GÖRÜŞ - Afganistan'da Taliban'la Görüşen ABD Suriye'de Ne Yapacak?

ABD'nin Afganistan'daki iki üst düzey yetkilisi General John Nicholson ve Özel Temsilci Hugo Lorens, konuşmasının ertesi günü, Trump'ın 'Taliban'la görüşmekle' ilgili ifadelerini şerh ederek ABD'nin Taliban'la görüşmesinin ve böylece 16 yıllık savaşı bitirme zamanının artık geldiğini ifade ettiler ABD'li generaller yeni bir strateji geliştirdiler: Hükumet dışı milis gruplar halindeki İslamcılarla, devletin elinin uzanamadığı kendi kontrollerindeki bölgeleri, teröristlerin ABD'ye veya dünyanın diğer yerlerindeki çıkarlarına yönelik saldırılar düzenlediği birer ‘güvenli liman’ haline getirmemeye razı olmaları şartıyla barış yapmak ABD'li müzakereciler şayet Fethü'şŞam'ı ElKaide'den uzak tutabilirlerse ve Suriye'nin kuzeyindeki İdlib’de kurulacak bir İslam emirliğinin uluslararası terörizmin sığınacağı bir güvenli liman olmayacağını garanti edebilirlerse, o zaman ABD diplomasisinin Taliban'a el uzatıp da Fethü'şŞam'a uzatmamasının hiçbir sebebi kalmayacaktır.

WASHINGTON -HÜSEYİN ABDÜL-HÜSEYİN- Çok nadir görülebilecek bir halin tezahürü olarak Afganistan'daki İslamcılarla görüşülmesine yeşil ışık yakan Donald Trump geçtiğimiz günlerde, hükumetinin, Taliban'ın 'bazı unsurlarıyla' görüşmeye istekli olduğunu söyledi. Trump'ın takındığı tavır ve bu ifadeleri sarf ettiği konuşmasının bütünü, konuşmalarının genel karakterini belirleyen popülist, kışkırtıcı söylemleri yansıtmıyordu. Konuşmayı yaptığı gece Trump o kadar kendisi gibi değildi ki, 'sepetlenen' ekipten, tartışmalı bir figür olan eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Yardımcısı Sebastian Gorka, Afganistan konuşmasında 'radikal İslamcı teröristlere' hiç değinmediği için Trump'ı suçladı.

ABD'nin Afganistan'daki iki üst düzey yetkilisi General John Nicholson ve Özel Temsilci Hugo Lorens, konuşmanın ertesi günü, Trump'ın 'Taliban'la görüşmekle' ilgili ifadelerini şerh ederek ABD'nin Taliban'la görüşmesinin ve böylece 16 yıllık savaşı bitirme zamanının artık geldiğini ifade ettiler.

Trump kendisinin de popülist, kışkırtıcı ekibinin de ABD'nin iç ya da dış problemleriyle nasıl başa çıkılacağı hakkında hiçbir fikri olmadığı gerçeğini fark etmiş görünüyor. Bu nedenle son birkaç aydır ABD başkanı, hükumetini oluşturan ilk kadroyla yollarını ayırarak onların yerine emekli generalleri tayin ediyor. Ancak generaller de ABD'nin -ve elbet Trump'ın- dertlerine derman olacak birer sihirli değnek değil. Trump yönetimine emekli generallerin getirilmesi, Amerikan liderliğinin 'otomatik pilota' alınmasına eşdeğer bir hareket. Trump ise bu meyanda oval ofisteki ilk döneminin tek gayesinin peşinden gitmekle meşgul: İkinci kez başkan seçilmek.

ABD'yi otomatik pilota alan Trump'ın fiilen yaptığı şey, müesses nizamın idareyi devralmasına müsaade etmek oldu. ABD müesses nizamının Irak'taki politikası da evvel emirde zaten generaller tarafından tasarlanmıştı. Bu politika, Irak El-Kaide'sinde bulunan 'ılımlı' unsurlarla görüşerek bunların radikallerden ayrılmasını sağlamak ve ılımlıların radikallere üstün gelerek yönetimi ele geçirmesine yardımcı olmak için ABD askerlerinin sayısını artırmak üzerine kuruluydu.

'Birliklerin Artırılması' (Surge of Troops) siyaseti Irak'ta, eski Başkan Barack Obama ‘ayağını gazdan kaldırana kadar’ işe yaradı. Obama ABD'nin Sünni müttefiklerinden vaktinden önce vazgeçti ve Şii rakiplerinin onlara üstün gelmesine müsaade etti. Böylece asker sayısının artırılmasıyla kaydedilen ilerlemelerin çoğunu boşa çıkarmış oldu. Obama Irak'ı tekrar doğrultmak için, asker sayısının artırılması politikasını taklit etmeye çalıştı. Fakat Irak Sünnilerinin desteklemesine karşı çıkan İran'la sürdürdüğü görüşmelerden dolayı başarısız oldu ve dolayısıyla geri adım attı. Eski ABD başkanı neticede İran'ın Irak'ta tatbik ettiği ‘Şiilerin Sünnileri kırıp geçirmesine müsaade etme’ politikasına teslim oldu.

Irak'ta takip edilen asker artırma politikasını 2010 yılında Obama Afganistan'da tekrar etti. Kabil'in Taliban'ı gerilettiği ve birçok şehri ve kırsalı kontrol altında tuttuğu bir döneme denk gelen bu Afganistan politikası bir müddet işe yaradı. Ancak Afgan siyasetinin yolsuzluğa batmış ve paramparça halini de hesaba katacak olursak, ABD birliklerinin geri çekilmeye başladığı noktaya kadar, asker sayısının artırılmasıyla elde edilen neticeler tersine döndü. Böylece Afganistan Cumhurbaşkanı Eşref Gani de bir ülkenin idarecisi olmaktan çıkarak fiili durum itibariyle Kabil belediye başkanı gibi bir konuma düştü.

Nüfusun aşiretlere bölünmüş, parçalanmış bir yapıda olmasının, ABD'nin parçalanmış durumdaki Afganistan'ı toparlamasını, merkezi bir hükumete devretmesini ve sonra da orada çıkmasını neredeyse imkansız kıldığını fark eden ABD'li generaller yeni bir strateji geliştirdiler: Hükumet dışı milis gruplar halindeki İslamcılarla, devletin elinin uzanamadığı kendi kontrollerindeki bölgeleri, teröristlerin ABD'ye veya dünyanın diğer yerlerindeki çıkarlarına yönelik saldırılar düzenlediği birer ‘güvenli liman’ haline getirmemeye razı olmaları şartıyla barış yapmak.

O zaman başkan adayı olan Senatör Barack Obama, Senato'nun Dış İlişkiler Komitesi'ndeki 2008 tarihli bir oturumda, ABD'nin Irak'taki iki üst düzey yetkilisi olan General David Petraeus ve Büyükelçi Ryan Crocker'a şu soruyu sorarken de bu kanaatteydi: 'Amerika'nın Irak'ı yeniden imar ederek ondan bir demokrasi çıkarması için değil, onu, Amerikalılara onurlu bir terk ediş imkanı verecek, kabul edilebilir bir şekilde kırıp sarması için neler gerekiyor?'

ABD bugün Afganistan'da 2009'un Irak'ını taklit ediyor. Tek fark ise İslamcılarla görüşme çıtasının daha da aşağı çekilmiş olması. Zira ABD askerlerini denizaşırı yerlere göndermek, siyasi açıdan günbegün daha maliyetli hale geliyor. Dolayısıyla ABD, resmen bir Taliban emirliği olacak bir yapıyı -böyle bir emirliğin gündeminde insan hakları veya kadın hakları olmasa bile- mesele etmiyor; yeter ki Batı aleyhtarı hareketlere güvenli bölge sağlamasın. Bir bakıma ABD, yerli halkın kendi hükumet biçimine karar vermesine izin verme kararı almış oldu; velev ki böyle bir hükumet türü, ülkelerin nasıl idare edilmesi gerektiğine dair Batı’nın sahip olduğu ideallere uymuyor olsun.

Bu da bizi Suriye meselesine getiriyor. ABD'nin Suriye politikası, dünyanın diğer bölgelerinde takip ettiği politikalardan daha seküler. O derece ki, Suriye'yle ilgili arka arkaya düzenlenen ‘barış konferansları’nda ortaya konulan çeşitli belgelerde, ABD ve dünya, Suriye'deki herhangi bir müstakbel hükumetin laik olması talebinde bulunuyor. Böyle bir talep evvela bizzat Washington'a uymuyor: ABD'de hükumet belli bir mezhebi temsil etmemekle birlikte laik de değil. Beyaz Saray Noel ağacı da ışıklandırıyor, Hanuka 'Menora'sı (şamdanı) da yakıyor. Diğer yandan her Ramazan ayında iftar programı yapıyor.

Dolayısıyla, ABD Irak'ta Şii bir dini hükumete, Afganistan'da da Sünni bir dini emirliğe müsamaha gösterebiliyorsa, Suriye'de neden laik ve laik olmayan diğer hükumet türlerinin yanında bir İslam emirliğini kabul edemiyor? Ve eğer ABD, bunca zamandır kendisinin çok ciddi bir düşmanı olan terörist Taliban'la görüşebiliyorsa neden radikal DEAŞ gibi olmayan, Suriye'nin Fethü'ş-Şam'ı ile veya diğer İslamcı gruplarla görüşemiyor?

Fethü'ş-Şam, Nusra Cephesi'nin halefi. Nusra ABD'nin en başta gelen terörist düşmanı El-Kaide'ye büyük ihtimalle bağlılık yemini etmiş olan Suriyeli İslamcı bir grup. Fakat terör örgütleri sınır ötesi operasyon yapmadığı veya uluslararası şiddet uygulamadığı sürece ABD'nin de terörizmle ilgili politikasını yumuşattığını fark eden Nusra, kendisini El-Kaide'den ayırarak yeniden yapılandırdı. Birçok kişi bu adımın göstermelik olduğunu söylese de, bizzat El-Kaide'nin birbiriyle sadece kâğıt üstünde irtibatlı bağımsız grupların bir taşeronu olduğunu da hatırlamak faydalı olabilir.

Taliban gibi Fethü'ş-Şam da ifade özgürlüğünün olmadığı, toplum hayatıyla ilgili kuralların çok sert biçimde tatbik edildiği tam bir kabus hükumeti. Ancak ABD'nin işi Batı'nın ‘Aydınlanma İlkeleri’ni yaymak veya Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ni onaylamaları ve gelişmiş ülkelerde uygulandığı haliyle kadın haklarına riayet etmeleri için hükumetlere diplomatik yollardan veya başka şekillerde baskı uygulamak değilse, o zaman Washington'ın Fethü'ş-Şam'ı bir düşman bellemesinin hiçbir sebebi yok.

ABD'li müzakereciler şayet Fethü'ş-Şam'ı El-Kaide'den uzak tutabilirlerse ve Suriye'nin kuzeyindeki İdlib’de kurulacak bir İslam emirliğinin uluslararası terörizmin sığınacağı bir güvenli liman olmayacağını garanti edebilirlerse, o zaman ABD diplomasisinin Taliban'a el uzatıp da Fethü'ş-Şam'a uzatmamasının hiçbir sebebi kalmayacaktır. DEAŞ'la savaşın hâlâ sürdüğü Afganistan'da İslamcılarla görüşürken, benzer şekilde DEAŞ mücadelesinin sürdüğü Suriye'deki İslamcılarla ABD'nin, görüşmemesinin hiçbir sebebi yok.

“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

[Bir dönem Chatham House'da misafir araştırmacı olarak görev yapan ve şu an Washington'da ikamet eden gazeteci Hüseyin Abdül-Hüseyin, Arap medyasının yanı sıra New York Times, Washington Post, Christian Science Monitor, USA Today gibi gazetelere makaleler yazmakta, CNN ve BBC gibi televizyon kanallarında Ortadoğu analizleri yapmaktadır]

Mütercim: Ömer Çolakoğlu
Kaynak: AA