hayatınız olacaktı.
Kesin. Bu sayede mecburi hizmetimi Ankara Numune Hastanesi’nde yaptım ve metabolizma hastalıkları ile ilgili Amerika’da doktora yapan ilk Türk doktor olan Saliha Yalçın’ın yanında baş asistan olarak çalışma şansına eriştim. Ondan çok şey öğrendim. Onun da tavsiyesiyle ihtisas bittikten sonra yurt dışında hücre yenilenmesi, gençleşme çalışmalarıyla ilgilendim. Döndükten sonra Numune Hastanesi’ne Metabolik Hastalıklar ve Diyabet bölümünü yönettim.
* Türkiye’nin en genç başhekimlerinden biri olarak tanınıyorsunuz.
Evet. 37 yaşındayken, hekimliğini yaptığım Sayın Demirel beni Ankara Numune Hastanesi’ne başhekim yaptı. Numune Hastanesi çok büyüktü o zaman. Devrim mahiyetinde şeyler yaptık. Mayo Clinic, Cleveland Clinic ve Methodist Hastanesi’nin hizmet modelini örnek aldık. Hem hastalar iyi bakım gördü, hem de hastane ilk kez para kazandı. Ticareti de öğrendim, bu sayede.
10 yıl boyunca her gün Demirel’le kahvaltı ettim
* Demirel’le yolunuz nasıl kesişti?
1988 yılında, henüz genç bir doçentken sayın Demirel’i muayene etmem istendi. Heyecanla gittim, kontrolden sonra kendisinden tahliller istedim. Şekeri çok düzensizdi. Dedim ki “20 kilo zayıflayacaksınız, şu diyeti yapacaksınız.” Suratıma şöyle bir baktı ve cevap verdi: “Ben bunları yapmam, doktor. Zorlu bir siyasi mücadeleye giriyorum. Sağlıklı olmam lazım. Ama sağlıklı olacağım diye de imajımı bozamam. Bu diyetleri bana birçok hoca tavsiye etti zaten. Sen şimdi beni zayıflatmadan sağlığıma kavuşturabilir misin, onu söyle?” Yasaklı döneminin sonları o zaman... Mantık olarak çok doğru gelmedi ama kendi kendime dedim ki “Bu şekilde başlayayım, zamanla mesafe katederim.” Bu başlangıç, hayatımın en önemli virajı oldu. 10 yıl boyunca pazar hariç her gün Demirel’le kahvaltı ettim ve ondan hayata dair çok şey öğrendim.
* Neler öğrendiniz?
Demirel bilge bir adam. Bana anlattığı şeylerin çok daha fazlasını kitap haline getireceğini umuyorum. Mevlana’dan, Bektaşi’den, Yunus Emre’den, Ahmet Yesevi’den hikâyeler anlatır. Ciddi bir Kabala ve Buda öğretisi bilgisi vardır.
* Unutamadığınız bir anı var mı?
Bir gün “Şunu şöyle yapacağım” diye ahkam kesiyordum, dedi ki “Doktor suyun derinliğini asla iki ayağınla birden ölçme.” Önce bir duraksadım, sonra söylediği şeyi anladım. Tavsiyesine de uydum.
* Peki nasıl ayrıldınız?
2003 yılında çok yorulduğumu hissettim. Ayın 15 günü Demirel’le yurt dışındaydım. Kalan günlerimde de çok yoğun bir şekilde hasta bakıyordum. Bırakmak, İstanbul’a gitmek istiyordum ama bir türlü karar veremiyordum. Düşüncemi Demirel’e açtım. Henüz kafamın net olmadığını fark etti ve şöyle dedi: “Doktor, bir insanın yapmadığı şeylerden duyduğu pişmanlıklar, başaramadığı şeylerden duyduğu pişmanlıklardan fazladır. Git, dene, başaramazsan, geri dön.” Bu lafın üzerine bir imzayla hem başhekimlikten, hem devlet memurluğundan istifa ettim. Hâlâ arada sırada kendisini kontrol ederim.
* Şimdi sağlık durumu nasıl?
Çok önemli bir şey olmadıkça, kendisinin daha uzun yıllar yaşayacağını düşünüyorum. Öyle olmasını da diliyorum. Türkiye’de antioksidan’ı, Omega 3’ü ilk kullanan kişidir Sayın Demirel. Hatta o yıllarda verdiğim bir röportajda bunu söylemiştim de, ortalık birbirine girmişti. “Yahu bu adam ne veriyor cumhurbaşkanına... Bir şarlatanlık olmasın” diye... Şimdi Omega 3’ü kullanmayan doktor yok. Kendisine çok iyi bakar. Baklava yerken görürsünüz ama kaç kalori, kaç yağ alacağını ezbere bilir.
* Demirel’in “Beni zayıflatmadan, sağlıklı yap” yaklaşımı da doğru çıktı yani...
Evet o konuda da öngörüsü doğru çıktı. Son yapılan araştırmalar kilolu olsanız bile doğru besleniyorsanız, iyi uyuyorsanız ve aktifseniz, zayıf ama stresli ve hareketsiz insanlara göre çok daha uzun yaşadığınızı gösteriyor. Mesela sumo güreşçileri obezdir ama 90 yaşın üstünde yaşıyorlar.
* Sonra ne yaptınız?
İstanbul’a gittim ve kitap yazdım. Adını Sezen koydu: “Yaşasın Hayat.” Kitap, 150 binden fazla sattı. Sonra gazete yazıları, televizyon programları başladı ve kendi kliniğimi açtım.
Akrabamın suikast söylentisini Demirel umursamadı
* Üniversite yıllarına geri dönmek istiyorum. Öğrenci eylemlerinin çok yoğun olduğu bir dönemde okudunuz. Sizin herhangi bir eğiliminiz var mıydı?
1970’lerin ortalarında Ankara Tıp Fakültesi ve Hacettepe Üniversitesi öğrenci eylemlerinin merkeziydi. Ciddi olarak ülkücüler ve solcular çatışırdı. Ailem Cumhuriyet Halk Partili. Ama hiçbir zaman koyu partici olmadılar. Ailemizde siyasette çok öne çıkan bir isim vardı: Dev-Genç davasından yargılanan Oğuzhan Müftüoğlu. Onun yaşadıklarının yarattığı çekingenlikten de olabilir bu, inekliğimden de bilmiyorum; okul hayatım ev, sınıf, kütüphane arasında geçti.
* Oğuzhan Müftüoğlu ile akrabalığınız Demirel’le aranızda sorun oldu mu?
Süleyman Bey’in koruma müdürü Şükrü Bey’den öğrendiğime göre kendisine ihbarlar geliyormuş. “Size Oğuzhan Müftüoğlu’nun organize ettiği bir suikast düzenlenecek” diye... Anamur’dan bile Demirel’e “Hayatınızı bu adama teslim etmeyin. Bu, bunun akrabasıdır” diye mektuplar gelmiş. Süleyman Bey hem yüreği çok büyük, hem korkusu minimum olan bir adam. Bu ihbarları hiç ciddiye almadı, bana sezdirmedi bile...
* Oğuzhan Müftüoğlu ile ilişkiniz nasıldı, şimdi nasıl?
Ben değil, bizim aileden kimse onu tanımadı. Bilerek kendini uzak tuttuğunu düşünüyorum. Doğrusu yanlışı tartışılır ama amacı Türkiye’yi iyiye götürmekti.
Sezen Aksu’nun durumu ciddiydi
* Sezen Aksu’yu sağlığına kavuşturan isim olarak biliniyorsunuz. Neydi problem?
2000’li yılların başında tanıştım Sezen’le... Kendisine yapılan gereksiz tıbbi müdahalelerin sonucunda “İyatrojenik Cushing” hastası olmuştu.
* Nasıl bir yanlış müdahale yapılmış?
İyatrojenik Cushing, böbrek üstü bezlerinin aşırı çalışması sonucunda, yüzün yuvarlaklaşması, boyun bölgesinde yağ birikmesi, halsizlik, yüksek tansiyon şeklinde ortaya çıkan ve çok ciddi sonuçları olan bir hastalık. Bir konser öncesinde, ses kısıklığı problemi olunca kulak burun boğaz uzmanına gözükmüş. O da gereğinden fazla bir kortizon tedavisi uygulamış. Sezen’in tabiriyle iğneleri yedikçe bülbül gibi şakıyormuş. Aşırı kortizon kullanımı, Cushing’e yol açmış.
* Nasıl tanıştınız?
Beni telefonla aradı, hasta olduğunu, sağlığından endişe ettiğini söyledi. Ben de ilk fırsatta İstanbul’a gelip, kendisini kontrol edeceğimi söyledim. Bir hafta sonra tekrar aradı ve dedi ki: “Doktor, öleceğimden korkuyorum.” Çok üzüldüm ve dedim ki: “Sezen Hanım, bu besteleri siz mi yaptınız?” Şaşkınlıkla “Evet” dedi. “Bu sözleri siz mi yazdınız?”, “Evet” dedi yine... “O zaman merak etmeyin, siz kolay kolay ölmezsiniz. Mucize denen bir şey varsa, Allah bunu önem verdiği, özendiği kullarına bahşeder. Hastalığınızın ne olduğunu bilmiyorum ama üstesinden geleceğinize inanıyorum” dedim.
* Ne cevap verdi?
Yarım saat sonra tekrar aradı. “Doktor, çok yoğunsan benim için programını bozma. Kendimi çok daha iyi hissediyorum.” Söylemek istediğim şey ona iyi gelmişti ama ertesi gün uçağa atlayıp onu görmeye gittim. O ilk karşılaşmayı hiç unutmam.
* Nasıldı?
Kanlıca’daki yalısında bir iskoç battaniyesinin altına kıvrılmış, inanılmaz bir halsizlik içinde yatıyordu. Aşırı kiloluydu, kolunu kımıldatamıyordu ve tansiyonu çok yüksekti. Belli etmedim ama durumunun ciddiyetini görünce çok endişelendim.
* Nasıl iyileşti?
Sezen Aksu normal bir kişilik değil. İnsanın varlığıyla ilgili çok farklı düşünceleri var. Kolay teslim olmuyor. Kafası yatarsa da, müthiş disiplinli bir şekilde sisteminize uyuyor. Tedaviye başladıktan bir yıl sonra, böbrek üstü bezleri tekrar çalıştı, bir buçuk yıl sonra ilk konserini verdi, iki buçuk yıl sonra tamamen iyileşmişti. Azmi karşısında hayran oldum ona... Artık aile gibiyiz. Ona ikinci hayatını verdiğimi söyler hep. Ben de son kitabımı Sezen’e ithaf ettim ve adını “İkinci Hayat” koydum. Demirel gibi, Sezen’i tanımak da bana Allah’ın bir lütfudur. Şimdi sağlık durumu çok iyi...
Mihriban’la su ile un gibi mükemmel bir karışımız
* Eşiniz çok güzel bir kadın. Nasıl tanıştınız? Aşk evliliği miydi?
Eşimle hastanede tanıştım. Asistanlığımın altıncı ayında, bir gece nöbetteyken, hemşire “Doktor koş. Kadın kalp krizi geçiriyor” diye bağırdı. Odaya girdim ve hastadan önce Mihriban’ı gördüm. Kalp krizi geçiren annesiymiş meğer... Annesinin tedavisi süresince hastanede yakınlaştık ve bu yakınlaşma kısa sürede evliliğe dönüştü. 30’umdan önce evlenmem derken, 26 yaşında imzayı attım.
* “Bu kız kaçmaz”mı dediniz?
Evet. Mihriban çok özel bir kadındır. Ben kadınla erkeği suyla una benzetirim. Evlendikten sonra hamur haline gelmişlerse, o mükemmel bir karışımdır. Ayrılamaz. Suya veya una geri dönüş yoktur. Bizim evliliğimiz de böyle oldu. Ben şimdi sağlıklı yaşam öğütleri veren biriyim ama Mihriban’la evlenmeden önce çok içki içerdim, kötü beslenirdim. Hayatta kendime doğru ve düzgün bir yer edinebildiysem bunda karımın katkısı çok fazladır. Kendimle ilgili ortalama kararları bile karıma sormadan almam.
* Sigara içer miydiniz?
İçerdim. 5 yıl bırakmak için mücadele ettim, her girişimim hüsranla sonuçlandı. Sigarayı 93 yılında Demirel sayesinde bıraktım. Onun yanında sigara içemediğim için köşke giderken, arka arkaya aç karnına sigaraları tüttürürdüm. Bir gün yine tansiyonunu ölçmek için eğildiğimde dedi ki: “Doktor sana bir şey soracağım?” “Buyurun, Sayın Cumhurbaşkanım” dedim. “Senin bu sigara kokundan, hastaların rahatsız olmuyor mu?” Başımdan aşağı kaynar sular indi. Sabahın köründe koktuğum için nasıl utandım. Oradan çıktım, paketi çöpe attım, bir daha da elimi sürmedim.Eş dost beslenmeyle ilgili her şeyi arar bana sorar ama kendi ailemi bu konuda biraz es geçiyorum.
* Evdeki insanların yemesine içmesine müdahale eder misiniz, “Onu yeme zararlı, şunu iç faydalı” şeklinde tavsiyeleriniz var mıdır?
Beslenme konusuna 90’lı yıllarda kafayı taktım. Yine pek kimse bilmez ama çocukluğumda ve ilk gençlik yıllarımda çok kiloluydum. 93-95 döneminde bir 15 kilo verdim. Hâlâ onu korumaya çalışırım. Genetik miras yönetilebilir ama yaşamımızın temel belirleyicisi yediklerimizdir. O yüzden eve giren çıkan yemeğe çok dikkat ederim. Gerçi artık etmiyorum, sistem oturdu.
* Sizin eve hangi gıdalar girmez?
Aslında hemen her şey girer. 15 günde bir sucuk, ölçülü yumurta, tereyeğı tüketiriz. Özellikle oğlum Raşit sucuğu çok sever. Zararlı pişirme şekillerinden ve abur cuburdan uzak dururuz.
* Aile fertleri ve eş dost her sorunda sizi arıyordur sanırım.
Arar. Ben tıpla ilgili soru sorulduğunda cevaplamayı seven bir tipim. Ama kendi ailem sorduğunda geçiştirebiliyorum. Geçenlerde kızım bir şey danıştı. “Geçer, geçer” dedim. Sonra “Baba biraz daha açıklayabilir misin?” deyince cevabımın tuhaflığını fark ettim ve açıkladım. İnsanlar sizin de bir özel hayatınız olabileceğini düşünmüyor. Mesela, İstinye Park’ta eşimle pizza yiyoruz. Millet parmağıyla “Aa bak pizza yiyor” diye beni işaret ediyor. Ardından “Pizza zararlı mı, değil mi?” soruları geliyor. Pizza zararlı olsa İtalyan mutfağının yarısı olmazdı. Bu durum bende gerginlik yaratmıyor ama ağız tadıyla bir pizza yememe de engel oluyor.
Çocuklarımla yaşayamadıklarımı şimdi torunumla yaşıyorum
* Nasıl bir babasınız peki? Rahat, otoriter...
Çok rahat, yumuşak, müşfik bir baba olduğum söylenemez. Çocuklarıma telkinlerimi, tavsiyelerimi hep eşim aracılığıyla yaptım. Anneleri onları çok iyi yönetti. Benim kuralcılığımı da Mihriban yumuşattı. Yeri geldi “Bu kadar katı olma, izin ver gitsin” dedi.
* Torun sahibi olmak nasıl bir şey? Çocuk ve torun sevgisi arasında fark oluyor mu?
“Evlat paraysa, torun fazidir” gibi laflar hep duyardım. Ama bunu anlamak için torunumu kucağıma almam gerekiyormuş. Zannediyorum bir aşı bu. Dünyadaki devamlılığınız ile ilgili bir heyecan veriyor insana...
* Nasıl bir heyecan bu?
Kendi çocuklarım olduğunda genç bir adamdım, hayatta bir şeyleri başarma kaygısı içerisinde onlara çok fazla vakit ayıramadım ne yazık ki. Hangi sınıfta olduklarını bile bilmezdim, öğretmenlerini hiç tanımadım. Bu işlerle hep eşim Mihriban ilgilenmek durumunda kaldı. Ancak torunum olunca bebekliklerinde Raşid’i, Merve’yi yeterince koklamadığımı, kucağımda gezdirmediğimi fark ettim. Torunum, çocuklarımla yapamadığım şeyleri telafi edebilmek için geldi sanki... Aleyna artık 4 yaşında... Torunumla konuşabilmek, anlaşabilmek müthiş bir duygu gerçekten.
Ayşe Aydın/ VATAN
* Biraz sizi ve ailenizi tanıyabilir miyiz?
1955, Anamur doğumluyum. Yedi kardeşim var. Annem ben iki yaşındayken vefat etmiş. Babam çok büyük acılar çekmiş ama o kadar çocuğu tek başına çekip çeviremeyeceği için bir süre sonra tekrar evlenmiş. O evlilikten, iki kardeşim daha olmuş. Bunu pek kimse bilmez ama gerçek annemin öldüğünü 12 yaşında öğrendim. O zamana kadar bana bakan annemi ve tüm kardeşlerimi öz zannediyordum.
* Öğrenince nasıl bir tepki verdiniz?
Bir tepki vermedim. Çok bütüncül bir yapı içinde büyümüştük. Annemi öz bildiğim için, öyle bilmeye devam ettim. Yetişkinliğimde çok sorguladım bu durumu, çok düşündüm üzerinde... Ama bu ayrı bir röportaj konusu olur. Anneler Günü’nü çok sevmediğimi söyleyebilirim. Her Anneler Günü’nde tadım kaçar. Bir an önce o gün geçsin, bitsin isterim.
* Okul hayatınız nasıldı?
İlkokuldan itibaren çok başarılı... Lisede bilinmeyen bir özelliğim keşfedildi. Müziğe karşı çok yetenekliyidim ve elime aldığım hemen her aleti çalabiliyordum. Akordeon, bateri, gitar, org... Bir orkestrada profesyonel olarak çalışmaya bile başlamıştım. Çay bahçesinde bateri çalıyor, gecede 17.5 TL kazanıyordum. Notlarım bir anda düşünce, babam müdahale etti, “Ya okursun, ya çiftçi olursun” dedi. Bütün Anamurluların olduğu gibi bizim de muz ve portakal bahçelerimiz vardı. Ben okumayı tercih ettim, müziği bıraktım.
* Bir daha hiç elinize almadınız mı?
4-5 yıl önce, bu özelliğimi bilen yakın dostum Kenan Doğulu bir düğünde beni sahneye davet etti, arkasında bateri çaldım. Çok da keyif aldım. Üç sene önce de bir davette, Fatih Erkoç’un arkasında çaldım.
Rize’ye tayinim sırasında hile yaptım
* Sonra Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandınız.
Evet, hem de Türkiye derecesiyle... Yüksek bir not ortalamasıyla da mezun oldum. Hep, çok ciddi bir inekliğim olduğu söylenir. İhtisas zamanı gelince tercihim iç hastalıklardan yana oldu. Herhalde iç hastalıkları uzmanı olan dayımdan etkilendim. Sonra mecburi hizmet kurası Rize Pazar ilçesine çıktı. Orada yasal bir hile yaptım.
* Ne hilesi?
Pazar’a gidersem, hızlı gelişen mesleki kariyerimin kaybolacağı endişesine kapıldım. Ne yapacağımı kara kara düşünürken dediler ki “Eşiniz tayin edilemeyeceği bir yerde memuriyet yaparsa, onun bulunduğu yerde kalırsınız.” Biz de apar topar Mihriban’ı Mamak Belediyesi’nde başkan sekreteri olarak işe soktuk. Ve ben Ankara’da kaldım.
* Çok ilginç. Pazar’a gitseniz bambaşka bir hayatınız olacaktı.
Kesin. Bu sayede mecburi hizmetimi Ankara Numune Hastanesi’nde yaptım ve metabolizma hastalıkları ile ilgili Amerika’da doktora yapan ilk Türk doktor olan Saliha Yalçın’ın yanında baş asistan olarak çalışma şansına eriştim. Ondan çok şey öğrendim. Onun da tavsiyesiyle ihtisas bittikten sonra yurt dışında hücre yenilenmesi, gençleşme çalışmalarıyla ilgilendim. Döndükten sonra Numune Hastanesi’ne Metabolik Hastalıklar ve Diyabet bölümünü yönettim.
* Türkiye’nin en genç başhekimlerinden biri olarak tanınıyorsunuz.
Evet. 37 yaşındayken, hekimliğini yaptığım Sayın Demirel beni Ankara Numune Hastanesi’ne başhekim yaptı. Numune Hastanesi çok büyüktü o zaman. Devrim mahiyetinde şeyler yaptık. Mayo Clinic, Cleveland Clinic ve Methodist Hastanesi’nin hizmet modelini örnek aldık. Hem hastalar iyi bakım gördü, hem de hastane ilk kez para kazandı. Ticareti de öğrendim, bu sayede.
10 yıl boyunca her gün Demirel’le kahvaltı ettim
* Demirel’le yolunuz nasıl kesişti?
1988 yılında, henüz genç bir doçentken sayın Demirel’i muayene etmem istendi. Heyecanla gittim, kontrolden sonra kendisinden tahliller istedim. Şekeri çok düzensizdi. Dedim ki “20 kilo zayıflayacaksınız, şu diyeti yapacaksınız.” Suratıma şöyle bir baktı ve cevap verdi: “Ben bunları yapmam, doktor. Zorlu bir siyasi mücadeleye giriyorum. Sağlıklı olmam lazım. Ama sağlıklı olacağım diye de imajımı bozamam. Bu diyetleri bana birçok hoca tavsiye etti zaten. Sen şimdi beni zayıflatmadan sağlığıma kavuşturabilir misin, onu söyle?” Yasaklı döneminin sonları o zaman... Mantık olarak çok doğru gelmedi ama kendi kendime dedim ki “Bu şekilde başlayayım, zamanla mesafe katederim.” Bu başlangıç, hayatımın en önemli virajı oldu. 10 yıl boyunca pazar hariç her gün Demirel’le kahvaltı ettim ve ondan hayata dair çok şey öğrendim.
* Neler öğrendiniz?
Demirel bilge bir adam. Bana anlattığı şeylerin çok daha fazlasını kitap haline getireceğini umuyorum. Mevlana’dan, Bektaşi’den, Yunus Emre’den, Ahmet Yesevi’den hikâyeler anlatır. Ciddi bir Kabala ve Buda öğretisi bilgisi vardır.
* Unutamadığınız bir anı var mı?
Bir gün “Şunu şöyle yapacağım” diye ahkam kesiyordum, dedi ki “Doktor suyun derinliğini asla iki ayağınla birden ölçme.” Önce bir duraksadım, sonra söylediği şeyi anladım. Tavsiyesine de uydum.
* Peki nasıl ayrıldınız?
2003 yılında çok yorulduğumu hissettim. Ayın 15 günü Demirel’le yurt dışındaydım. Kalan günlerimde de çok yoğun bir şekilde hasta bakıyordum. Bırakmak, İstanbul’a gitmek istiyordum ama bir türlü karar veremiyordum. Düşüncemi Demirel’e açtım. Henüz kafamın net olmadığını fark etti ve şöyle dedi: “Doktor, bir insanın yapmadığı şeylerden duyduğu pişmanlıklar, başaramadığı şeylerden duyduğu pişmanlıklardan fazladır. Git, dene, başaramazsan, geri dön.” Bu lafın üzerine bir imzayla hem başhekimlikten, hem devlet memurluğundan istifa ettim. Hâlâ arada sırada kendisini kontrol ederim.
* Şimdi sağlık durumu nasıl?
Çok önemli bir şey olmadıkça, kendisinin daha uzun yıllar yaşayacağını düşünüyorum. Öyle olmasını da diliyorum. Türkiye’de antioksidan’ı, Omega 3’ü ilk kullanan kişidir Sayın Demirel. Hatta o yıllarda verdiğim bir röportajda bunu söylemiştim de, ortalık birbirine girmişti. “Yahu bu adam ne veriyor cumhurbaşkanına... Bir şarlatanlık olmasın” diye... Şimdi Omega 3’ü kullanmayan doktor yok. Kendisine çok iyi bakar. Baklava yerken görürsünüz ama kaç kalori, kaç yağ alacağını ezbere bilir.
* Demirel’in “Beni zayıflatmadan, sağlıklı yap” yaklaşımı da doğru çıktı yani...
Evet o konuda da öngörüsü doğru çıktı. Son yapılan araştırmalar kilolu olsanız bile doğru besleniyorsanız, iyi uyuyorsanız ve aktifseniz, zayıf ama stresli ve hareketsiz insanlara göre çok daha uzun yaşadığınızı gösteriyor. Mesela sumo güreşçileri obezdir ama 90 yaşın üstünde yaşıyorlar.
* Sonra ne yaptınız?
İstanbul’a gittim ve kitap yazdım. Adını Sezen koydu: “Yaşasın Hayat.” Kitap, 150 binden fazla sattı. Sonra gazete yazıları, televizyon programları başladı ve kendi kliniğimi açtım.
Akrabamın suikast söylentisini Demirel umursamadı
* Üniversite yıllarına geri dönmek istiyorum. Öğrenci eylemlerinin çok yoğun olduğu bir dönemde okudunuz. Sizin herhangi bir eğiliminiz var mıydı?
1970’lerin ortalarında Ankara Tıp Fakültesi ve Hacettepe Üniversitesi öğrenci eylemlerinin merkeziydi. Ciddi olarak ülkücüler ve solcular çatışırdı. Ailem Cumhuriyet Halk Partili. Ama hiçbir zaman koyu partici olmadılar. Ailemizde siyasette çok öne çıkan bir isim vardı: Dev-Genç davasından yargılanan Oğuzhan Müftüoğlu. Onun yaşadıklarının yarattığı çekingenlikten de olabilir bu, inekliğimden de bilmiyorum; okul hayatım ev, sınıf, kütüphane arasında geçti.
* Oğuzhan Müftüoğlu ile akrabalığınız Demirel’le aranızda sorun oldu mu?
Süleyman Bey’in koruma müdürü Şükrü Bey’den öğrendiğime göre kendisine ihbarlar geliyormuş. “Size Oğuzhan Müftüoğlu’nun organize ettiği bir suikast düzenlenecek” diye... Anamur’dan bile Demirel’e “Hayatınızı bu adama teslim etmeyin. Bu, bunun akrabasıdır” diye mektuplar gelmiş. Süleyman Bey hem yüreği çok büyük, hem korkusu minimum olan bir adam. Bu ihbarları hiç ciddiye almadı, bana sezdirmedi bile...
* Oğuzhan Müftüoğlu ile ilişkiniz nasıldı, şimdi nasıl?
Ben değil, bizim aileden kimse onu tanımadı. Bilerek kendini uzak tuttuğunu düşünüyorum. Doğrusu yanlışı tartışılır ama amacı Türkiye’yi iyiye götürmekti.
Sezen Aksu’nun durumu ciddiydi
* Sezen Aksu’yu sağlığına kavuşturan isim olarak biliniyorsunuz. Neydi problem?
2000’li yılların başında tanıştım Sezen’le... Kendisine yapılan gereksiz tıbbi müdahalelerin sonucunda “İyatrojenik Cushing” hastası olmuştu.
* Nasıl bir yanlış müdahale yapılmış?
İyatrojenik Cushing, böbrek üstü bezlerinin aşırı çalışması sonucunda, yüzün yuvarlaklaşması, boyun bölgesinde yağ birikmesi, halsizlik, yüksek tansiyon şeklinde ortaya çıkan ve çok ciddi sonuçları olan bir hastalık. Bir konser öncesinde, ses kısıklığı problemi olunca kulak burun boğaz uzmanına gözükmüş. O da gereğinden fazla bir kortizon tedavisi uygulamış. Sezen’in tabiriyle iğneleri yedikçe bülbül gibi şakıyormuş. Aşırı kortizon kullanımı, Cushing’e yol açmış.
* Nasıl tanıştınız?
Beni telefonla aradı, hasta olduğunu, sağlığından endişe ettiğini söyledi. Ben de ilk fırsatta İstanbul’a gelip, kendisini kontrol edeceğimi söyledim. Bir hafta sonra tekrar aradı ve dedi ki: “Doktor, öleceğimden korkuyorum.” Çok üzüldüm ve dedim ki: “Sezen Hanım, bu besteleri siz mi yaptınız?” Şaşkınlıkla “Evet” dedi. “Bu sözleri siz mi yazdınız?”, “Evet” dedi yine... “O zaman merak etmeyin, siz kolay kolay ölmezsiniz. Mucize denen bir şey varsa, Allah bunu önem verdiği, özendiği kullarına bahşeder. Hastalığınızın ne olduğunu bilmiyorum ama üstesinden geleceğinize inanıyorum” dedim.
* Ne cevap verdi?
Yarım saat sonra tekrar aradı. “Doktor, çok yoğunsan benim için programını bozma. Kendimi çok daha iyi hissediyorum.” Söylemek istediğim şey ona iyi gelmişti ama ertesi gün uçağa atlayıp onu görmeye gittim. O ilk karşılaşmayı hiç unutmam.
* Nasıldı?
Kanlıca’daki yalısında bir iskoç battaniyesinin altına kıvrılmış, inanılmaz bir halsizlik içinde yatıyordu. Aşırı kiloluydu, kolunu kımıldatamıyordu ve tansiyonu çok yüksekti. Belli etmedim ama durumunun ciddiyetini görünce çok endişelendim.
* Nasıl iyileşti?
Sezen Aksu normal bir kişilik değil. İnsanın varlığıyla ilgili çok farklı düşünceleri var. Kolay teslim olmuyor. Kafası yatarsa da, müthiş disiplinli bir şekilde sisteminize uyuyor. Tedaviye başladıktan bir yıl sonra, böbrek üstü bezleri tekrar çalıştı, bir buçuk yıl sonra ilk konserini verdi, iki buçuk yıl sonra tamamen iyileşmişti. Azmi karşısında hayran oldum ona... Artık aile gibiyiz. Ona ikinci hayatını verdiğimi söyler hep. Ben de son kitabımı Sezen’e ithaf ettim ve adını “İkinci Hayat” koydum. Demirel gibi, Sezen’i tanımak da bana Allah’ın bir lütfudur. Şimdi sağlık durumu çok iyi...
Mihriban’la su ile un gibi mükemmel bir karışımız
* Eşiniz çok güzel bir kadın. Nasıl tanıştınız? Aşk evliliği miydi?
Eşimle hastanede tanıştım. Asistanlığımın altıncı ayında, bir gece nöbetteyken, hemşire “Doktor koş. Kadın kalp krizi geçiriyor” diye bağırdı. Odaya girdim ve hastadan önce Mihriban’ı gördüm. Kalp krizi geçiren annesiymiş meğer... Annesinin tedavisi süresince hastanede yakınlaştık ve bu yakınlaşma kısa sürede evliliğe dönüştü. 30’umdan önce evlenmem derken, 26 yaşında imzayı attım.
* “Bu kız kaçmaz”mı dediniz?
Evet. Mihriban çok özel bir kadındır. Ben kadınla erkeği suyla una benzetirim. Evlendikten sonra hamur haline gelmişlerse, o mükemmel bir karışımdır. Ayrılamaz. Suya veya una geri dönüş yoktur. Bizim evliliğimiz de böyle oldu. Ben şimdi sağlıklı yaşam öğütleri veren biriyim ama Mihriban’la evlenmeden önce çok içki içerdim, kötü beslenirdim. Hayatta kendime doğru ve düzgün bir yer edinebildiysem bunda karımın katkısı çok fazladır. Kendimle ilgili ortalama kararları bile karıma sormadan almam.
* Sigara içer miydiniz?
İçerdim. 5 yıl bırakmak için mücadele ettim, her girişimim hüsranla sonuçlandı. Sigarayı 93 yılında Demirel sayesinde bıraktım. Onun yanında sigara içemediğim için köşke giderken, arka arkaya aç karnına sigaraları tüttürürdüm. Bir gün yine tansiyonunu ölçmek için eğildiğimde dedi ki: “Doktor sana bir şey soracağım?” “Buyurun, Sayın Cumhurbaşkanım” dedim. “Senin bu sigara kokundan, hastaların rahatsız olmuyor mu?” Başımdan aşağı kaynar sular indi. Sabahın köründe koktuğum için nasıl utandım. Oradan çıktım, paketi çöpe attım, bir daha da elimi sürmedim.Eş dost beslenmeyle ilgili her şeyi arar bana sorar ama kendi ailemi bu konuda biraz es geçiyorum.
* Evdeki insanların yemesine içmesine müdahale eder misiniz, “Onu yeme zararlı, şunu iç faydalı” şeklinde tavsiyeleriniz var mıdır?
Beslenme konusuna 90’lı yıllarda kafayı taktım. Yine pek kimse bilmez ama çocukluğumda ve ilk gençlik yıllarımda çok kiloluydum. 93-95 döneminde bir 15 kilo verdim. Hâlâ onu korumaya çalışırım. Genetik miras yönetilebilir ama yaşamımızın temel belirleyicisi yediklerimizdir. O yüzden eve giren çıkan yemeğe çok dikkat ederim. Gerçi artık etmiyorum, sistem oturdu.
* Sizin eve hangi gıdalar girmez?
Aslında hemen her şey girer. 15 günde bir sucuk, ölçülü yumurta, tereyeğı tüketiriz. Özellikle oğlum Raşit sucuğu çok sever. Zararlı pişirme şekillerinden ve abur cuburdan uzak dururuz.
* Aile fertleri ve eş dost her sorunda sizi arıyordur sanırım.
Arar. Ben tıpla ilgili soru sorulduğunda cevaplamayı seven bir tipim. Ama kendi ailem sorduğunda geçiştirebiliyorum. Geçenlerde kızım bir şey danıştı. “Geçer, geçer” dedim. Sonra “Baba biraz daha açıklayabilir misin?” deyince cevabımın tuhaflığını fark ettim ve açıkladım. İnsanlar sizin de bir özel hayatınız olabileceğini düşünmüyor. Mesela, İstinye Park’ta eşimle pizza yiyoruz. Millet parmağıyla “Aa bak pizza yiyor” diye beni işaret ediyor. Ardından “Pizza zararlı mı, değil mi?” soruları geliyor. Pizza zararlı olsa İtalyan mutfağının yarısı olmazdı. Bu durum bende gerginlik yaratmıyor ama ağız tadıyla bir pizza yememe de engel oluyor.
Çocuklarımla yaşayamadıklarımı şimdi torunumla yaşıyorum
* Nasıl bir babasınız peki? Rahat, otoriter...
Çok rahat, yumuşak, müşfik bir baba olduğum söylenemez. Çocuklarıma telkinlerimi, tavsiyelerimi hep eşim aracılığıyla yaptım. Anneleri onları çok iyi yönetti. Benim kuralcılığımı da Mihriban yumuşattı. Yeri geldi “Bu kadar katı olma, izin ver gitsin” dedi.
* Torun sahibi olmak nasıl bir şey? Çocuk ve torun sevgisi arasında fark oluyor mu?
“Evlat paraysa, torun fazidir” gibi laflar hep duyardım. Ama bunu anlamak için torunumu kucağıma almam gerekiyormuş. Zannediyorum bir aşı bu. Dünyadaki devamlılığınız ile ilgili bir heyecan veriyor insana...
* Nasıl bir heyecan bu?
Kendi çocuklarım olduğunda genç bir adamdım, hayatta bir şeyleri başarma kaygısı içerisinde onlara çok fazla vakit ayıramadım ne yazık ki. Hangi sınıfta olduklarını bile bilmezdim, öğretmenlerini hiç tanımadım. Bu işlerle hep eşim Mihriban ilgilenmek durumunda kaldı. Ancak torunum olunca bebekliklerinde Raşid’i, Merve’yi yeterince koklamadığımı, kucağımda gezdirmediğimi fark ettim. Torunum, çocuklarımla yapamadığım şeyleri telafi edebilmek için geldi sanki... Aleyna artık 4 yaşında... Torunumla konuşabilmek, anlaşabilmek müthiş bir duygu gerçekten.
Ayşe Aydın/ VATAN